Son zamanlarda hemen her ortamda, yerli yersiz türlü çeşit sebeplerle hemen herkes herkesten, her şeyden şikâyet eder olmuştu…Kimi reel politik mülahazalarla yapılan maksatlı şikayetler, her daim rastlanan yurdum fanilerinin tarzı siyaseti kapsamında anlaşılır olsa da giderek marazi bir hal alan serzeniş ve şikayetler sanki patolojik bir vaziyete doğru seyretmekte idi.

Ekranlarda arzı endam eden kurulumlu sözüm ona uzmanların telkinleriyle; kırılgan,  tekinsiz ekonomimizin, ummanda kasırgaya tutulmuş oradan oraya savrulurken ve her defasında neredeyse buzdağına toslamış meşhur Titanik gemisinin hazin sonuna dönüşmekten kıl payı kurtulan buhranlı seyri karşısında; borsa, döviz, arsa, emlak gibi geleneksel yatırım enstrümanları ve şu nevzuhur sanal paralar (ne demekse) arasında şaşkınca gezinen ve her defasında en hayati ihtiyaçlarından bile feragat ederek, elindeki/cebindeki birini bin etme telaşıyla, yatırım enstrümanları arasında  birinden ötekine koştururken, öteden beri bu mecraların kül yutmaz harami ağababalarınca gadre uğrayan “tul-i emel”(1) sahibi yurdum fanilerinin, “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olan” halipürmelali/yerlerde sürünen acınası zelil hali karşısında duyduğumuz teessür ve kederle kahırlanıp sövüp sayarken bulurduk kendimizi, çokça.

Meşşedi, cigarasının dumanını Ağrı Dağı’na doğru üfleyip gençlere nasihat ederken

Çetin memleket meselelerinden, eli böğründe kalmış civanların  narin ince mevzularına kadar hemen her konuda başı sıkışan, bağrı yanan herkesin yamacına gidip sözü kelâmıyla yüreğini soğutup teskin olduğu pirimiz Meşşedi’ye varıp bu hazin vaziyeti sual ettiğimizde, melamimeşrep Meşşedi; yine söze başlamadan önce, her defasında yaptığı üzere, sakosunun cebinden çıkardığı, Kirmanşah sedef kakmalı tabakasından, Şairin sarı yâr zülüflerine benzettiği halis Adıyaman tütününden baş parmağı kalınlığında bir dal cıgarayı sarıp üst üste iki fırt çekip dumanını heybetli Ağrı’nın  her mevsim karlı buzullarla kaplı yüceltilerine doğru üfürdükten sonra  başladı söze, tirata…

Anadolu’da otağ kurmuş nice kadim medeniyetin en gümrah demlerinde, “çok, daha çok, en çok” olana sahip olma yarışı ile başlayan tefessüh/çürüme/yozlaşma iz ve emarelerinin zamanla toplumsal bünyede nasıl metastaz yapan habis bir ur’a dönüşerek toplumu mefluç edip zevalini getirdiğini hayli dokunaklı hadiseler ve antik alemden günümüze nice kahırlı ibretnüma meselle, mitolojik anlatıyla ve  Çiftçi Pahom’un (2), insan balasının hırs tamah, hasetle yaşamını nasıl zehrettiğine dair o hazin hikayesiyle anlatmıştı.

Çiftçi Pahom, “Burası da benim, burası da benim, ” diyerek açgözlülükle yürürken

Yamacında soluklanan civanların merak ve keyifle sözüne kulak hatta yürek kesildiklerini görünce, mevzuyu fanilerin, tamahkâr, zehlekâr yanlarına işaretle; kadim asırlardan süzüle gelen insani kazanımlara dayanan etik/ahlaki normları, asgari insani değerleri edinemeyen insan balasının, hırs ve hasetle en ziyankâr hayvandan daha beter daha fena, fesat, kötü/kötücül hallerine, Kelâm ı Kadim’deki ifadesiyle “Bel’am” a (3) dönüşen garabetinden bahisle, “İnsan aceleci, nankördür ve ol sebeple de hüsranda ziyandadır…” diyerek, yine o müşfik eda ve çehresinden eksik etmediği tebessümde saklı yüreğine oturan onca ukde ile uzun uzun anlatmıştı…

Esasen Meşşedi özetle diyordu ki yakın uzak çevremize baktığımızda, gördüğümüz şu mütemadiyen alma, toplama arzusu, biriktirme  isteği, bu  kanmak bilmez bir iştahla, şehvetle dünyalık yığma telaşımız, yiyemeyeceğimiz kadar erzak, giyemeyeceğimiz kadar kıyafet, kullanamayacağımız kadar eşya, binemeyeceğimiz binekler, oturamayacağımız evler, ömrümüzün yetmeyeceği yetişemeyeceği beyhude telaşlar…Kader planından  bihaber beşöyür, belengaz/beynava mikro hayatlarla uzun emeller, muhal hedefler, makro planlar…

Mesela asgari ücretin bir tık fazlası, zekât nisabının altında kalan geliriyle 95 (evet doksan beş) çift ayakkabısı olan, nerdeyse her sene bir ayakkabılık daha alarak, hane-i saadeti olacak ferah evini, hane halkına ve kendisine dar eden bir hanımın  halipürmelalini ya da müdür bir akrabanızın, üst düzey bir bürokratın dört bir yerden yığdığı sayısız kravatlarını düşünsenize demişti de şaşıranlar olsa da huzurda göz göze gelen adamların, kahir ekseriyetinin bıyık altı tebessümle bu misalleri onaylaması da hazin olmuştu…Meşşedi, bu sözleriyle insan balasının özellikle de cinsi latifin, çoğumuzun mustarip olduğu çul çaput, sunta biriktirme telaşına şu nevzuhur üç harfli marketlerin Salı indirimleriyle evlere yığılan kap kacak yığma yarışında modern zamanlarda giderek yaygın hale gelen ihtiyaçtan öte, parapsikoloji kliniklerinde ancak sebebini öğrenebileceğimiz bir maraza dönüşen o pabuç biriktirme garabetine dikkat çekiyordu, aslında…

Mevzunun hararetinden olacak ki Meşşedi bir ara sosyal bilimlerin kaygan zeminine, bu meyanda Ekonomi disiplini, sözüm ona dalıyla ilgili olarak yapılan hercai söylemlere, tanım ve tariflere dair de temelden itirazlarda bulunarak, yaygın kabullerin içerdiği sehiv ve hatalardan da söz ettiydi. Mesela özünde iktisadı, kanaat etmekten çıkarmak için adını Ekonomi olarak tebdil edip kutsadıkça kutsadıkları disiplini bile “Sonsuz ihtiyaçları sınırlı kaynaklarla temin etmeyi öğreten ilim dalı…” olarak tarif etmekteler. Oysa sonsuz olanlar, sonu fecaate çıkan arzulardı… İhtiyaç dediğin sonlu sayılı şey değil miydi diye ünlemişti ki…Hem aslolan yetinmek, olabildiğince nefsini tezkiye ederek iktifa etmek; dünyalık şeylerle arasına mesafe koyabilmek değil miydi?…Hayret, hayranlık ve hüzündaşlık üzere bir varlık olarak tarif edilen İnsana düşen az daha azla yetinmek iken, nice zamane fantazyasının karşı konulmaz tesiriyle kamçılanan tüketim arzularıyla bu beyhude “çok, daha çok, en çok” amansız yarışına giren beynava Kul Tanelerinin, yolun/günün sonunda heder olacağı mukadder değil miydi…

Uzun bir sohbetin, tiratın sonunda Meşşedi, sözü Butimar’ın hazin hikayesine getirip mevzuyu kuşun o ibretlik serencamı ile bağlamıştı:

Hasbihalin sonunda Meşşedi, yamacına toplanan ahaliye özellikle de herkesin alamadığının fakiri olduğu civanlara dönerek, Butimar’ın ibretnüma hikayesini; suya aşık, denize meftun/tutkun Butimar kuşunun kadim zamanlardan beri anlatılagelen o hazin hikayesini anlatmıştı: Hani her gün üstünde keyifle uçup, kıyısında gururla temaşaya durduğu, denize bakıp bakıp, “Bu deniz bir gün kurursa, no’lur halim; ben na’par ne içerim” diye içten içe endişeye kapılıp, bu miskince tamahı hazin sonunu getiren Butimar; kıyısından bir an bile ayrılmadığı, bir damlasını bile içmeye kıyamadığı denizin yanı başında susuzluktan ölen zavallı kuş; hırs ve hasetle tutuşan tamahından ölen beynava/belengaz Butimar…

Butimar kuşu, “Deniz kurursa ne içerim,” diyerek üzüntüyle uçarken

Ne diyordu Nağırçı Ewdo; tevazu, kanaat, marifet, sabır sükûnet ehli o güzel adamlar tek tek bırakıp gittikçe çor çorak oldu dünyamız; medyanın sosyaline insan balasının hadsizine kaldık…Boş verin, ilişmeyin “Goy desinler gollo da yâr yolunda can verip”. Hem “Nağır başa döndüğünde … Neyse olan zaten olacak olan değil miydi…

NOTLAR:

(1) Tûl-u/tul-i emel: Hırs, açgözlülük, tamah; bitmez tükenmez hırs ve arzu anlamında bir kavram olup, insan ömrünün asla kâfi gelmeyeceği kuruntular, hırs ve tamahla beslenen sonu gelmez/bitmek bilmez istekler, arzular…Tasavvufta, insanın hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya aşırı bir şekilde bağlanmasıdır.

(2) Pahom: Rus Edebiyatının mümtaz kalemi Tolstoy’un, Dünya klasiklerinde yerini alan “İnsan Ne İle Yaşar’ hikayesinde çiftçi Pahom’un şahsında insan balasının hırs hasetle yaşamını, nasıl zehrettiğine dair o ibretnüma hazin hikaye şuydu: Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. Uzak bir yerlerde, cömert bir ağanın/beyin kendisine gelip dediğini yapanlara karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için Pahom da Ağaya varıp talebini iletir. Essahtan da ağa herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. Pahom’a dönerek daha önce gelenlere dediği gibi “Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar katettiğin bütün yerler senin fakat, güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen şartıyla. Yoksa bütün hakkını kaybedersin.” Pahom, güneşin doğuşuyla beraber başlar yürümeye. Tarlalar, bağlar, bahçeleri geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziye de iştah kabartır ve onu da dolanmak ister. Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. Koştukça koşar, ama takati mecali kalmamıştır. Halsiz dermansız adımlarla yürümeye devam ederken, Pahom’un burnundan kanlar damlamaya başlar. Tam başladığı noktaya yaklaşmışken, Emr i Hak vaki olur, bir an yığılır yere ve bir daha kalkamaz…

(3) Bel’am: Mukaddes metinlerde geçen ibretlik hikayesiyle kötü/kötücül düşünce ve eylemlerin odağı olmuş bir şahıs. Dünyevî çıkar ve hesaplar için kutsalları dahil bütün değerlerini heba eden bir menfaatperest. Bildiği dini ve ilmi bilgi ve hikmetleri asıl gayesinden saptıran kimseleri temsil etmekte olan bir şer odağı.

Yine dini kaynaklarda Belam, nefsine yazık etmiş adamlardan biriydi. Devrindeki bütün ilahi kitapları tetkik etmiş, ilmi sahada otorite olmuş, ibadet ve taatıyla büyük bir şöhret kazanmıştı. Herkesin saygı duyup, hürmet gösterdiği bir kimseydi. Eğer bu iyi hasletlerini sürdürse kıyamete kadar öyle anılacak, geride yüce bir şan ve şeref bırakacaktı.

Ne var ki günün birinde, özünde taşıdığı kötülüklerin, nefsinde sakladığı pisliklerin esiri olarak şeytanın dostluğunu, Hakk’ın dostluğuna tercih etti. İlmini ve irfanını kötü işler için kullanmaya, bedduasını müminlere yöneltmeye başladı. Sebep ise gayet basitti: Bir takım kişi ve mihraklar ona mal, mülk ve servet va’detmişlerdi…

Bu geçici menfaatler Bel’am için bütün mukaddesatını fedaya yetti. Artık yıllarca uğraşıp kazandığı ilim kendisine hiçbir fayda vermeyecekti. Üstelik o, ilim gibi yüksek bir hazineyi küfrün ve zulmün hizmetine sunarak en büyük cinayeti işlemiş oluyordu. Nefsinde bulduğu büyüklük ve yücelme hissi, onu alçalttıkça alçaltmış, sefil bir hale düşürmüştü.

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir