ÖĞRETMENLİK GÜNLERİMDEN KESİTLER

06/09/2023

Emir Atasoy ve Akay Aktaş

12 EYLÜL İhtilaline meşruiyet kazandırmanın altyapısının döşendiği günler. İhtilal, geliyorum diyor ama siyasiler duymazdan öte aymazlık içindeler. Ya da içten içe ciheti askeriye gelse de, arımızla, itibarımızla hükûmet etmekten kurtulsak, bekleyişindeler.

Tarih 12 Mart 1980. Iğdır Atatürk Ortaokulu’nda Müdür Yardımcısıyım. Emir Atasoy da Müdür. Makam odasında ayakta sohbet ediyoruz. Ortaokul binası ile Endüstri Meslek Lisesi binası birbirine sınır.

Birden gençler ellerinde sopalar ile Endüstri Meslek Lisesi’ni Ortaokuldan ayıran duvarından Ortaokulun bahçesine atlamaya başladılar.

Mahallede ve o bölgede belli bir ağırlığım ve saygınlığım var. Neden olsa her aileden birisini okutmuşum. Ana babalardan sonra, şimdi de çocuklarını okutuyorum.

Koridora çıktım. Birçoğunu ailecek tanıdığım çocuklar.

“Ne oluyorsunuz? Nedir bu baskın edaları böyle?”

Öğrenciler koro halinde:

“Faşistler Iğdır Lisesi’nde bizim arkadaşları, ‘Burada Gomonistlere yer yok,’ diyerek dövüp okuldan kovmuşlar. Biz de buradaki faşistleri kovacağız.”

Önümden hızla geçen birkaç genç ellerinde sopalarla sınıfların kapısını açıp, tehdit ettiler. Öğretmenlerin çoğu yabancı. Hem yabancı olmasalar bile ne olacak ki… Çocuklar ağlaşa- bağrışa sınıftan dışarı çıktılar.

Gençlere  döndüm:

“Yahu bunlar bebek. Orta birinci sınıf öğrencileri. Bunlar baştan aşağı Lenin olsa ne olur, Hitler olsa ne olur.”

Zar zor sopalı gençleri binadan çıkardım ama curcuna devam edip durdu. Neyse ki son ders saati idi. Sabahçıların paydos zili çaldı. Çocuklar evlerine gitmek için yarış halinde binadan çıkıp dağıldılar.

Öğle saati olduğu için eve yemeğe gitmem gerekiyordu. Okul bahçesinden çıkıyordum ki bir grup gencin okulun önünde toplandığını gördüm. Beni görünce slogan atıp sataştılar:

“Sosyal Faşistleri bu okulda görmek istemiyoruz. Sosyal Faşistlere geçit yok!”

Beni darp etmeye cesaret edemiyorlar ama uzaktan uzağa da hınçlarını, kinlerini döküyorlar.

Okuldaki bu şamata şehirde duyulmuş. Bu arada Dörtyol Mevkiinde bir grup ülkücü genç toplanmış. Sıkıyönetim olduğu için şehir merkezinde fiili bir saldırıda bulunmaya cesaret edemiyorlar ama onlar da slogan atmaya başladılar.

“Komünistler Moskova’ya!”

Eh, her iki uç da beni suçladığına göre öğrencilerime karşı tarafsız birisiydim demek ki.

PATLAMA SESİ

1992-1993 eğitim yılı. Havalar soğumuş, kaloriferler yanıyordu. Muhtemelen Kasım veya Aralık ayı olmalıydı. Sabahçılar dağılmış, öğlenciler de bahçede sıra olmuşlar. İçeri alınacaklar. Ben ve Ekrem Baydar, giriş katındaki Muavin Odasında oturmuşuz.

Birden güçlü bir patlama sesi ile birlikte bina sarsıldı.

Ses, birinci kattan gelmişti. Ekrem ile ben fırladık, birinci kata doğru hamle yaptık. Ortalıkta müthiş bir sis, gaz ve duman var. Sınıfları  ve tuvaletleri kontrole başladık. Korkan, bayılan, yaralanan bir öğrenci olabilirdi. İki katı da gezdik. Çok şükür korkulacak bir şey yoktu.

Diğer öğretmen ve idareciler korkudan arazi olmuşlar. Ben ve Ekrem fahri nöbetçi olarak orta yerde duruyoruz. Tabii ne yapmamız gerektiğine de karar veremiyoruz. Derken Vali Şemsettin Uzun, yanında Emniyet Müdürüyle birlikte çıkageldiler. Parça tesirli el bombasının atıldığı kata çıkıp yerinde kontrol yaptılar. Ben ve Ekrem’de onlarla birlikteydik.

Emniyet Müdürü, hiç sormadan, olayın aslı astarı nedir bilmeden, hemen bize ama özellikle de Ekrem’e baktı, sonra da “Bu bombayı kimin attığını biliyorum. Onu yakalayıp, bu katta paspas gibi çiğneyeceğim,” diyerek, görevine ne kadar bağlı ve hukuka saygılı bir polis şefi olduğunu gösterdi (!). Ve her ikimize de çıkışarak “Kardeşim, ne biçim öğretmensiniz! Niye içeri aldığınızda arama tarama yapmıyorsunuz?” dedi. Acı acı gülümseyerek cevap verdim:

“Biz 1650 öğrenciyi tek tek arayarak mı sınıflara alacağız? Buna zaman yeter mi? Ve ne faydası olur ki! Bombayı atacak şahıs ki bu muhtemelen öğrenci bile değildir, normal kapıdan girer mi?. Bahçe duvarları bir metre yüksekliğinde bile değil.”

Sonraki günler bombayı atan yakalandı. Tabii ne öğrenciydi ne de okulla ilişkisi vardı. Ve tabii ki o dehşetli Emniyet Müdürü de dediği gibi yakaladığı genci paspas yapamadı.

TUZLUCA GÜNLERİ

Yıl 1982. Tuzluca Lisesi’ne tayin edildim. Okul Müdürünün odasında bana hangi sınıfların ve hangi derslerin verileceğini konuşuyoruz.

Akay Hoca, öğrencileriyle..

Müdür sordu:

“Lise son sınıfların edebiyat ve felsefe dersleri boş. Girer misin?

Şaşırmıştım:

“Niye girmeyeyim ki?”

Müdür hemen ekledi:

 “6 Edebiyat A, pek belalı ve yaramaz bir sınıftır da ondan.”

Cevap verdim: “Müdür Bey, Ankara Çankaya Lisesi gibi rahat bir lisede herkes öğretmenlik yapar. Marifet buradaki öğrencilere yararlı olabilmektir.”

Böylece 6 Edebiyat sınıfının, Edebiyat ve Felsefe dersleri bana verildi ama okul müdürü benim bu dersleri yürütebileceğimden kuşkuluydu.

Edebiyat sınıfının ilk felsefe dersindeyiz. Ben öğrencilere, “Her canlının ve özellikle de insanın belli güdüleri vardır. İnsanlar için bu, hava, su, yiyecek, uyku gibi temel ihtiyaçlardır. Bir de ikincil güdüler vardır: Barınma, giyinme, toplum içinde ön plana çıkma isteği gibi…”

Öğrenciler pür dikkat dinliyorlar. Böyle bir konuyu ilk kez duydukları ve böylesine bir bilgiye susamış oldukları açık seçikti. Öğrencinin birisi el kaldırdı, “Hocam, temel ve ikincil güdüye bir örnek verebilir misiniz?” diye sordu.

Açıklama yaptım:

“Varsayalım çok susamışsın. Bir bardak suyu mu tercihin edersin yoksa güzel bir kravat mı?”

Bu sırada sınıfın kapısı açıldı. Okul Müdürü, öğrencileri sınıfta sus pus ders dinler görünce şaşkınlık ve mahcubiyetinden, “Afedersiniz hocam, sınıfı boş sandım da…” dedi ve kapıyı kapatıp uzaklaştı.

Müdür, teneffüste beni odasına çağırttı:

“Hocam, o sınıfa ne yaptınız ki böyle sessizce ders dinliyorlar? Ben sınıfı boş sanmıştım.”

Öğretmen bir virtüözdür. Bir orkestra şefidir. Öğrencilerin dikkatini üzerine toplayabiliyorsa öğretmendir. Yoksa sınıfa girer girmez, “Sus! Otur yerine! Konuşmayın!” derse her kafadan bir ses çıkar.

Bir not daha:

28 yılda her gün traşlı, kravatlı ve illaki bakımlı olarak derslere girdim. Şimdi bir okula gitseniz kim öğretmen kim sivil kim görevli kim berduş, bilemezsiniz. Hepsi kot pantolonlu, yaka paça açık… Kirli sakallı, laubali tipler… Oktay Akbal’ın bir kitabının adıydı: ÖNCE EKMEKLER BOZULDU. Bence eğitimi bozdular.

20 günde civciv yumurtasından çıkmaz. Ama 1974 yılında Ecevit hükûmetinin Milli Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ’ın getirdiği bir uygulama ile lise mezunları 40 günlük kurslardan sonra ortaöğretime öğretmen olarak atandılar. Bu kırk günün bir haftası kayıt ve okulu tanıma ile geçmişti. Haftada iki günden, kırk günde on gün tatil günü olduğundan, geriye ne kaldı? 

22 günde öğretmen atayarak Milli Eğitimin temeline bomba konuldu. Bu kurstan diploma alan öğretmenin lise son sınıfı bırakın, ortaokul birinci sınıfa dahi ders veremeyeceği, bilgi ve pedagojik olarak yeterli olamayacağı gün gibi aşikar iken…

 

Benzer Haberler

2 Yorum



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir