Değerli Okuyucular:

Savaşlar bitmiyor. Hatta, biri bitmeden diğeri başlıyor; bununla yetinmiyor, umutsuzluk duygusunu yüreklerimize yerleştiriyor, “daha kötüsü gelebilir” diyerek bizleri tehdit ediyor.

Günlerdir İsrail-Filistin savaşıyla ilgili yüzlerce makale okudum. Videolar izledim. Her şey bakış açımıza bağlı: Bazen, “İsrail haklı” bazen “Filistin haklı” diyoruz, bazen de her ikisine de lanet ediyoruz. Suçlamalar, zafer naraları kulaklarımızda çınlarken, Yahudi ve Filistinli sivillerin yaşadığı acılar yüreklerimizi dolduruyor, bizleri derinden etkiliyor: Kafası kesilen Yahudi çocuklar, yüzleri kana boğulmuş Filistinli çocuklar…

Dün gece, işte böylesine karmaşık duygularla yatağa uzandım. Düşünceler, zihnimi kemirmeye devam etti. Muhtemel bir dünya savaşını düşünmek huzursuzluğumu daha da artırdı.  Cepheler netleşmiş görünüyor: Bir yanda Rusya-Çin-İran-Kuzey Kore-Pakistan; diğer yanda ABD-Avrupa Birliği-Avusturalya-Hindistan-Japonya-Güney Kore… Bir kıvılcım bir bahane dünya savaşı için yeterli olacak. Benzer durumun Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında da yaşandığını düşünmek kötümserliğimi daha da pekiştiriyor.

Uyuyamadım. Salona geldim. Kedim Bıcık da beni takip etti. Koltuğa yerleşip bir zaman öylece kalakaldım.

Şeval, elektrik ucuz olduğundan ütüleri gece yarısı yapmayı alışkanlık edinmiş. Hem ütüsünü yapıyor hem de sorular yöneltiyor. İtiraf ediyor: “Din adına yapılan savaşlar bana tiksinti veriyor.”

Şeval, konuyu birden değiştiriyor, soruyor: “Osmanlı döneminde Kürdistan Eyaleti vardı. Neden yok oldu?”

Zihnim dağınık. Bildiklerimi anlatmaya çalışıyorum ama aklım savaşta. Yarın olabileceklerde…

“1839 yılında imzalanan Tanzimat Fermanıyla, Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma dönemi başlar. Düzenli orduya ihtiyaç vardır. Tanzimat Fermanıyla erkeklere 10 yıl askerlik mecbur kılınır. Kürdistan Eyaleti’nde onlarca beylik vardır. Devlete vergi vermek ve savaş zamanı asker göndermekten başka sorumlulukları yoktur. Devlet, bütün erkeklerin mecburi askerlik yapmasının zorunlu olduğunu söyler. Bu baskıya dayanamayan Kürt Beylikleri önce direnirler ama sonuçta tek tek yok olurlar. Kürdistan Eyaleti de böylece sona erer.”

Tekrar yatağa dönüyorum. Nasıl oldu bilmiyorum, derin bir uykuya dalmışım. Kendimi, tıpkı masallardaki Anka kuşu gibi, devasa bir kuşun boynunda uçarken gördüm. Kuş, Ağrı Dağı’ndan Olimpus Dağı’na doğru uçmaya başladı.

Kuşa binip Ağrı Dağı’ndan Olimpus Dağı’na doğru yola çıktım

OLİMPUS DAĞI

Olimpos Dağı, Yunanistan’ın en yüksek dağıdır. Selânik’in 80 km güneybatısındadır. Yunan mitolojisine göre Tanrılar Tanrısı Zeus ve diğer Tanrı ve Tanrıçalar, Olimpos Dağı’nda yaşamaktadırlar.

Bindiğim kuş, beni Olimpos Dağı’nın eteğine getirdi. Dağın yamaçları akropolislerle doluydu. Antik Yunan dünyasında akropolisler, genellikle kutsal kabul edilen veya düşman saldırılarına karşı doğal bir koruma sağlayan yüksek yerlere inşa edilirlerdi.

Olimpus Dağı ve Tanrıların yaşadığı akropolisler

Gördüklerim karşısında derin bir şaşkınlığa büründüm. Kuş uçarken ben de etrafı hayranlıkla seyre daldım. Akropolisler, her taraftaydı. Kayalar oyulmuş, taş bloklardan duvarlar örülmüş, devasa yapılar dört bir yandan mermer sütunlarla çevrelenmişti. Tanrılar, bu binalarda yaşıyorlardı.

Kuşa seslendim:

“Tanrılar Tanrısı Zeus’u görmek istiyorum. Beni O’na götür!”

“Zeus, şu dağın zirvesindeki akropoliste yaşıyor. Benim oraya gitmeme izin yok. Seni burada indireceğim.”

 ZEUS’LA BULUŞMA

Kuşla vedalaşıp dağı tırmanmaya başladım. Güneş ışıl ışıldı…. Ruhumu tarifsiz bir huzur ve dinginlik doldurdu. Başka bir dünyaya belki de cennetsel bir dünyaya gelmiştim. Yaşadığım dünyayla bir ilgisi yoktu. Akropolislerin arasından geçerek yoluma devam ettim. Zeus’un kaldığı akropolis, dağın zirvesinde, bulutların üstündeydi. Görkemliydi. Zeus; sarayında mahkeme kurar, diğer tanrılarla önemli konuları tartışır, yargıda bulunur, ölümlü dünyayı uzaktan izlerdi

Önünden geçtiğim akropolislerde tanrı veya tanrıçalar oturuyordu.

Evliliğin, kadınların ve doğumun tanrıçası Hera, bana gülümsedi. Denizin, depremlerin, fırtınaların ve atların tanrısı Poseidon, uykuya dalmıştı. Hasadın, bereketin, tarımın, doğanın ve mevsimlerin tanrıçası Demeter, sağa sola koşturuyordu. Bilgelik, cesaret, ilham, uygarlık, matematik, güç, strateji ve becerinin tanrıçası Athena önümü kesti, “Ey ölümlü, ne arıyorsun burada?” diye sordu.

Müziğin, sanatın, bilginin, şifanın, hastalığın, şiirin, kehanetin, okçuluğun ve güneşin tanrısı Apollo, bir müzik aletinin tellerine dokunuyor, yükselen bir ses Olimpus Dağı’nda yankılanıyordu. Avcılığın, vahşi doğanın, ayın, okçuluğun, doğumun, bakireliğin tanrıçası ve genç kızların koruyucusu Artemis, “Hiç ölümlü bir erkek öpmedim,” diyerek bana sarıldı. Derken karşıma aşkın, güzelliğin, zevkin, tutkunun ve bereketin tanrıçası Aphrodite çıktı. “Hiç aşk yaşadın mı?” diye sordu. “Geldiğim dünya acı ve ateşe boğulmuş. Aşka zaman yok!” diye cevapladım.

Ticaretin, tüccarların, yolların, hırsızların, yolcuların, ölümün tanrısı Hermes, alaycı bir gülümsemeyle, “Sen hiç yeraltı dünyasını merak ettin mi?” diye sordu. “Ben ölümlüyüm. Nasıl olsa bir gün yeraltı dünyasını göreceğim. Merak etmiyorum,” diyerek uzaklaştım. Üzümün, şarabın, bereketin, dini coşkunun ve tiyatronun tanrısı Dionysos bana bir kadeh şarap uzattı. Sinirlenip reddettim: “Şu an eğlencenin zamanı değil. Zeus’la ciddi konuları konuşmam gerekiyor,” diyerek uzaklaştım.

Nihayet, zirvede, bulutların üstündeki akropolise ulaştım. Beni Zeus’un huzuruna çıkardılar. Sordum:

“Ey  tanrıların tanrısı Zeus! Siz ki hukukun, düzenin ve adaletin tanrısısınız. Niçin insanlığa bu zulmü yaşatıyorsunuz?”

“Ne oldu ey ölümlü?”

Yaşanan savaşları ve acıları anlattım. Zeus, hışımla koltuğundan kalktı, bağırdı: “Bana derhal Ares’i getirin!”

Çok geçmeden savaşın, kan dökmenin ve şiddetin tanrısı Ares, Zeus’un huzuruna geldi. Saygı ve korkuyla diz çöktü. Zeus, azarladı:

“Niçin insanlara bu zulmü yaşatıyorsun?”

Tanrılar tanrısı Zeus, savaş tanrısı Ares’i sorgularken

“Ey Yüce Zeus, insanlar savaşmadan, kan dökmeden, acı çekmeden barışı öğrenemiyor, barışın değerini anlamıyorlar. Barışı, huzuru bulmaları için insanoğlunu savaştan savaşa sürüklüyorum. Ne kadar çok acı çektirsem barışın değerini de o kadar iyi bilecekler.”

Zeus, düşünceli düşünceli sakalını sıvazladı, bağırdı: “Bana Irene’i çağırın!”

Irene, barış tanrıçasıydı. Çok geçmeden Irene, içeri girdi. Elinde çiçekler ve meyve sepeti vardı. Zeus, çıkıştı:

“Ares’in dediği doğru mu, insanoğlu savaşmadan barışı öğrenemiyor mu? Seni niçin barış tanrıçası yaptım? Niçin görevini yapmıyorsun?”

Tanrılar tanrısı Zeus, barış tanrıçası Irene’i sorgularken

Irene, sıkılgan, utangaç bir şekilde yerdeki elmayı göstererek cevapladı:

“Ey Yüce Zeus! Suçlu sizsiniz. Soruyorum ilk günahkâr kim? Siz, Âdem ve Havva’yı yarattınız. Âdem’i yasak elmayı yememesi için tembihlediniz. Yılan, onları baştan çıkardı. Havva ve Âdem, elmayı yediler. İyiyle kötüyü öğrendiler. Siz de onları cennetten kovup dünyaya gönderdiniz. Hatırladınız mı?”

“Evet, hatırladım! Ne yapabilirim?”

“Her şey için çok geç! İnsanoğlu iyiyle kötüyü öğrendi. Hem savaşacak hem barışacak; bu durum sonsuza kadar böyle devam edecek.”

Yasak elmayı yiyen Hz. Âdem ve Hz. Havva, iyiliği ve kötülüğü öğreniyor

Zeus bana döndü:

“Çaresizim ey insanoğlu!”

***

Umutsuz bir şekilde kuşa binip tekrar dünyaya geri döndüm.

Uyandığımda İsrail-Filistin savaşı devam ediyordu.

 

 

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir