Değerli Okuyucular:

Gazete haberinde Van’ın Edremit ilçesinde yaşayan 83 yaşındaki Makbule Özer’in “yasadışı örgüte yardım etmek” iddiasıyla cezaevine konulduğunu duyunca zihnim allak bullak oldu, annemle ilgili hatıralar canlandı.

ÇEYİZ SANDIĞI

Ceviz ağacından süslemeli çeyiz sandığı

Şimdileri bilmem ama çocukluğumda her gittiğim evde mutlaka bir çeyiz sandığı bulunurdu. Ceviz ağacından yapılma çeyiz sandıkları evin önemli bir köşesine konur, üstüne önemli eşyalar dizilirdi.

Annemin de bir çeyiz sandığı vardı. Koyu ceviz ağacından yapılmaydı. Kenarları işlemeli ve süslüydü. Yatak odasının bir köşesinde soylu bir duruşla içeri girenleri selamlar gibiydi. “Benim içimde neler var neler…” dercesine bakanlarda merak uyandırırdı. İşte bu merak annemin başına bela olacaktı.

Annem yılda birkaç kez çeyiz sandığını özenle açar, biz çocuklar da etrafını alırdık. Dedemin hediye ettiği çeyiz sandığının içinden neler çıkmazdı ki… Dantelli örtüler, annemin gençlik yıllarında giydiği şık elbiseler, kumaşlar, el örgüsü binbir desenli çoraplar, Hacdan hediye olarak getirilmiş seccadeler, siyah beyaz resimlerle dolu kocaman bir resim albümü, elmas ve yakut taşlarla dolu mücevherat kutuları, Süheyla’nın ilkokul beşinci sınıf öğrencisiyken 23 Nisan törenlerinde giymek için diktirdiği Osmanlı prenseslerine özgü elbisesi ve şu an hatırlayamadığım elişi binbir çeşit işlemeli kumaşlar…

Naciye Hun, yeni evlendiğinde. Annemin üzerindeki elbise takılar çeyiz sandığındaydı.

5 Ocak 1978 tarihinde Bülent Ecevit, Süleyman Demirel’in Genel Başkanı olduğu Adalet Partisi’nden 11 Milletvekilini transfer ederek Türkiye Cumhuriyeti’nin 42’nci hükûmetini kurar. Türkiye için zor yıllardır. Sağ-sol çatışması tehlikeli bir kanser hücresi gibi köylere, mahallelere kadar yayılmış, Türkiye içten paramparça etmiştir.

O yıllar Iğdır, Kars’ın bir ilçesiydi. Kars ili genelinde sağ-sol olayları yoğunluk kazanınca 1977’de sıkıyönetim ilân edildi. Askerler Kars ve Iğdır’da güvenliği sağlamak için harekete geçtiler.

Iğdır’daki solcuların büyük bir kısmı Kürt; sağcıların büyük bir kısmı Azeri’ydi. Kürtlerin öne çıkan lideri, Iğdır CHP İlçe Başkanı Mecit Hun, hedef tahtasındaydı. Ne yapıp edip Mecit Hun’u derdest etmek gerekiyordu.

Sıkıyönetim bünyesinde görevli Cebrail Üsteğmen, kendine verilen talimata sadık kalarak, 1977 yılı yaz ayında, Mecit Hun’u hapse attırmak için bir komployu uygulamaya koyar. Şansızlığına, o akşam Mecit Hun Erzurum’dadır; evde yalnız olan oğlu Ahmet yakalanır, eve baskın yapan komando jandarmalarının kendi elleriyle bahçede, sundurma altındaki ocağın üstündeki bir bölmeye yerleştirdikleri, içi silah ve mühimmat dolu torbayı gerekçe gösterilerek Ahmet tutuklanır, Erzurum Cezaevine gönderilir. (Bu olayın detayını başka bir yazıma bırakıyorum.)

Aradan bir yıl geçer. Ecevit, Başbakandır. Mecit Hun’un partili arkadaşlarının birçoğu Bakandır. İşte böyle bir günde, Mecit Hun’a karşı ikinci bir komplo düzenlenir.

Jandarmalar, aniden Baharlı Mahallesine (14 Kasım) baskın düzenler. Mahalleye girişten itibaren evler aranmaya başlanır. Aslında diğer evlerin aranması göstermeliktir. Asıl hedef, Mecit Hun’un evidir.

Sıra Mecit Hun’un evine gelir. Onlarca jandarma eve dalar. Kendilerine talimat verilmiştir: En ufak suç unsuru bile dikkate alınacaktır.

Yüzlerce kitap sağa sola savrulur, ama yasak yayın yoktur. Hatta jandarmanın birisi, ünlü Alman filozofu Nietsche’nin bir kitabın kapağında gördüğü resmini Karl Marks zanneder, sevinçle komutana gider. Mecit Hun, gerekli açıklamayı yapınca jandarma hayal kırıklığı içinde görevinin başına döner.

Jandarma bu kez Mecit Hun’un yatak odasına girer. Gömme dolaptaki eşyalar fırlatılıp atılır, yatağın altı üstüne getirilir. O anda jandarmanın gözü bir köşede duran görkemli çeyiz sandığına ilişir.

“Bu ne sandığı? İçinde ne var?”

Annem, cevaplar:

“Benim çeyiz sandığım.”

“Açın!”

Annem, özenle sakladığı anahtarı getirir, sandığı açar. Jandarma eri, sandıktan çıkardığı, naftalin kokan eşyaları sağa sola savurur, mücevherat kutularını inceler. Mutlaka bir suç aleti bulmalıdır!

Birden gözüne sandığın bir köşesinde yıllardır unutulmuş Atila’nın çocukluk yıllarından kalma sustalı bıçağı ilişir. 1960’lı yıllarda çocuklar arasında filmlere özenerek cepte taşınan bu sustalı bıçak, üzerindeki düğmeye basıldığında yay yardımı ile şak diye açılmakta, katlandığında otomatik olarak kilitlenmektir.

Sustalı bıçak

Jandarma, bıçağı eline alır, düğmesine basar, kapatır, tekrar düğmeye basar, kama fırlar, tekrar kapatır. Jandarma, sevinçle bağırır: “Komutanım suç aleti buldum!”

Komutan ve jandarmalar odaya doluşur. Komutan, mutludur. Mecit Hun’a döner:

“Bizimle geliyorsun!”

Naciye Hun, ileri atılır:

“Bu sandık bana aittir. Anahtarını da ben getirdim. Beni götüreceksiniz!”

Komutan, Mecit Hun’u götürmek için ısrar eder, Naciye Hun kendisini götürmesi gerektiği için diretir. Mecbur kalıp annemi askeri cemseye koyup Iğdır Jandarma Komutanlığına götürürler. Naciye Hun, geceyi nezarette geçirir. Ertesi gün tutuklanıp Iğdır Cezaevine konur. Naciye Hun’un haksız yere yakalandığını duyan mahkumlar protesto amaçlı yangın çıkarırlar. Naciye Hun’u cezaevine almamak için diretirler, ancak çabaları sonuç vermez. Naciye Hun, 18 gün cezaevinde yatar.

YARALI AHMET KESİP

Ahmet Kesip ismi 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’nin gündemine oturur. Geloylu Aşiretine mensup Ahmet Kesip, Aralık ilçesine bağlı Karahacılı köyündendir. Ortaokul ve liseyi okumak için Iğdır’da arkadaşlarıyla ev kiralar. Sol düşünceyle tanışır. 12 Eylül Askeri Darbesi olunca bir avuç arkadaşıyla birlikte Ağrı Dağı’nda direniş hareketi başlatır.

İşte böyle bir günde Ahmet Kesip, Ağrı Dağı’nda jandarmayla giriştiği bir çatışmada omzundan yaralanır. Kurşun omzunu delip geçmiştir. Köy evlerinde tedavi olmaya çalışır ama yara iltihaplanır, ağrısı fazlalaşır. Bir akşam, yanına aldığı dört arkadaşıyla birlikte Karakuyu köyü sınırları içindeki Mecit Hun’un çiftliğine gelir. (Bu çiftlik halk arasında ‘qom’ olarak bilinir)

Akşam üzeredir. Naciye Hun, 40-50 ineği sağmış, 20 metre karelik, iki bölmeli küçük evde dinlenmeye çekilmiştir. Evde yalnızdır.  Son 10 yıldır hayatı, elektriğin yani buzdolabı, TV’nin ve çeşme suyunun olmadığı bu çiftlikte geçmekte, çocuklarını okutmak için gece gündüz çalışmaktadır. Çobanlar ahırdaki inekleri yemlemiş, yine ahır içindeki özel bölmede, yataklarında istirahate çekilmişlerdir. Etraf sessizdir.

***

Değerli Okuyucular:

Sanırım 2012 yılıydı. Ankara’daki evde annemle birlikte oturuyordum. Fırsat buldukça annemle dertleşir, geçmiş ile ilgili sorular sorar, hoş bir sohbetimiz olurdu.

Eve yorgun argın döndüğüm bir gündü. Üçlü koltuğa uzanmış, kitap okuyordum. Annem de tekli koltuğa oturmuş, elindeki kumandayla oynayarak bir kanaldan diğerine TV seyrediyordu. Özellikle “İbo Show” benzeri programları zevkle izlerdi. Bazen isteğine uygun bir program bulmaz, sinirlenerek TV’yi kapatır, odasına çekilirdi.

Naciye Hun

Annem, geçmişi konuşma konusunda ketumdu. İstekli olmazdı. Ancak bazen birden bir konuyu kendisi açar, detaylı bir şekilde anlatırdı. Çoğu kez beni hazırlıksız yakaladığı için sesini kaydetme şansı bulamazdım.

Annem, birden zevkle izlediği “İbo Show” programını kapattı.

“Mücahit, sana bir şey anlatacağım. İlk kez sen bilmiş olacaksın.”

Meraklandım. Doğruldum. Kitabı bir kenara koyup, anneme kulak verdim:

“Kenan Evren’in darbe yaptığı yıllardı. Qom’daki evde yalnız kalıyordum. Ahmet, altındaki Ciple arada bir çiftliğe uğrar, evin ihtiyaçlarını getirirdi. İki çobanımız vardı. İnekleri sağıp, eve çekildim. Gece yarısıydı. Kapı çalındı. Çobanlar kapıyı çalmaz, uzaktan bağırırlardı. Ahmet’in gece yarısı gelmesi de ihtimal dışındaydı. İçimi belli belirsiz bir korku sardı. Kim olabilirdi? Üstelik köpekler de havlamamıştı. Kapıyı açınca karşımda beş genç gördüm. Tepeden tırnağa silahlıydılar. İçlerinden birisi silahını bana doğrulttu. Önce bana zarar vermek için geldiklerini düşündüm. Ne de olsa Mecit Hun’un düşmanları çoktu.

“Ne istiyorsunuz? Ben yalnız bir kadınım?”

En arkada yürüyen silahlı genç yanıma geldi:

“Xatî (teyze), ben Ahmet Kesip. Karahacılı köyünden Qaso’nun oğluyum. Korkmana gerek yok! Bu akşam misafirin olacağız.”

Ahmet Kesip’in adını duymuş ama daha önce görmemiştim. Babası Qaso’yu herkes tanırdı. Geloylu olduğunu öğrenince rahatladım. Yanındaki gençler başka şehir ve kasabalardandı.

Gençler hızla odadan içeri girdiler. Kimsenin onları görmesini istemiyorlardı. İçlerinden birisi, dama çıkıp nöbet tuttu.

Karınlarının aç olduğunu söylediler. Kahvaltılık bir şeyler hazırladım. O an Ahmet Kesip’in omzundan yaralı olduğunu fark ettim.

“Yaralı mısın?”

“Evet, çatışmada omzumdan yaralandım.”

Sıcak su kaynatıp pansuman yaptım. Yarası derindi. Tedavi görmediği için iltihaplanmıştı. İlaç olarak kullandığım bitki tozlarını yaraya döküp sardım. Bunun da bir işe yaramayacağına biliyordum.

Çobanlarımız Karakuyu köyündendi. Onların, eve gelen gençleri görmemesi gerekirdi. Zaten silahlı gençlerin isteği de bu yöndeydi. Ahıra gidip, çobanları uyandırdım, sabahleyin erkenden evlerine gitmelerini, bir gün izin verdiğimi söyledim. Silahlı gençler şehre inmemi, bir kağıda yazdıkları ilaçları alıp gelmemi istediler. Şehirde bu konu hakkında kimseyle konuşmam için uyarıda bulunmayı da ihmal etmediler.

Sabahleyin erken bir saatte qom’dan yürüyerek Doğubayazıt-Iğdır karayoluna çıktım. Gelen arabalara el kaldırdım. Bir araba beni Iğdır merkeze getirdi. Aile dostu C.T.’nın eczanesine gittim.

“Dün bir hayvanımız şene (dirgen) ile yaralandı. Yarası iltihaplanmış. Yarayı tedavi etmem için tentürdiyot ve sargı bezi vermeni istiyorum. Buna benzer kazalar sık sık olduğu için bu ilaçlardan bolca vermeni istiyorum. Geldiğimden lütfen Mecit’in haberi olmasın. Borcumu sonra kendim ödeyeceğim.”

C.T., iki şişe tentürdiyot, oksijen suyu, kara mehlem ve bol miktarda sargı bezi verdi.

Doğubayazıt’a saat başı minibüslerin kalktığı terminale gittim. Minibüs beni Qom’un hizasında indirdi. Eve geldiğimde gençler ot ve ahır bölgesinde saklanmışlardı. Olur ya jandarmaya haber vermiş olabileceğimi de düşünmüş olmalıydılar.

Ahmet Kesip’in yarasını oksijenle temizledikten sonra, tentürdiyot sürdüm. Üzerine kara mehlem sürüp sargı beziyle sıkıca bağladım. Ahmet Kesip bütün gün yatakta kaldı. Yemek pişirip karınlarını doyurdum. Akşam olunca bu kez dama ben çıktım. Gençler sabahın erken bir saatinde uyanıp, alacakaranlıkta Ağrı Dağı’na doğru yola çıktılar.”

SONUÇ

Makbule Özer

Makbule Özer’i cezaevine gönderen sayın Savcı ve Hakimlerimize şu mesajı iletmek isterim:

Bir gerçekliği olduğu kabullenmek zorundayız: PKK’nın ortaya çıkması ve güç kazanmasıyla ortaya çıkan sosyolojik parçalanmadan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu şehirleri, kasabaları, köyleri ve halkı bir bütün olarak etkilenmiştir. PKK’ya katılan gençler bu köylerden ve şehirlerden gitmişlerdir. Bir anlamda PKK ve bölge halkı, iç içe bir döngü yaşamış, bu süreçte mantık yerini duyguya bırakmış, halk genel anlamda çaresiz kalmıştır ve ne yazık ki bu duygusal çaresizlik halen devam etmektedir.

Bu nedenle, evinde PKK’lı olduğu iddia edilen gençlere sığınak sağladığı iddiasıyla 83 yaşındaki Makbule Özer’in tutuklanması kanımca hukukun temel prensipleri ve insan hakları açısından ciddi endişeleri beraberinde getiriyor.

Bir yandan devletin terörle mücadelede aldığı önlemler ve güvenlik politikalarının gerekliliği tartışılmazken, diğer yandan yaşlı, savunmasız bir kadının bu şekilde muamele görmesi toplumun vicdanını sızlatıyor. Annem Naciye Hun örneğinde olduğu gibi bölge kadınları, silahlı gençlere bilinçli ve isteyerek bu desteği sağlamıyor, tehdit altında ailesine bir zarar geleceği korkusuyla hareket ediyorlar. Soruyorum: Hangi kadın, gece yarısı kapısında beliren silahlı gençlere hayır demek cesaretini kendisinde bulabilir? Bu nedenle, böylesine zor koşulların hükmettiği bir ortamda yaşayan83 yaşındaki Makbule Özer’in, tutuklanması ve cezaevine konması temel insan haklarına aykırı bir durum olarak değerlendirilmelidir.

Bu olay, Türkiye’nin hukuk sistemi ve terörle mücadele yöntemlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini gösteriyor. Güvenlik ve adalet arasında dengeli bir yaklaşım benimsenmeli, özellikle sivil, yaşlı ve savunmasız bireylerin korunması konusunda hassasiyet gösterilmelidir. İnsan haklarına saygı, her türlü hukuki ve güvenlik politikasının temelinde olmalıdır.

Devletin, terörle mücadele ederken aynı zamanda insan haklarına saygılı kalması gerektiği bir gerçek. Bu tür durumlar, sadece hukuki bir sorun olmanın ötesinde, aynı zamanda TOPLUMSAL BİR VİCDAN meselesi olarak ele alınmalıdır. Makbule Özer’in tutuklanması, bize adaletin sadece kör bir terazi olmadığını, aynı zamanda toplumun moral değerleriyle de uyumlu olması gerektiğini hatırlatıyor.

Makbule Özer olayının, ileride benzer durumlarla karşılaşıldığında daha adil ve insani yaklaşımlar geliştirilmesi için bir dönüm noktası olmasını ümit ediyorum. Toplum olarak, en zor zamanlarda bile insan onurunu koruma sorumluluğumuz bulunduğunu unutmamalıyız.

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir