Değerli Okuyucular:

İsrail-Hamas savaşı tüm şiddetiyle devam ediyor. “Anti-Semitism” yani Yahudi düşmanlığı tüm dünyayı kıskacına almış durumda. İlginç bir şekilde bu dalganın en güçlü hissedildiği ülke, ABD’dir.

“İlginç” diyorum çünkü ABD hem Yahudi lobisinin en güçlü olduğu hem de Yahudi karşıtı gösterilerin en yaygın olduğu ülke konumundadır. Birçok üniversite derslere ara vermek zorunda kalıyor, sınavlar erteleniyor.  İşyerlerinde, mahallelerde, sivil toplum örgütlerinde hatta Hollywood’daki aktör ve aktrisler arasında gerginlik, sataşma ve tartışmaların sonu gelmiyor.

Yoğun anti-semitism, dünyada ilk kez yaşanmıyor. Hitler, Yahudi düşmanlığını siyasi stratejisinin merkezine oturtmuştu. İlk cildini 1925’te yayımladığı Mein Kampf (Kavgam) isimli kitabında Yahudileri, kaybedilen Birinci Dünya Savaşının ve yaşanan ekonomik krizin sorumlusu olarak gösteriyor, “Almanya ve Avrupa Yahudilerden temizlenmedikçe huzur ve rahata kavuşmayacaktır,” diyerek Yahudiler için “nihai çözümü” yani “toptan yok etmeyi” öngörüyordu. Bu sözüne bağlı kaldı. İktidara gelir gelmez, 22 Mart 1933 tarihinde Dachau Toplama Kampını açarak Yahudi avına çıktı.

Nazilerin ilk toplama kampı: Dachau Toplama Kampı

Çok geçmeden anti-semitism tüm Avrupa’yı kucakladı. Yahudi nüfusu barındıran ülkeler “Bizi Yahudilerden kurtar” diyerek bir anlamda ülkelerini Hitler’e teslim ettiler. Hitler, anti-semitism propagandasını ustaca kullanarak kısa sürede kıta Avrupa’sını kontrolüne aldı. Anti-semitism propagandasını yaygınlaştırırken, dünya da kendiliğinden iki cepheye bölündü. İkinci Dünya Savaşı artık kaçınılmaz olmuştu. Kısacası, anti-semitism dünya savaşı için bir bahane oldu.

Bugün, gerekçesi haklı veya haksız olsun, dalga dalga yayılan bir anti-semitism propagandasıyla karşı karşıyayız. Süper güçler ikiye bölünmüş durumda: Bir yanda; ABD, Avrupa Birliği, NATO, Japonya, Güney Kore, Tayvan, Hindistan; diğer yanda, Rusya, Çin, İran, Pakistan ve Kuzey Kore. Her şey bir kıvılcıma bağlı. Gerçi Rusya-Ukrayna savaşıyla cepheler yavaş yavaş belirmeye başlamıştı. Şimdi artık saflar çok net. Ülkesinde Yahudi nüfus olmayan Çin ve Kuzey Kore gibi ülkeler bile anlaşılmaz bir şekilde Yahudi düşmanlığını devlet medyasında seslendiriyor, bu cepheleşmeyi hızlandırıyorlar.

Diğer yandan, Türkiye dahil birçok ülke dikkatli adım atmakta, net bir pozisyon almaktan kaçınmaktadırlar. NATO üyesi Türkiye, İkinci Dünya Savaşı yıllarında olduğu gibi zor bir ikilemle karşı karşıyadır. Tek umudu, uygun zamanda arabuluculuk diplomasisini harekete geçirmek, böylece taraf olmaktan kurtulmaktır.

Şimdilik, büyük güçler kendilerine bağlı grup veya devletleri “piyon” olarak öne sürmekte, onları vekaleten kullanmakta (vekalet savaşı), böylece karşı tarafın gücünü test ederek bir anlamda kendi eksiklerini anlayıp, bunu hızla tamamlamaya çalışmaktadırlar.

İşte böyle zamanlarda akla, ünlü matematikçi John Nash’in geliştirdiği “Oyun Teorisi” gelmektedir.

Oyun teorisine son halini veren ünlü matematikçi John Nash

OYUN TEORİSİ (Game Theory)NEDİR?

Oyun teorisini David Ruelle, “Rastlantı ve Kaos” isimli kitabında şöyle özetler:

“Varsayalım, birden fazla sığınağın bulunduğu bir savaş alanındayız. Ben sığınakta, siz de bir uçakla tam üstümde daireler çiziyor ve tepeme bir bomba bırakmak için fırsat kolluyorsunuz. Normalde bombadan korunmak için çevremdeki en sağlam sığınağı seçmem ve orada saklanmam gerekir; sizin de normalde yapabileceğiniz en doğru iş benim en iyi sığınağı seçmiş olabileceğimi düşünerek orayı bombalamaktır. Bunu bildiğim için benim o denli sağlam görünmeyen ikinci sığınağı seçmem gerekmez mi? Eğer ikimiz de çok akıllıysak olasılıklara dayanan stratejiler izleriz. Örneğin ben çevredeki çeşitli sığınaklar arasında bana en fazla kurtulma şansı verecek özelliklere sahip olanları arar, bundan sonra nereye saklanacağımı belirlemek için yazı-tura atar ya da gelişigüzel sayılardan oluşan bir liste kullanırım. Siz de beni vurma şansınızın en yüksek düzeyde olduğu sığınağı belirlemek için benzer biçimde olasılıklardan yararlanırsınız. Bu size saçma gelebilir ama ikimiz de akılcı davranabiliyorsak yapacağımız budur. Doğal olarak ben hareketlerimi gizlemezsem sizin işiniz kolaylaşır, buna karşılık siz de nereyi bombalamayı tasarladığınızı bana sezdirmemeye çalışmalısınız.”

Oyun teorisi, önce ekonomide, özellikle oligopol (aynı ürünü satan birçok firmanın olduğu durum) piyasalarda kullanılmıştır.

A ve B isimli iki araba üreticisi firmayı ele alalım: Varsayalım her iki firma da elektrikli arabayı ilk kez piyasaya sürmek için yarış halindeler. A firması, eğer ilk adımı atıp arabayı piyasaya sürerse, pazar payının tamamını kapacağını düşünür. Ancak bir endişesi vardır: Eğer B firması, hızlı davranmayıp elektrikli arabayı daha iyi geliştirdikten sonra piyasaya girerse, acaba bu durum lehine mi aleyhine mi olacaktır? Belki de B firmasının arabayı geliştirmek için bir projesi yoktur. Eğer bu doğruysa ilk ürünü piyasaya getiren kazançlı çıkacaktır. İşte böyle durumlarda, Oyun Teorisi yardıma koşmaktadır. Eğer her iki firma da “ilk hamleyi karşı taraf yapsın” diye beklerse, kendiliğinden bir “denge” oluşacaktır. Bu kez başka bir sorun ortaya çıkar: Ne A ne de B firması bu kadar masraftan sonra “dengede” olmaya rıza gösterecekler mi? Arabalarını piyasaya sürmeden öylece kalacaklar mı?

Bu gibi çıkmaz durumlarda günümüzde Oyun Teorisine başvurulmakta, çözüm ihtimalleri değerlendirilmektedir.

***

İkinci Dünya Savaşı yıllarında atom bombası ve uzun menzilli nükleer başlıklı füzeler yoktu. Bu nedenle oyun teorisi, uluslararası siyasette kendisine uygulama alanı bulmadı. Zaten o yıllar bu teori de henüz tam olarak geliştirilmemişti.

Şu anda süper güçler, oyun teorisine kilitlenmiş durumdalar. İlk nükleer hamleyi yapmak kârlı mı zararlı mı olacak, sorusu tarafları derin hesaplara itmiş durumdadır.

İran, bir hafta önce, açık bir şekilde, “Eğer İsrail, Gazze’yi işgale kalkarsa füzelerle vuracağız,” diye tehdit etti. İsrail, Gazze’yi işgal etti ama İran’dan ses yok. Bunun nedeni “korkaklık” değil, İran’ın oyun teorisinin öngördüğü sonuçları kestiremediğindendir.

Kısacası, şu anda dünyanın ve insanlığın kaderi, Nash’in geliştirdiği “oyun teorisine” indirgenmiş durumdadır.

İKİNCİ BÖLÜM

IĞDIR’IN İLK AMERİKALI GELİNİ CLAUDETTE (KLODET) ARAS HANIMDAN HEPİNİZE SELAMLAR

“Mazlum ile Claudette (Klodet)” isimli kitabımı okuyan okuyucularım Claudette Aras’ın kim olduğunu bilirler.

Bilmeyenler için kısa bir not düşmek isterim:

Bir zamanların Iğdır’ında Bağır Aras isimli zengin bir Azeri tüccar şatafatlı bir hayat sürüyordu. 1924 doğumlu oğlu Mazlum Aras’ı en iyi okullarda okutmaya kararlıydı. Bağır Aras, ilkokulu Iğdır’da tamamlayan oğlu Mazlum’u, İstanbul’daki Saint-Joseph Fransız Lisesine gönderir.

(Soldan sağa) Bağır Aras, ortada gözlüklü Nihat Erim (CHP Genel Sekreteri), sağ başta Rıza Yalçın (Iğdır CHP İlçe Toplantısı, 1950) Not: Bu toplantıda Rıza Yalçın, Bağır Aras’ın yerine CHP İlçe Başkanlığına seçilir.

Mazlum, orta ve liseyi bu okulda yatılı okur. İTÜ Makine Mühendisliğini kazanır. Mezun olunca, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bursunu kazanıp ABD’ye gider. Claudette ile tanışır, evlenir. Mazlum, Iğdırlı olup da ABD’ye giden ilk öğrencidir. Bu nedenle Claudette ile evliliği Iğdır’da heyecan yaratır. 1950’li yılların Iğdır’ında Mazlum ve Claudette isimleri masal kahramanları gibi Iğdırlıların hayallerini süsler. Çiftin Aysel ve Nuran isimli iki kızı olur.

Claudette, Mazlum ve kızları Aysel

Mazlum Aras, 20 Mart 1980 günü kalp krizi geçirip vefat etti. Külleri, Florida’daki bir şamandıradan Atlas Okyanus’una serpildi.

1932 doğumlu Claudette, bugün Oregon Eyaletinde, hayat arkadaşı Edgar ile birlikte, bir ormanın içinde, insanlardan uzak bir evde tek başına yaşamaktadır.

Claudette (Klodet)

91 yaşındaki Claudette ile düzenli olarak yazışıyorum. Son e-mailinde Iğdırlılara sıcak selamlarını iletiyor. Kedisi Neko’yu kaybettiği için çok üzgün. Neko, 19 yıl hayat sürmüş. Bir kedi için uzun bir ömür. Gözü yaşlı Claudette, Neko’yu bir dağın tepesine, tıpkı Kızılderili geleneğinde olduğu gibi, gömmeden açıkta bırakarak son yolcuğuna uğurluyor.

Neko, dostluk kurduğu bir ceylanla ormanda gezinirken

Claudette, bir yandan görme yetisini kaybeden hayat arkadaşı Edgar’la ilgileniyor bir yandan da vitray (renkli cam parçalarını kurşunla sabitleme) sanatıyla yeni eserler vermeye devam ediyor. Bugünlerde kışa hazırlık yapıyor. Şömine için odun siparişi veriyor, bahçesinde sonbahar temizliği yapıyor.

Claudette, savaşlara, özellikle İsrail-Filistin savaşına çok üzülüyor. Bir zamanlar Mazlum ile birlikte yaşadığı Lübnan’daki iç savaş günlerini hatırlıyor. Sahip oldukları evi, eşyaları olduğu gibi bırakıp kaçmak zorunda kaldıkları o günler hala hafızasında canlı olarak yaşamakta…

Claudette, haklı olarak savaşın her an bölgesel veya dünya savaşına evrilebileceği korkusunu taşıyor. “Horrible, unthinkable situation! Man’s inhumanity to Man never ceases, (Korkunç, inanılmaz bir durum! İnsanın insana düşmanlığı asla sona ermiyor)” diyerek insanoğlunun vurdumduymazlığına isyan ediyor.

Claudette, vitray tekniğiyle yaptığı son eserinde savaşları protesto ediyor. Bu çalışmasında; dar kafalılığı, fanatizmi, acımasızlığı ve savaş seviciliği temsil eden kocaman, çirkin bir yaratık, savaş karşıtı masum insanları ölüm şimşekleriyle korkutup sindirmektedir.  Gök Tanrısı ve kuşlar kızgınlar… Çaresizler… Tıpkı bizim gerçek savaş karşısında çaresiz kalmamız gibi…

 

Claudette’in savaşları protesto eden son vitray çalışması

Claudette, daha önceleri de politik mesaj veren vitray resimleri yaptı. Bunlardan birisi de Mahşerin Dört Atlısı (The 4 horsemen of the Apocalypse) isimli çalışmasıdır. Bu vitrayda resmettiği dört atlıya soldan sağa şu isimleri verir: Black Lives Matter (Siyahilerin hayatı önemlidir), Covid, Trump ve Küresel Isınma. Arka planda, tepedeki şehir de “The shining city of the hill” adıyla ABD’nin başkenti Washington DC’yi temsil etmektedir. Claudette, bu devasa eseri için binlerce cam parçası kullanmıştır. Bütün bunları 90’lı yaşlarda başardığını söyleyerek yaratıcılığın önünde bir engel olmadığını ayrıca belirtmek isterim.

Claudette Hanımın, politik mesaj içeren ünlü çalışması: Mahşerin Dört Atlısı

Claudette, insanoğlunun acılı günlerini simgeleyen birçok çalışmaya imza attı. Bunlardan birisi, belki de en yürek yakıcı olan, “Cry me a lilly” isimli vitray çalışmasıdır. İngilizcede sıkça kullanılan, “Cry me a river” (İstediğin kadar ağla) özdeyişini anımsatacak şekilde “Cry me a lilly” adını verdiği bu çalışmasının anlam çevirisi “Zambak dolusu ağla!” şeklinde çevrilebilir. Bugün dünyamızda yaşananları özetleyen anlamlı bir çalışma.

Claudette’in “Cry me a lilly” isimli vitray çalışması

***

Claudette, kızı Nuran’ın kedisi Snowy’in resimlerini benimle paylaşarak yakın zaman önce sonsuzluğa uğurladığı sevgili Neko’suna olan hasretini bir anlamda unutmaya çalışıyor.

Iğdır’dan ve Türkiye’den kucak dolusu sevgiyi Claudette Hanıma, kızları Aysel ile Nuran’a iletiyorum.

                        Claudette’in kızı Nuran’ın sevimli kedisi Snowy

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir