Değerli Okuyucular:

Sanatta, siyasette, dinde yani insanoğlu yaratıcılığının nesnesi olarak aklınıza gelebilecek her alanda, değişim, her zaman zor olmuştur. Bir seviyeden diğerine geçiş, ciddi bir emek ve mücadele gerektirmiştir. İşin ilginç yanı, farklı alanlardaki değişimlerin benzerlik taşıması ve birbirine paralel olarak gelişmesidir.

KABATAŞ ERKEK LİSESİ VE NATÜRMORT RESİM

Boğaz’ın kıyısında Kabataş Erkek Lisesi

1973 yılı sonbaharında Boğaz’ın kıyısındaki görkemli şatoda (!) yani Kabataş Erkek Lisesi’nde, lise eğitimime başladım. 1-G sınıfındaydım. En çok garipsediğim ders, Resim Dersi’ydi. Hayatımda ilk kez yağlı boyayla tanışıyordum. Hocamız Zeliha Hanım, sanki hepimiz doğuştan fırça kullanma yeteneğine ve tekniğine sahipmişiz gibi bu detaya hiç girmeden daha ilk dersten itibaren masa üzerine yerleştirdiği vazo, güller ve meyvelerden oluşturduğu kompozisyonu tuval üzerine karakalem kullanmadan doğrudan fırçayla resmetmemizi istedi.

“Natürmort” adını ilk kez duyuyordum. Telaffuzu zordu. Gerçekten ne anlama geldiğini de bilmiyordum. Yıllar sonra Paris’te Fransızca öğrendiğimde ilk o zaman “natürmort” kelimesinin gerçek anlamını yakalayabilecektim.

Fransızca, “nature morte” şeklinde yazılan bu kelimenin telaffuzu “natürmort” olduğundan bu haliyle Türkçede kullanılıyordu. Bu kelimenin tam çevirisi “ölü doğa” anlamına geliyor. Böyle olunca gerçek bir natürmort çalışmasında sadece dalından koparılmış bitki, çiçek ve meyvelere bazen de öldürülmüş av hayvanlarına yer verilir.

Sınıfın çoğu fırça, yağlıboya ve tuval kullanımda beceriksizdi. Yarıyıl tatiline kadar resim dersimiz, yanımızda binbir zahmetle taşıdığımız tuvali fırça darbeleriyle karalamakla geçti. Yarıyıl yaklaşıyordu. Hocamız, yarıyıl notu için ödev verdi. Konu, elbette natürmorttu. Bir hafta sonra hocamız sıraları dolaşacak resme bakarak not verecekti.

Ödevin son günüydü. Bizleri telaş aldı. Kimse ödevini henüz yapmamıştı.

Akşam etüt saatiydi. Sıralara oturmuş, önümüze koyduğumuz boş tuvale bakıyor, kara kara, bir gün sonrasını düşünüyorduk.

Sınıfımızda gerçek adını asla öğrenemediğim herkesin “Yamyam” diye çağırdığı bir arkadaşımız vardı. “Yamyam”ın dersleri iyi değildi. Yerinde duramayan, herkese sataşan bir ruh haline sahipti. Küçümsediğimiz “Yamyam”ın olağanüstü bir yağlıboya ressamı olduğunu ilk o akşam fark ettik. “Yamyam”, natürmort ödevini tamamlamış gururla bize gösteriyordu. Hepimiz yalvarmaya başladık. Küçük bir harçlık karşılığında isteğimizi kabul etti.

“Yamyam” yetenekliydi. Bir tuvale en fazla on dakika zaman ayırıyor, her seferinde farkı natürmort kompozisyonlarını özenle resmediyordu. Etüt saati bitince, hepimizin tuvalinde artık hocamıza gururla takdim edebileceğimiz bir natürmort resmimiz vardı. Mutluyduk.

Ertesi gün Zeliha Hoca, sıraları tek tek dolaşıp not vermeye başladı. Ne zaman ki “Yamyam”ın resimlerinden birisini eline alsa, “Ay bu ne muhteşem bir natürmort! Aferin!” diyordu. “Yamyam” sayesinde biz yatılı öğrenciler, Resim Dersinden zorlanmadan geçtik. Ne yazık ki “Yamyam”, uygunsuz bir davranışı nedeniyle henüz ders yılı tamamlanmadan okuldan uzaklaştırılınca, ikinci dönem Resim Dersinden yeniden zorlanacaktık.

 JEAN SİMÉON CHARDİN (jan simeyon şarden)

Fransız ressam Chardin (şarden) 

Liseden sonra resimle bir ilgim olmadı. İTÜ’de Elektrik-Elektronik Mühendisliğini tamamladıktan sonra Fransa’da çalışmaya başladım. Fransızlar, sanatla yoğrulmuş bir ulus. Sanatı günlük yaşamda böylesine derin ve bilinçli olarak içselleştirmiş başka bir topluma rastlamadım. Her konuşmada, her yemekte, her giyim kuşamda mutlaka sanatın bir izi saklıdır.

Bir gün bir Fransız arkadaşla birlikte Louvre (luvr)Müzesine gittik. Van Gogh, Cezanne, Monet gibi empresyonist (izlenimci) ressamların eserlerini hayranlıkla seyre daldım. Derken kendimi 18’nci Yüzyıl ressamlarının eserlerinin sergilendiği bir salonda buldum. Özellikle küçük bir odadaki resimler ilgimi cezbetmişti. Fransız arkadaş, merakla sordu:

“Anlaşılan natürmort resimlerden hoşlanıyorsun, değil mi?”

Cevap vermedim. “Natürmort” kelimesini unutalı yıllar olmuştu. Birden lise yılları aklıma geldi. Zeliha Hoca’nın kendi yaptığı, sınıfa örnek olması amacıyla bize gururla gösterdiği natürmort tablolar gözlerimin önünden geçti. Fransız ressam Chardin (şarden), bu ekolün kurucusu ve en önemli ismiydi. Ben de Chardin’in eserleri önünde kilitlenip kalmıştım. İçimden, “Ah keşke, bu tablolardan birisini lise yıllarında resmedip Zeliha Hoca’ya gösterebilseydim,” diye iç geçirdiğimi hatırlıyorum.

Chardin’in “Şeftali” natürmort çalışması

Chardin’in resimlerine fazlasıyla ilgi gösterdiğimi fark eden Fransız dostum, realist ve empresyonist ekoller hakkında kısa bir ekleme yapma ihtiyacı duydu:

“Fransızlar, resim anlamında uzun yıllar 18’nci yüzyılda yaşayan Chardin’in etkisinde kaldılar. 19’ncu yüzyılın sonlarında empresyonistler ortaya çıkınca Fransızlar önce empresyonistleri küçümsediler. Önemsiz gördüler. Resimde yeni bir dönemin başladığının anlaşılması, empresyonistlerin takdir edilmesi, kısacası Fransızların realist akımın temsilcisi Chardin’in etkisinden kurtulması kolay olmadı. Bugün tam tersi bir durum söz konusudur. Empresyonistlere hayranlık duyan Fransızlar artık Chardin’in eserlerini, ‘Kendi zamanında önemliydi ama modern dönemin ruhuna uygun değil,’ diyerek kibarca göz ardı ediyorlar.”

Fransız dostumun açıklaması merakımı artırdı:

“İkisi arasındaki fark ne?”

“Chardin, önce büyük resmi çizer sonra detaya iner. Empresyonistlerde ise bu durum tam tersidir: Küçük detaylardan büyük resme ulaşılır.”

MARCEL PROUST (marsel prust)

Çok geçmeden benzer durumu Fransız edebiyatında da yaşayacaktım. Fransızca öğrendiğim ilk yıllarda Albert Camus, Andre Malraux, Victor Hugo, Balzac, Emile Zola gibi yazarları okumaktan zevk alıyordum. Özellikle Albert Camus’un romanlarını tekrar tekrar okuyordum. “L’Étranger” yani “Yabancı” isimli romanını nerdeyse ezberlemiş gibiydim. Muhtemelen o yıllar “Yabancı” romanının kahramanı Meursault’un (mörso) ruh haline sahiptim. Daha Türkiye’de iken topluma ve kendi öz benliğime “yabancılaşma” sürecini içimde taşıyordum. Sanki Meursault gibi adım adım, suç işlemeye ve idama sürükleniyordum.

İşte böyle bir günde, edebiyata meraklı Fransız bir dostumla Montparnass’taki bir kafede edebiyat üzerine bir sohbete daldık. Alliance Française Dil okulunda hocalık yapan, aynı zamanda iyi bir edebiyat eleştirmeni olan Fransız dostum, severek okuduğum yazarların ismini duyunca, düşünmeden öneride bulundu:

“Marcel Proust’u okumalısın. Proust, modern edebiyatın kapısını aralamıştır. Şu an henüz genel kabul görmemiş gibi görünse de Proust’un değeri her geçen yıl daha da anlaşılmaktadır. Gelecek Proust’undur.”

Ben de Proust’un yedi ciltlik “À LA RECHERCHE DU TEMPS PERDU (Kayıp Zaman İzinde)” isimli 3000 sayfalık kitap serisini okumaya koyuldum. Okuyordum ama zevk aldığım falan yoktu. Detaylar içinde boğulup kalıyordum. Hatta bir ara yorulup okumaktan vazgeçtim. Ancak bir gün, Le Monde gazetesinin Edebiyat ekinde okuduğum bir makaleden sonra tekrar Proust’a geri döndüm. Farklı bir anlayışla yeniden okumaya koyuldum. İtiraf ediyorum, Proust’u hakkıyla okuyan birisi diğer kitaplara artık elini sürmek istemez. (Üzüntüyle belirtmek isterim ki Proust’un ölümünün (1922) üzerinden nerdeyse yüz yıl geçmesine rağmen eserleri bir bütün olarak henüz Türkçeye çevrilmemiştir.)

Proust, zihindeki kalıpları parçalayan, ruhu özgürleştiren bir yazardır. Proust’u okudukça ruhumun özgürlüğüne kavuştuğunu anlıyordum. Diğer yazarlar beni başkalarının hayatını anlamaya, onlarla empati kurmaya, ruhumu yaşanmış trajedi ve dramlarla daha da yorarken, Proust, beni kendi öz benliğime karşı karşıya getiriyor, acımasız bir şekilde korkularım ve önyargılarımla yüzleştiriyor, sonra da havaya fırlatılan bir güvercin gibi beni özgürleştiriyordu. Proust, tıpkı dingin bir şekilde akan bir nehir gibi detayları birbirine ekliyor, sonra aniden bizi büyük bir resimle karşı karşıya getiriyor. Proust, “Detayları görmeden, anlamadan, içselleştirmeden büyük resme ulaşılamaz,” diyen bir yazardır. Empresyonistlerin resimde başardığını Proust, edebiyatta başarmıştır.

VE KÜRTLER…

“Kürt ve Kürdistan”, ilk gençlik yıllarımdan beri zihnimde yer alan, anlamını ve önemini kendi kendime sorguladığım kavramlar olagelmiştir. Nasıl bir fotoğraf filmi tab edildiğinde görüntü yavaş yavaş ortaya çıkarsa, benim için Kürtlük bilinci de benzer şekilde yıllar içinde silik bir halden belirgin bir hale doğru yavaş yavaş evrildi ve evrilmeye devam ediyor.

Hangi ülkede yaşamasına ve hangi siyasi örgütte olmasına bakmaksızın dünya Kürtlerini yakından takip etmeyi doğal bir sorumluluk olarak üstlenmiş bulunuyorum. Vardığım sonuç şudur: Kürt aydınları, büyük resimden detaya doğru yol alan siyasi bir anlayışı hâlâ inatla sürdürüyorlar.

Büyük resim, yani “Büyük Kürdistan”, zihinlerde homojen bir tanıma sahiptir. Bireyleri aynı dili konuşuyor, aynı dine ve mezhebe inanıyor, aynı kültürel özellikleri taşıyorlar. Böyle olduğundan, gerçek yaşamda var olan detaylar, Kürt aydınlarının karşısına dilsel, dinsel ve kültürel farklılıkları çıkardığında, Kürt aydınları ne yapacaklarını bilemez durumda çaresiz bir ruh haline bürünüyorlar, gerçekle yüzleşmek yerine inatçı bir “inkâr” anlayışına saplanıp kalıyorlar.

Kısacası, Kürt aydınları, içlerinde taşıdıkları farklılıklarla yani detayla yüzleşmeye cesaret edemiyorlar. Kendi bağımsız dillerini hâlâ “lehçe” olarak görüyor, hani güçleri yetse, “Hepimiz aynı dili konuşuyoruz,” diyecek kadar vurdumduymaz bir tavır geliştiriyor, kendi dinsel ve mezhepsel farklılıklarının günlük yaşamdaki önemini göz ardı ediyor, bölgeden bölgeye değişen kültürel farklılıkları yok sayacak bir anlayışı hâlâ inatla devam ettiriyorlar. Kürtlerin doğal dokusu ve binlerce yıllık varlık biçimi olan “Aşiret” kimliğini telaffuz etmeye bile utanıyor, hatta bunu bir ihanet olarak görüyorlar.

Kürt siyasetinde “modern” bir anlayış ortaya çıkmalıdır. Tıpkı Proust’ta olduğu gibi, detayları önemseyen, detaylarda saklı olan dinamiklerden hareketle büyük resme doğru evrilen siyasi bir anlayış ortaya çıkmadıkça Kürtler hayalden, boşa kürek sallamaktan ve maceradan kurtulamayacaklardır. Devekuşu gibi kafasını kuma sokup, detayları görmezden gelen siyasi anlayışların terkedilip, detayları önemseyen Proustvari bir anlayışın Kürt siyasetine aşılanması gerektiğine inanıyorum.

 

 

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir