Değerli Okuyucular:

Bu yazımda hem kendi hayatımdan hem de tarihten birkaç sayfayı dikkatinize sunmak istedim:

Çocukluk yıllarımda babamın eve deste deste taşıdığı gazete ve dergileri baştan sona merakla karıştırır, “Tarih Köşesi” sayfalarını zevkle okurdum. Kısa ama yoğun anekdotlar zihnimde derin iz bırakırdı.

O yıllar “günlük” tutmak modaydı. Ben de lise yıllarımda, sayfa kenarları süslü bir defter almış, ilgimi çeken konuları her gün olmasa da düzenli olarak not ediyordum.

Bir defterim kayboluyor, bu kez yeni bir defter satın alıp günlüklerimi yazmaya devam ediyordum. Üniversite yıllarımda tuttuğum günlükler, sonbahar yaprakları gibi sağa sola uçuşarak kaybolup gittiler. Sonraki yıllar günlük tutma alışkanlığımı büyük ölçüde kaybettim ama “zihinsel günlük” tutma gibi ilginç bir alışkanlık edindim.

Bugünkü yazım, “zihinsel günlüklerimden” bir kesittir.

ÖNYARGILAR

Önyargılar, bilenmiş bıçak gibi keskindir. Hangi yöne savursanız mutlaka zarar verir. Önyargılar denizinde yüzeriz, ama farkında bile olmayız. Bazen, “Acaba insan, önyargılarıyla yaşamaya mahkûm bir yaratık mı?” diye sorgularım kendimi.

Dünyada en zor şey bireyin, kendi önyargılarla yüzleşmesi, onları aşmaya çalışmasıdır. Önyargılar, yaşamın hem motoru hem de bireyin sürekli boğuştuğu düşmanıdır. Belki de bundandır, Yahudi asıllı Einstein (Aynştayn), “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur” diyerek Yahudi aleyhtarı meslektaşlarının bilinçli olarak kendisini dışlamasını imalı bir şekilde protesto etmiştir.

KIZILDERİLİ ŞEFİ TOSAWİ

Yıl 1869. ABD’de Kızılderili-Beyaz savaşı acımasız bir şekilde devam etmektedir. Yakalanan bir Kızılderili kabilesi şefi ve yardımcıları, Oklahoma Eyaletindeki Fort Cobb isimli kalede gözaltına alınırlar. Tosawi isimli bu Kızılderili şefi, kalenin avlusunda dolaşırken ABD’li General Sheridan’ı görür, ona yaklaşır. Kabilesinin, diğer savaşçı, direnişçi ve vahşi (!) Kızılderili kabilelerinden farklı olduğunu vurgulamak ister, az bildiği İngilizcesiyle şöyle der:

“Ben Tosawi, iyi Kızılderili.”

General Sheridan, Tosawi’ye sert bir bakış fırlatır, cevap verir:

“En iyi Kızılderili, ölü Kızılderili’dir.”

 

Kızılderili Şefi Tosawi      General Sheridan (ortada)

“EN İYİ KÜRT ÖLÜ KÜRT’TÜR!”

2008’de Mustafa Sarıgül ve arkadaşlarının başlattığı Değişim Hareketi’ne katıldım. Ankara’da, İran Caddesi’ndeki büroya sık sık uğruyor, siyasi değerlendirme toplantılarına katılıyordum. İnternet gazetemiz de vardı. “Kürt Sorunu” ile ilgili bir makalem yayımlanmıştı.

Bir zaman sonra, “Bilim Kurulu” oluşturuldu. Ben, emekli bir Albay ve eski Orman Genel Müdürü, Bilim Kurulu üyeleri olarak atandık.

İlk toplantımız olacaktı. Ben ve Albay, uzun bir masanın etrafında oturmuş, Genel Müdür arkadaşımızın gelmesini bekliyorduk.

İlk kez tanışıyorduk. Nerelisiniz, ne iş yapıyorsunuz, gibisinden sorularla zaman öldürmeye koyulduk. Konuşma kendi seyrinde devam ederken Albay, hiçbir neden yokken, sert ve iğreti bir ses tonunda “En iyi Kürt, ölü Kürt’tür,” dedi. Şaşırıp kaldım. Bilim Kurulunda çalışmaya layık görülen Albay, bariz bir ırkçılık yapıyor, üstelik bunu Kürt olduğunu tahmin ettiği birine söylüyordu.

Sıradan, basit ırkçılık mide bulandırır. Hatta bunu yapanın “hasta” olduğunu düşünmenize bile neden olabilir. Ben de o an böyle bir duyguya kapılmış, boş ve anlamsız bir şekilde Albay’a bakakalmıştım.

 IĞDIR’DA IRKÇILIK HAMLESİ

Doğduğum ve sevdiğim şehir Iğdır’dan son günlerde mide bulandıran, sıradan ama provokasyon dolu bir “ırkçılığın” tam tam sesleri Ankara’ya kadar geliyor. İşin ilginç yanı Ankara’daki devletin saygın kurumları da bu ırkçılık projesine alet oluyor, “siyasi bir ısmarlama” ile Iğdır’a gidip ırkçılık şovuna katkı sunuyorlar. Parti-siyasi görüş farkı gözetmeksizin Iğdır’ın eski-yeni milletvekilleri, yanlarına mülki amirleri de alarak özel lobiler oluşturup Mecliste kapı kapı dolaşıyorlar, şanlı (!) ırkçılık bayrağını dalgalandırıp, zehir ve nefret kusuyorlar.

Cumhuriyet dönemi boyunca Iğdır, dönem dönem “ırkçılık” dalgasına yenik düştü, zor sınavlardan geçti. Elbette bugünler de geride kalacaktır. Şu an, “En iyi Kürt, işine son verilen Kürt’tür!” sloganı Iğdır’da gündemi belirliyor. Kendisini bu anlamsız ve mide bulandıran hezeyana kaptıranlar bilsinler ki Iğdır’da sağduyu üzerine kurulu bir zümre ve mezhep dengesi vardır. Hiç kimse Iğdır’da kök salmış gerçek barış ruhuna zarar veremeyecektir. Gelecek nesillerin elleri yakanızda olacak, vicdanları sizi boğacaktır.

“AH, KÜRTLERE HAKSIZLIK ETTİM!”

Türk aydınları, mülkü amirleri, akademisyenleri, siyaset adamları ve askerleri arasında artık gelenek olmuş ilginç bir durum yaşanmaktadır. Ne zaman ki Azrail elinde ölüm tırpanıyla onlara yavaş yavaş yaklaşınca, ne zaman ki ölümün soluk yüzünü aynada gördüklerinde, ne zaman ki yaşamın son demlerini yaşadıklarını hissettiklerinde, işte sadece o zaman, mırıldanır gibi konuşur veya yazarlar: “Kürtlerin haklarını göz ardı ettim. Vicdanlı davranmadım.”

Bu duruma en güzel örneklerden birisi Nâzım Hikmet’tir. Yaşamının en hareketli günlerinde, şairliğinin en bereketli dönemlerinde Kürtlerin uğradığı haksızlıkları görmezlikten gelir, bu konuda tek laf etmez. Kemalist ideolojinin, “ulus inşası için tek dil, tek kültür gereklidir” ilkesine bağlı kalır, Kürtlerin ulusal mücadelesine sırt çevirir.

QEDRÎCAN VE NÂZIM HİKMET

                    Nâzım Hikmet                                                     Qedrîcan

Asıl adı Abdulkadir Can olan Qedrîcan, sosyalist enternasyonalist bir Kürt yazar ve şairdir. 1911’de Mardin’in ilçesi Derik’de dünyaya gelir. İlköğrenimini Derik’te tamamlar. Konya Öğretmen Lisesini bitirir. 1925 yılında patlak veren Şeyh Sait İsyanı sonrasında Şam’a yerleşir. Kurmançça kaleme aldığı şiirleri Hawar ve Ronahî isimli Kürt dergilerinde yayımlanır. Bir anlamda modern Kürt şiirinin babası kabul edilir.

Qedrîcan, 1962’de Dünya Gençlik Konferansı’na katılmak için Moskova’ya gider. Nâzım Hikmet de Moskova’dadır.

Qedrîcan, o yıllar başından geçen bir olayı ünlü Kürt halkbilimcisi Ahmet Aras’a anlatır:

“Moskova günlerimdi. Nâzım Hikmet’in bir salonda konuşma yapacağını öğrendim. Salona gittim, konuşmasını dikkatle dinledim. Nâzım Hikmet, konuşmasını tamamladı. Dinleyiciler el kaldırıp sorular yöneltiyor, Nâzım Hikmet de cevaplıyordu.

Ben de elimi kaldırdım. Nâzım Hikmet, beni işaret ederek:

“Buyurun!”

Ayağı kalktım:

“Türkiye Kürtlerindenim. Ben de sizin gibi devletin zulmünden kaçtım, Suriye’ye yerleştim. Ben de sizin gibi yazar ve şairim. Şiirlerinizi beğenerek ve severek okuyorum. Sizin tarzınızda şiirler yazıyorum. Ancak dikkatimi çeken bir şey var: Şiirlerinizde Afrikalı siyahilerden, Latin Amerikalı ve Çinli yoksullardan bahsediyorsunuz, fakat zavallı Kürtler hakkında bir şey yazmıyorsunuz. Üstelik Kürtlere yapılan zulme en yakın tanıklık edenlerden birisiniz. Bu konuya bir açıklık getirebilir misiniz?”

Nâzım Hikmet, sinirlendi, sert bir ses tonunda cevap verdi:

“Dur! Dur! Bu konuyu toplantıdan sonra baş başa konuşalım.”

Toplantı bittikten sonra Nâzım Hikmet, gözünü salonda gezdirdi, beni kastederek bağırarak seslendi:

“Az önce şamata yapan kimdi? Şimdi gelsin!”

Bir odaya girdik. Konuşmaya ve tartışamaya başladık. Söylediklerini mantıklı bulmuyordum. Hayal kırıklığına uğramıştım. Daha fazla bir şey söyleme gereği duymadan odadan ayrıldım.”

***

1953 yılından itibaren Nâzım Hikmet, sağlık sorunları yaşamaya başlar. Bir ara ciddi bir kalp krizi geçirir, ölümden döner. 10 Eylül 1961’de yazdığı şiirinde artık ölümü çok yakınında hissetmektedir:

 

Geliyor sıram

Ansızın atlayacağım boşluğa

Ne çürüyen etimden haberim olacak

Ne gözlerimin çukurunda dolaşan böceklerden

Durup dinlenmeden ölümü düşünüyorum

Sıram yakın demek…

 

Ölümün adım adım yaklaştığını hisseden Nâzım Hikmet, işte böyle bir günde, 1962 yılında yani vefatından bir yıl önce, belki de Qedrîcan’la yaptığı tartışmayı izleyen günlerde, Paris Üniversitesi Doğu Bilimleri Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olan Kürt milliyetçisi, avukat, yazar ve siyasetçi Kâmuran Ali Bedirhan’a bir mektup gönderir. (Not: Nâzım Hikmet’in Polonya asıllı dedesi ile Kâmuran Ali Bedirhan’ın Polonyalı eşi uzaktan akrabadırlar.)

(Solda) Kâmuran Ali Bedirhan ve eşi Polonyalı prenses Nathalie d’Ossovetzky

(Sağda) Nâzım Hikmet ve Kâmuran Ali Bedirhan’a gönderdiği mektup

Nâzım Hikmet, bu mektubunda Kürtler konusunda bir anlamda günah çıkarır ve şöyle yazar:

“Kökleri yüzyılların derinliklerine dalan, tarihiyle, kültürüyle, Kürt milletinin önemli bir çoğunluğu Anadolu’nun bir parçasında yaşar. Anadolu’nun öbür parçalarında yaşayan Türk milletini Kürt milleti kardeşi sayar. Her iki millet, bütün imparatorluklar gibi, halkların zindanı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Türk ve Kürt derebeylerinin, Osmanlı İmparatorluk idaresinin ağır zincirlerine vurulmuşlardır.

Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ise her iki millet emperyalizme karşı tek bir cephe kurup çarpışmışlardır. Anadolu milli kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir. O dövüş yıllarının sonradan Türk idarecilerince yasak edilen en unutulmaz türkülerinden biri, ‘Vurun Kürt uşağı namus günüdür’ diye başlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketinin tamamıyla vaat ettikleri millet ve insan haklarını tanımadı. Hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkâra kadar götürdü.

Bu dönem, Türk idarecilerinin ve egemen sınıflarının emperyalizmle uzlaşmaya başlaması dönemidir. Bu inkârla, bu uzlaşmamanın aynı dönemde baş göstermesi sadece bir rastlaşma değildir.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni Orta ve Yakın Doğu’da emperyalizmin kalelerinden biri haline getiren Türk politikacıları Kürt milletinin milli varlığını inkârda ısrar ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde öteki azınlıklarına tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor.

Türk ve Kürt halklarının Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde dış ve iç politikada aynı emellere hasret çekmeleri bugünkü Türk idarecilerini korkutuyor. Her iki millet kardeş milli kültürlerini, milli ekonomilerini geliştirmek, toprağa, tarım araçlarına, hürriyete, demokratik haklara kavuşmak istiyor. Türk ve Kürt halkları Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafsız bir politika gütmesini, emperyalizmin üssü olmaktan kurtulmasını özlüyor.

Gerçek Türk yurtseverleri Kürt kardeşlerinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde milli haklarına kavuşmak için yaptığı kavgayı can ve gönülden nasıl destekliyorsa, gerçek Kürt yurtseverleri de Türk halkının demokrasi ve milli bağımsızlık için yaptığı kavgayı öylece destekliyor.

Anadolu’da yaşayan Türklerle Kürtlerin arasına nifak sokmak isteyen gerici, sömürücü, karanlık kuvvetler, emperyalizmle el ele vererek halklarımızı daha kolay ezmek istiyorlar. Kürt ve Türk halklarının bahtiyarlığa, insanca yaşamaya varmak için derebeylerine, kara kuvvetlere, şehir ve köy ağalarına, gericilere, ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve haklarını inkâr edenlere, halkları birbirine düşürüp sırtlarından rahatça geçinenlere emperyalistlerin uşaklarına karşı yürüttükleri yeni milli kurtuluş savaşının zaferi Kürt ve Türk halklarının elbirliğiyle kazanılır. Ancak böyle bir elbirliğiyle kardeş iki millet hürriyete, milli ve insani haklarına kavuşabilir. Nâzım Hikmet”

***

Ey değerli Türk aydınları, demem o ki, ölüm kapınızı çalmadan, Azrail korkusu zihninizi parçalamadan, Kürtlere karşı olan vicdan borcunuzu cesurca haykırınız. Son anda söylenenler ve yazılanlar, ne yazık ki sizinle birlikte tarihin karanlık mezarına gömülmektedirler.

STALİN’İN AŞÇI ŞEFİ

Stalin’in babasının kim olduğu konusunda tarihçiler arasında uzun yıllar süren bir tartışma yaşanmıştır. Ağır basan görüşe göre Stalin’, evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya gelmiştir. Annesi Ekaterine, evlilik yıllarında Gürcistan’ın Gori şehrinde Jacob Egnatashvili isimli zengin bir şarap tüccarının yanında çalışmaya başlar. Alkolik kocasının şiddetinden kaçan Ekaterine, bir anlamda Jacob’a sığınır. Bu ilişkiden evlilik dışı bir çocukları olur. Bu çocuk, sonraki yıllar “Stalin” ismiyle ün salacaktır.

Stalin, Bakü’deki petrol işçilerini örgütlemek için Tiflis’ten Bakü’ye gider. 1906 yılında “Kato” lakaplı Ekaterina ile evlenir. O yıllar Kato, 21; Stalin, 28 yaşındadır. Kato, 1907’de tifüse yakalanır, aniden vefat eder. Oğulları Jacob henüz doğmuştur. Stalin, Kato’nun ölümünden çok etkilenir. Eşinin vefatıyla ilgili şöyle der: “Kato, benim taş yüreğimi yumuşatan tek insandı. Onun ölümüyle birlikte insanlığa karşı olan tüm sıcak duygularımı kaybettim.”

Stalin (sağ başta), vefat eden eşi Kato’yu son yolculuğuna uğurlarken (1907)

Oğlu Jacob, İkinci Dünya Savaşı’nda Teğmen rütbesiyle orduda görev yapar. Almanlara esir düşer. Stalin’in oğlu olduğunu öğrenen Almanlar, Stalin’e haber gönderirler: “Esir düşen Generalimizi serbest bırakırsanız biz de oğlunuzu serbest bırakacağız.”

Stalin, öneriye kızar, “Stalin’in oğlu olmak Jacob’a özel bir ayrıcalık hakkı vermez,” diye bağırır. Emir verir: “Almanlara cevap verin: Niçin bir Generalle sıradan bir Teğmeni değiştireyim? Kabul etmiyorum.”

Jacob, Sachsenhausen Toplama Kampına gönderilir. 14 Nisan 1943 tarihinde kamp görevlileri tarafından öldürülür. Kimi tarihçiler de Jacob’un intihar ettiğini belirtir.

Stalin’in oğlu Jacob, Alman Esir Kampında

Stalin’in gerçek babası Jacob Egnatashvili’nin bir oğlunun adı Alexander Egnatashvili’dir. Alexander, Tiflis’te lokanta işletmeciliği yapar. Sovyetler Birliği kurulunca, birçok özel şirket gibi Alexander da iflas eder. Stalin, üvey kardeşine yardım elini uzatır. Stalin, vergi kaçırma suçuyla hapse atılan üvey kardeşini serbest bıraktırır. Moskova’ya yanına alır. Alexander, Gürcü yemeklerine ve şarabına düşkün olan Stalin’in özel aşçısı olur, aynı zamanda KGB’de subay olarak görev yapar.

Alexander öldüğünde General rütbesine sahipti.

Stalin’in üvey kardeşi Alexander Egnatashvili (sağda), Mikhail Kalinin’in elinden ödül alırken

ZOYA

Nazi Almanya’sı 1941 yılında Sovyetler Birliği’ne saldırır. Hızla ilerler. Böyle bir zamanda, Zoya isimli 18 yaşındaki bir Rus kızı bir direniş örgütüne katılır, Almanlara karşı sabotaj eylemleri yapar. Zoya’nın bağlı olduğu partizan örgütü, 27 Kasım 1941’de Almanların işgal ettiği ve askeri üs olarak kullandığı Petrischevo köyünü kuşatmaya alır. Zoya, Alman askerlerinin oturduğu binaları ateşe verir. Bir Rus işbirlikçisi bir şişe votka karşılığında Zoya’nın yerini ihbar eder. Zoya yakalanır. Arkadaşlarının nerede saklandığını itiraf etmesi için acımasız işkencelere maruz kalır, ancak tek kelime konuşmaz.

Zoya’dan umudunu kesen Almanlar, idamına karar verirler. 29 Kasım sabahı, Zoyanın boynuna bir yafta asarlar. Üzerinde “Yangınlardan Sorumlu” yazısı vardır.

Zoya, boynuna asılan yaftayla idam sehpasına götürülürken

Halk, yolun iki tarafında toplanmış idam sehpasına götürülen Zoya’yı korku dolu gözlerle izlemektedirler. Zoya’nın idam sahnesi kameraya alınıp Berlin’e gönderilecektir. Kameraman, çekim için hazırlık yaparken Zoya bunu fırsat bilir, önce halka seslenir:

“Yoldaşlar neredesiniz? Niçin öyle üzgün bakıyorsunuz? Ölümden korkmuyorum. Halkım için ölmek bana mutluluk veriyor.”

Sonra Alman askerlerine seslenir:

“Beni idama götürüyorsunuz, ama unutmayınız ben yalnız değilim. Benim gibi 200 milyon insan var. Hepsini asabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoldaşlarım intikamımı mutlaka alacaklar! Geç olmadan teslim olun! Zafer bizimdir.”

Zoya’nın bu sözleri farkında olmadan kameranın ses kaydına geçmiştir.

Zoya, idam edilir. Bedeni bir ay boyunca ipte asılı kalır. Askerler ipte sallanan bedenine olmadık iğrençlikler yaparlar. Sonunda Zoya’yı bilinmeyen bir yere gömerler.

Bir yıl sonra Rus ordusu, Petrischevo köyünü kurtarır. Zoya’yı ihbar eden Rus, cezalandırılır. Zoya, “Sovyetler Birliği Kahramanı” ilan edilir. Alman kameraman bir çatışmada ölür, cebinden Zoya’nın resimleri çıkar. Üstelik kamerasında Zoya’nın idam öncesi halka ve Almanlara yaptığı seslenişi de vardır.

 RODİNA (ANAVATAN)

Stalin, bir otomobil fabrikasını ziyaret eder. Tesadüfen, fabrika çalışanları da yeni bir model araba geliştirmişlerdir.

Stalin, otomobil fabrikasın ziyaret ederken

Habere sevinen Stalin, sorar:

“Yoldaşlar, duydum ki yeni bir model çıkartmışsınız. Tebrik ediyorum! Yeni modele hangi ismi vermeyi düşünüyorsunuz?”

“İsmini bulduk bile Yoldaş Stalin. Bu modele RODİNA (Anavatan) ismini vereceğiz.”

Bu ismi duyun Stalin’in yüz hatları gerilir, somurtur. Piposundan derin bir nefes çeker, sert bakışlarını çalışanlardan uzun süre ayırmaz.

Stalin, alaycı bir tavırla sorar:

“Peki yoldaşlar, ANAVATAN’ı kaç Rubleye satmaya karar verdiniz?”

Mesajı alan çalışanlar, derhal bu isimden vazgeçerler. Ertesi gün yeni bir isim bulurlar: POBEDA (ZAFER)

LENİN’E SUİKAST

Sovyetler Birliği’nin kurucu lideri Lenin, hayatı boyunca birkaç suikast girişimine maruz kalmıştır. En bilinen suikast girişimi, 30 Ağustos 1918’de gerçekleşmiştir. Fanny Kaplan adında sosyalist-anarşist görüşe bağlı bir devrimci kadın, Lenin’e üç el ateş ederek onu ağır yaralar. Mermilerin ikisi Lenin’e isabet eder. Birisi omzuna diğeri akciğerine saplanır. Lenin, saldırıyı kıl payı atlatsa da sonraki yıllarda sağlığı ciddi şekilde bozulur, 1924’te erken yaşta ölümüne neden olur.

Fanny Kaplan, suikast girişiminden üç gün sonra 3 Eylül 1918’de idam edilir. Cesedi bir fıçının içine konur, ateşe verilir. Böylece suikastçıdan geriye hiçbir iz kalmaz.

                 Lenin’e suikast düzenleyen Fanny Kaplan ve kullandığı silah

Kaplan, Lenin’e suikast girişiminde bulunduğunu itiraf etmiş, ancak bu olayın detayları ve Kaplan’ın gerçek motivasyonu tarihi bir belirsizlik içinde kalmıştır. Olayın hemen ardından Bolşevikler, olayı bir komplo olarak sunarak muhalefeti bastırmak için geniş çaplı bir korkutma kampanyası başlatır.

Lenin’in ölümünden sonra, Stalin, Lenin’in mirasını kullanarak ve “Leninizm” ideolojisini benimseyerek kendi iktidarını pekiştirir.

MATA HARİ

Gerçek adı Margaretha Geertruida Zelle olan Mata Hari 7 Ağustos 1876’da Hollanda’nın Leeuwarden şehrinde dünyaya gelir.  Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya adına casusluk yaptığı iddiasıyla Fransızlar tarafından tutuklanır ve idam edilir.

Mata Hari, gençliğinde Hollanda’nın sömürgesi Endonezya’da yaşar, burada dans konusunda özel bir yetenek geliştirir. Dönüşünde özellikle Paris’te, egzotik danslarıyla isim yapar. Cüretkâr dans gösterileri ve romantik ilişkileri sayesinde, sosyetenin en tanınmış popüler kadını olur.

Birinci Dünya Savaşı, patlak verir. Casusluk önem kazanır. Yüksek sosyeteye erişimi, Mata Hari’yi casusluk yapmak için ideal bir aday haline getirir. Bazı tarihçiler onun çifte ajan yani hem Almanlar hem de Fransızlar için çalışmış olabileceğini öne sürer; bazıları da onun sadece bir çıkar ilişkisi içinde olduğunu ve gerçekte etkili bir casus olmadığını iddia ederler.

Mata Hari, Fransızlar tarafından Şubat 1917’de tutuklanır, casusluk suçlamasıyla 15 Ekim 1917’de idam edilir.

Mata Hari’nin infaz sahnesinden görüntüler

Mata Hari, idam edileceği sabah, hücresinden alınarak cezaevi bahçesine götürülür. O, cesur bir şekilde infazcılara meydan okur. Direğe bağlanmamak için çaba gösterir ama başarılı olamaz. Gözleri mendille sıkı sıkıya sarılır. Mata Hari, bir fırsatını bulur, infaz timine onlarla dalga geçer gibi eliyle öpücük gönderir. Ateş açılır, anında can verir.

NAZİLER VE FİZİKSEL/ZİHİNSEL ENGELİLER

Nazi ideolojisi; saf kan, kusursuz Aryan Irkını yeniden canlandırma ve dünyaya hükmetme ideolojisi üzerinde yükselmiştir. Toplumdaki kusurlu (!) bireylerin yok edilmesi için harekete geçerler. 1939 yılında “T4 Euthanasia / Aktion T4” olarak bilinen bir programı acımasızca uygulamaya koyarlar.  Amaç, zihinsel ve fiziksel engellileri “yaşamaya değmeyen yaşam” sloganı altında sistematik olarak öldürmek ve yok etmektir. (“T4”  ifadesi, bu programın tasarlandığı büronun Berlin’deki sokak adı olan “Tiergartenstarasse 4” ismine atfen verilmiştir.)

Nazilere göre, engelliler toplumun önünde bir “engel” ve Aryan Irkının genetiğine bir tehditti.

Toplama kampına götürülen fiziksel ve zihinsel engelliler

Toplanan engelliler, ya toplama kampına götürülüyor, orada gaz odalarına kapatılıp kitle halinde öldürülüyor ya da zehirli iğneler enjekte edilerek bazen de açlığa terkedilerek yok ediliyorlardı. Bunun için yetiştirilmiş özel doktorlar, hemşireler ve hasta bakıcılar vardı. Elbette doktorlar, Hipokrat Yemini gibi etik sorumlulukları göz ardı ediyorlardı.

Program, önce engelli çocuklar üzerinde uygulanır. Ölüm dozları enjekte edilir ya da çocuklar açlığa terk edilirler.

Daha sonra yetişkin engelliler de hedef alınır. Toplanan engelli sayısı fazlalaşınca, Naziler, engellileri toplama kamplarında gazla öldürüp ardından cesetleri yakarak yok ediyorlardı. Naziler, bu şekilde kazandıkları tecrübeyi çok geçmeden Yahudilere uygulayacaklardı.

Naziler, 1939-1941 yılları arasında engellileri yok etme programını acımasızca devam ettirirler. Ancak zamanla kamuoyunda tepki oluşur. Katolik Kilisesi Piskoposu, muhalefetin sesi olarak vaazlar verir. Bunun üzerine Hitler, 18 Ağustos 1941 tarihinde programa son verildiğini ilan eder. O ana kadar 50 bin engelli öldürülmüştür. Ancak Naziler sözlerinde durmazlar; savaş bitinceye kadar engellileri gizlice toplayıp sistematik olarak öldürmeye devam ederler.

Hitler, engelli olan kuzenini de ölüm kampına göndermekte tereddüt etmemiştir.

Hitler’in engelli kuzeni  

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir