Değerli Okuyucular:

Günlük hayatımızda “zaman hızla geçiyor” diye tekrar ettiğimiz ve sıkça kullandığımız bir ifade var. İnsan ömrünü değil de insanlık tarihini esas alarak konuşursak o zaman “yüzyıllar hızla geçiyor” dememiz gerekecektir.

Evet, yüzyıllar hızla geçiyor; bir zamanlar dünyaya ışık tutan büyük İslam filozofları unutulup gidiyor, kapkaranlık kuyulara fırlatılıp atılıyorlar. İşin acı yanı, bu görkemli mirası reddedenlerin, bir zamanlar insanlığa “ışık saçan” bu büyük bilgelerin, büyük zekâların manevi mirasçıları olmasıdır.

Ben, Cumhuriyet Dönemi çocuğu olarak büyüdüm. Okuduğum okullarda, aşağıdaki İslam filozofu ve bilgelerle ilgili tek bir satır yazı okumadım.

  • Ziryab                                                               789-857
  • El Kindi                                                            801-873
  • Farabi (Latince: Alpharabius)                     872-950
  • Biruni                                                                973-1048
  • İbni Sina (Latince: Avicenna)                      980-1037
  • Gazzali                                                               1053-1111
  • Ebul Berekat Bagdadi                                    1080-1165
  • İbn Bacce (Latince: Avempace)                   1085-1138
  • İbn Tufeyl                                                         1106-1186
  • İbn Rüşd (Latince: Averroes)                       1126-1198
  • Sühreverdi                                                       1154-1191
  • İbn Haldun                                                      1332-1406

İslam’ın Altın Çağına damga vuran bu büyük filozoflar, kültürümüzden ve zihinlerimizden ebediyen silinip atılmıştı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Kanunu kabul ederek medreseleri kapattı. Bütün okullar, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Bu ilk anda “ilerici” bir adım olarak görüldü. Medreseler kapatılınca, bir anlamda Osmanlı ve İslam Tarihi de “kapatıldı”.

Felsefe, Sosyoloji, Biyoloji, Edebiyat, Psikoloji, Fizik derslerinde Durkheim, Darwin, Freud, Daniel Defoe (Robinson Crusoe’nun yazarı), Rousseau, Leibniz, Newton, John Locke, David Hume, August Comte isimleriyle tanıştım. Batı hayranlığımız sınır tanımıyordu. Cumhuriyet, yüzünü Batı’ya dönmüştü. Arap harflerini, Osmanlı ve İslam mirasını bir kenara itmişti.

Cumhuriyet, İslam filozoflarının manevi mirasını reddedince, ortaya çıkan boşluğu doldurmak için, 1930’lu yıllarda Türkçenin dünyadaki ilk dil olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” ön plana çıkarıldı. Mustafa Kemal Atatürk tarafından desteklenen bu teori dilbilimciler tarafından kabul görmedi, kısa sürede önemini yitirdi. Bu kez Orta-Asya Türk tarihine el atıldı. Ancak orada, Orhun Yazıtlarından ve Ergenekon Efsanesinden başka bir şey yoktu.

Böyle olunca Batı’ya sığınmak tek çareydi. Öyle de oldu. 1940’da Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in girişimiyle Batı Klasikleri Türkçeye çevrildi. Ders programları Batı kültürünü temelinde oluşturuldu. Ben de bu koşullarda Batı hayranı bir neslin çocuğu olarak büyüdüm.

***

1980’li yıllarda İspanya’da Ziryab hakkında araştırma yaparken ilk kez o zaman Endülüslü İslam filozofların isimleriyle tanıştım:

  • Ziryab 789-857
  • İbn Bacce (Latince: Avempace) 1085-1138
  • İbn Tufeyl 1106-1186
  • İbn Arabi 1165-1240
  • İbn Rüşd (Latince: Averroes) 1126-1198
  • İbn Haldun (Endülüs asıllı bir aileden) 1332-1406

Ziryab hakkındaki çalışmalarımı “Endülüs Güneşi: Ziryab” ismiyle kitap olarak yayımladım.

Bugün ilginç bulduğum bir isimle tanışmanızı istiyorum: İbn Tufeyl

 İBN TUFEYL

İbn Tufeyl, 1106 Granada şehrinin 60 km kuzeydoğusunda (Güney İspanya / Endülüs Devleti) Guadix (Vadi’l-Aş/ Aş Vadisi) isimli yerde dünyaya gelir. İbn Tufeyl’in Latince adı Abubacer’dır.

İbn Tufeyl, İbn Bacce’den ders alır. Ziryab ve İbn Bacce’den sonra Endülüs’ün yetiştirdiği üçüncü dahi bilge ve İslam düşünürüdür. Çok yönlüdür. Felsefe, tıp, matematik, astronomi ve edebiyat dallarında eğitim alır. Hekim, hukukçu, filozof, gökbilimci ve din bilgini olarak ün yapar. İbn Tufeyl, doktor olarak, tıp bilgisini geliştirmek için cesetler üzerinde sistematik bir otopsinin yapılmasını öneren ilk isimdir. Ayrıca, Vezir olarak görev üstlenir. En önemlisi, insanlık tarihinin ilk felsefi romanı kabul edilen Hayy bin Yakzan’ı kaleme almasıdır.

İbn Tufeyl’in zamanında, Kuzey Afrika ve Güney İspanya’da, Almohad Halifeliği (Berberi Müslüman imparatorluğu) hüküm sürmekteydi.

Almohad Devleti

İbn Tufeyl, gençlik yıllarında önce Granada şehrinde daha sonra Fas’ın kuzeyindeki Ceuta ve Tanca şehirlerinde yöneticilere sekreterlik yapar. Almohad Halifesi Abu Yakub Yusuf’un hem Veziri hem de özel doktoru olur. Bu yıllarında belki de İslam Filozoflarının en yücesi İbn Rüşd’e (Averroes) hocalık yapar ve onu korumasına alır.

İbn Tufeyl’in özendirmesiyle İbn Rüşd, Aristo felsefesini inceler. İnsanlık tarihinin en yetkin Aristo analizini yapar. İbn Rüşd, bu çalışmasıyla Avrupa’ya Aristo’yu tanıtan filozof olarak tarihe geçer.

İbn Rüşd, hatırlarında İbn Tufeyl’in kendisini nasıl etkilediğini şöyle yazar:

“Bir gün İbn Tufeyl, beni yanına çağırdı. Halifenin, Aristo’nun düşünceleriyle ilgili tutarsız bilgilerin ortalıkta dolaşmasından rahatsız olduğunu söyledi. Sonra da bu duruma belki de tercüme hatalarının neden olduğunu, benim bu konuya el atmamı, Aristo’yu incelememi, anlamamı daha sonra da onun hakkında yazmamı istedi. Tereddüt ettim. Aristo’yu incelemek kolay bir iş değildi. İbn Tufeyl de bunu anlamış olmalı ki hemen ardından ekledi: ‘Eğer enerjin ve isteğin varsa bu işe gir! Ancak bunu yapabileceğine eminim, çünkü senin zekanın inceliğine ve kendini bir konuya adamak konusundaki kararlılığına defalarca şahit oldum. Aristo’yu ancak sen anlayabilirsin. Ben artık yaşlandım. Üstelik üstlendiğim görevler nedeniyle de böyle bir çalışmayı yapmaya artı zamanım yok; ama sen yaparsın.’ İbn Tufeyl’in bu sözlerinden sonra Aristo’yu incelemeye koyuldum.”

İbn Rüşd’ün Aristo incelemesi bütün zamanların en kapsamlı olanıdır. Batı felsefesinin kurucularından Thomas Aquinas, Skolastik dünya görüşünü İbn Rüşd’ün çalışmasını temel alarak oluşturmuştur.

 İBN TUFEYL’İN KİTABI: “HAYY BİN YAKZAN”

İbn Tufeyl’in kaleme aldığı Hayy Bin Yakzan (Türkçeye Ruhun Uyanışı / Hakikatin Peşinde vb olarak tercüme edilmiştir) Avrupa edebiyatı üzerinde derin bir etki bırakmıştır. İbn Tufeyl, dünyanın ilk felsefi romanı olan bu kitabında, sosyo-kültürel şartlandırmalardan uzak, insan eli değmemiş bir doğada, bir insanın tek başına ıssız bir adada tecrübe ettiği ruh ve düşünce gelişimini anlatmaktadır.

Romanın kurgusu kısaca şöyledir:

Bütün ömrünü kimsesiz bir adada geçiren Hayy, bir ceylan tarafından beslenip büyütülmüştür. Hiçbir toplumsal bağı olmayan bir münzevidir. Elli yıl boyunca evreni gözler. Deney, kıyaslama ve akıl yürütmeyle evrenin sırrını çözer, varoluşun nedenini, anlamını ve Tanrı ile olan bağını kavrar.

Hayy İbn Yazkan kitabının İngilizce baskısı (1708)

Hayy Bin Yakzan, 17nci ve 18nci yüzyılların Batı Avrupa’sında en çok satan kitaplardan birisi olur. Batı felsefesi üzerinde derin bir etki bırakır. Kitap, bir anlamda Bilimsel Devrimin ve Aydınlanma Döneminin habercisi niteliğindedir. İbn Tufeyl’in bu kitapta ortaya koyduğu düşünceler belli ölçüde Thomas Hobbes, John Locke, Isaac Newton ve Immanuel Kant’ın eserlerinde kendisine yer bulur.

Eser, 14. yüzyılda İbraniceye çevrilir. Latinceye ilk çevirisi 15. yüzyılda İtalyan filozof Giovanni Pico della Mirandola tarafından, ikinci çevirisi “Philosophus Autodidactus” ismiyle Edward Pococke tarafından 1671 yılında yayımlanır. İlk İngilizce çevirisi de Simon Ockley tarafından yapılır, 1708’de okuyucuyla buluşur.

Hayy Bin Yazkan kitabının Latince baskısı

Daniel Defoe, bu kitaptan etkilenerek Robinson Crusoe isimli kitabını kaleme alır. Hani nerdeyse İbn Tufeyl’in romanını birebir adapte eder.

İbn Tufeyl’in kitabı bu kez Edward Pococke’nin öğrencisi ünlü filozof John Locke üzerinde derin bir etki bırakır. John Locke, romanın kahramanı Hayy bin Yakzan’ın insanlardan uzak, vahşi doğada toplumsal önyargılardan uzak bir şekilde yaşamasından etkilenir, 1690’da yayımladığı felsefi kitabında insan zihni için “tabula rasa” yani “boş levha” önermesinde bulunur.

Buna göre zihnimizde, doğuştan gelen bir fikir yoktur. İbn Tufeyl’in kitabı böylece empirik yani deneysel felsefenin temellerini oluşturur. Sonraki yıllar David Hume ve George Berkeley’i derinden etkiler.

İbn Tufeyl’in materyalizm üzerine düşünceleriyle Karl Marx’in tarihi materyalizm tanımı arasında pek fark yoktur. İbn Tufeyl’in kitabından etkilenenler arasında Gottfried Leibniz, Melchisédech Thévenot, John Wallis, Christiaan Huygens, George Keith, Robert Barclay, the Quakers, Samuel Hartlib, and Voltaire gibi isimleri saymak mümkün. Jean Jacques Rousseau de İbn Tufeyl’den etkilenerek ünlü “Emile” isimli eserini kaleme alır.

Kısacası, İbn Tufeyl, bu eseriyle 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’ya damgasını vuran Aydınlanma Çağı’ndan yüzyıllar önce aydınlanma felsefesinin özünü tanımlar. İnsanın merak, keşif, kavrama ve bilgelik evrelerinden sonra hakikate ulaşacağını; tanrının varlığını bu noktada kalben olduğu kadar aklen de kanıtlayabileceğini öne sürer.

İbn Tufeyl’in eseri, Avrupa’da 15nci yüzyıldan itibaren kendisine okuyucu bulurken, Osmanlıcaya ilk çevirisi 1923’de Babanzade Reşid tarafından yapılır. Günümüz Türkçesine ilk çevirisi de 1977’de yapılır, çocuk kitapları serisinde yayımlanır.

Yani Avrupa’dan 500 yıl sonra İbn Tufeyl ile tanışıyoruz, hem de çocuk kitabı olarak!

SONUÇ

Üniversite yıllarımda sosyalizmin klasiklerini okurken Karl Marx’ın kaleme aldığı ve elden düşürmediğimiz, “Felsefenin Sefaleti” isimli bir kitabı vardı. Anarşist görüşü savunan Proudhon, 1846 yılında “Sefaletin Felsefesi” ismiyle bir kitap kaleme alır. Marx da bir yıl sonra bu kitaba “Felsefenin Sefaleti” ismiyle cevap verir.

Halbuki İslam Felsefesinde bu türden polemikler yüzyıllar öncesinde yaşanmıştı. El Gazali, 11. yüzyılda “Tehâfütü’l-Felâsife” yani “Filozofların Tutarsızlığı” ismiyle bir kitap kaleme alır. 100 yıl sonra Endülüslü filozof İbn Rüşd, “Tehafütü’t Tehafütü’l Felâsefie” yani “Filozofların Tutarsızlığının Tutarsızlığı” isimli bir kitapla El Gazali’ye cevap verir. İki İslam filozofu arasındaki polemik yazılar, Karl Marx ve Proudhon’u fazlasıyla geride bırakacak denli kapsamlı ve etkileyicidir.

Kendi geçmişimizden ve değerlerimizden kopmamız acı bir gerçekliktir. Reddettiğimiz mirasımızı devralan ve bu değerlerin üzerinde yükselen Batı dünyasına hayranlık duymamız, bu yönde bir nesil yetiştirmemiz, sanırım ibretlik bir durum olarak tarihe geçecektir.

 

 

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir