NASRETTİN HOCAYI BİR DE BU GÖZLE OKUYUN

11/08/2023

Nasrettin Hoca bir gün eşeğine ters binmiş gidiyormuş. «Niye ters bindin?» diye soranlara, «Öğrencilerimle camiye gidiyoruz. Sırtımı onlara çevirsem birer birer kaçarlar, camiye tek başıma giderim. Onların arkasından gitmekte benim hocalık şerefime yakışmaz,» diye cevap veriyormuş.

Kim haklı?

Veya Sanşo Panşo: Don Kişot’un arkadaşı halkı temsil eden Sanşo Panşo’nun Nasrettin Hoca ile müşterek tarafları vardır. İkisi de zaman zaman son derece saf. Zaman zaman son derece akıllıdırlar. İkisi de zaman zaman büyük mevkiler işgal etmişler, Sanşo Panşo vali olarak mahkemeye bakmış, Nasrettin Hoca’da kadılık yapmıştır. Baktıkları davalar da içinden çıkılmaz şeylerdir. İkisinin de eşekleri ön plânda gelir ve zaman zaman bu eşeği kaybederler. Cervantes Don Kişot’ta Sanşo Panşo’nun eşeğini kaybettiğini unutmuş. Onu kaybettiği eşeğe bindirmiştir.

Yüreğimize su serptirecek bir nokta var. Nasrettin Hoca Sanşo Panşo’dan daha eskidir.   Zannedersem Sanşo Panşo’ya sorulan sorulardan biri.

Bir memlekette bir kanun çıkarmışlar. Bir dereden geçenleri sorguya çekiyorlarmış, eğer doğru söylüyorsa geçme izni veriliyormuş, yalan söylüyorsa derhal asıyorlarmış.  

Derken o memlekete bir yolcu gelmiş ve hâkimleri çileden çıkaran bir cümle sarf etmiş: «Beni asmanız için dereyi geçtim». Eğer adam asılırsa doğruyu söylemiş olacak ve haksız yere asılacak, eğer asılmazsa yalan söylemiş olacak ve bir yalancı memlekete girecek. Velhasıl içinden çıkılmaz bir durumla karşılaşmışlar Siz hâkim olsanız ne yapardınız?

Bunun cevabını bulana kadar benzer bir fıkra anlatacağım ve ikisinin çözümünü birlikte vereceğim.

Meşhur bir avukat bir öğrenciyi adam akıllı yetiştirir. Aralarında şöyle bir anlaşma yapmışlar: Öğrenci ilk davasını kazandığı anda hocasına borcunu ödeyecekmiş. Ama öğrenci avukatlık yapacak yerde ticaretle uğraşmış, böylece parayı ödemez olmuş. Hocası öğrenciyi dava ediyor. Öğrenci şöyle bir savunma yapıyor: «Eğer davayı kaybedersem anlaşmamız mucibince, eğer kazanırsam hükmü mucibince parayı ödememeliyim. Hocası ise, “Eğer davayı kazanırsam muhakeme kararı ile kaybedersem anlaşma gereğince parayı almalıyım,” demiş. “Siz hâkim olsanız ne yaparsınız? Bu iki mantık bilmecesinin bütün püf noktası zamanla meydana gelen gelişmeyi göz önünde bulundurmamış olmaları. Bir ağaç fidan halinde iken üzerine çıkacağımı iddia etmem yalan olabilir. Ama 20 sene sonra kocaman ağaca pekâlâ çıkabilirim. Eğer çıkacak takatim kaldı ise… Gençliğimizden biliriz ya!

Birinci davaya bakalım. Gelecekle ilgili hükümlerimiz çoğunlukla ne tam doğrudur ne de tam yanlıştır Bir ihtimal derecesinde doğrudur. Dereyi geçen adam ne yalan söylemiştir, ne de doğru söylemiştir. Bu bakımdan onunla yapılacak işlemin kanunda yeri yoktur ve adam kanun maddesine girmez. Bu bakımdan onunla yapılacak işlemin kanunda yeri yoktur ve adam kanun maddesine girmez. Eğer kanunda ne yalan, ne de doğru söyleyenlere ait bir hüküm olsaydı, adam ceza görebilir veya beraat edebilirdi. Yoksa bütün matematikçileri asmak gerekirdi.

Bertrand Russell matematiği şöyle tarif etmiştir : «Matematik öyle bir konudur ki hiçbir zaman ne hakkında konuştuğunuzu bilmezsiniz ve ne de söylediğinizin doğru olup olmadığını anlayabilirsiniz».

 Hâkim olsaydım öğrenciye davayı kazandırırdım, çünkü mukaveleye uygun hareket etmiştir. Öğrenci davayı kazandıktan sonra hoca ikinci bir dava açarak parasını alabilirdi. Birinci dava ile mukaveledeki hüküm yerine getirilmiş artık öğrenci ilk davasını kazanmıştır. İlk davasını kazanan öğrencinin mukavele mucibince borcunu ödemesi lâzımdır. Netice sebebe etki ediyor ve yeni bir durum ortaya çıkıyor.

Nasrettin Hoca şahitliğe çağrılmış ve dava buğday üzerinde iken arpa çuvallarından bahsetmiştir. Kadı:

«Sen ne biçim adamsın, dava buğday davası, ama sen arpadan bahsediyorsun» deyince, Nasrettin Hoca: «Maksat yalancı şahitlik olduktan sonra ha buğdaydan bahsetmişim ha arpadan, ne çıkar?» diye cevap vermiştir. Böylece esas gayesine varmıştır: yalancı şahitlik yapmamak, doğru bildiği yoldan ayrılmamak.

DÜNYANIN EN AKILLI ADAMI

Bir keşiş Nasrettin Hocanın bulunduğu şehre gelir. Dünyanın en akıllı adamını arıyormuş. Nasrettin Hocayı karşısına çıkarırlar. Keşiş bir daire çizer. Nasrettin Hoca bir çizgi ile bunu iki eşit kısma böler. Keşiş bu çizgiye ortasından bir dik çizer. Nasrettin Hoca dörde ayrılmış olan dairenin üç kısmını işaret eder. Keşiş parmaklarını birleştirerek yukarıya doğru birkaç el hareketi yapar. Nasrettin Hoca ise aynı hareketleri yukardan aşağıya doğru tekrarlar. Keşiş: «Evet» der kendi diliyle, «Gerçekten dünyanın en akıllı adamını buldum: Dünya yuvarlak mıdır?” diye sordum. Hem de ortasından ekvator geçer diye cevap verdi. “Dünyanın kara su oranı ne kadardır?” diye sordum. Dörtte üçü sudur, diye cevap verdi. “Bu su buharlaşırsa ne olur?” diye sordum. Yağmur şeklinde tekrar yeryüzüne döner, diye cevap verdi.

Bir de olayı Nasrettin Hocadan dinleyelim : «Bu adam oburun biri. Bana bir tepsi baklava gösterdi, yarısı benim olacak, dedim. Baklavaları dörde böldü. Bu sefer dörtte üçü benimdir, dedim. El ile işaret ederek alevi alttan hafif gelmeli, dedi. Ben de üstüne fındık fıstık ekersek çok nefis olur, dedim».

Aynı işaretlerin çeşitli şekillerde yorumlanabileceğini anlatması bakımından çok ilginç bir fıkra. Ayrıca acı bir yönü var: Batı bilimsel düşünceyi benimsemişken, bizim fikir seviyemiz mideden yukarı çıkmıyor demek isteyen sert bir tenkit. Diğer bir yönü de «Dervişin fikri ne ise zikri de odur» sözünü hatırlatması.

Nasrettin Hocaya sormuşlar: Niye insanlar sabahleyin işe giderken her biri ayrı bir istikamete gidiyor? «Bunu bilmeyecek ne var? Hepsi bir yöne gitse dünyanın dengesi bozulur,» diye cevap vermiş.

EŞEĞE BİNMEK VE EŞEKTEN İNMEK

Nasrettin Hoca’nın 11 eşeği varmış. Eşeğe binince hep 10 sayıyor, kendi bindiği eşeği unutuyormuş. Eşekten inince bu sayı 11’e yükseliyormuş. Sevinçle eşeğe biniyor, bakıyormuş ki gene 10. Kaçan 11’incisini aramak istiyormuş, eşekten inince bakıyormuş ki gene eşekler 11.

Çoğumuz bindiğimiz eşeği saymayı unutmasak bile, kendimizi saymayı unuturuz. Yani içimizde ortaya çıkan değişmeleri hesaba katmıyor, bunları dış âleme yüklüyoruz.

Dış ve iç dünyalar sandığımızdan çok daha fazla iç içe girmiştir. 

Orhan Veli’nin Dalgacı Mahmut şiirinde şu mısralar var:

Gökyüzünü ben boyarım

Her sabah.

Bu satırların en şaşılacak yönü kelimesi kelimesine doğru oluşlarıdır. Bilmem Orhan Veli doğru söylediğinin farkında mı idi? Denizi maviye, kitabı kırmızıya, ağaçları yeşile boyayan bizleriz. Bunun gibi çeşitli boyaları da renklendiren bizleriz. Radyoyu seslendiren, taşın sertliğini, kadifenin, saçın yumuşaklığını duyan bizleriz. Gözlerimle görmeseydim inanmazdım sözü yanlıştır. Beynimle görmeseydim inanmazdım sözü daha doğrudur. Eğer gözlerimizle görseydik cisimleri ters ve ikişer ikişer görecektik. Çünkü cisimlerin hayalleri ters olarak ve her göze ayrı ayrı geliyor. Gözden gelen bilgileri değerlendiren beynimizdir. Dünyamıza renk, şekil ve buut katan beynimizdir. İşin garibi ışık gözümüze geldikten sonra etkisi orada biter. Beynimize giden ışığın gözümüzde yaptığı değişikliklerdir. Bu değişiklikler görme sinirleri ile beyne iletilir. Bu siniri kesersek artık göremeyiz. Beynin görme merkezi bölgesi yaralanırsa gene göremeyiz. Yani demek isliyorum ki dış âlemden gelen bilgileri duyu organları vasıtası ile alıyor, onları kendimize göre değişik bir şifre ile yorumluyoruz. Gördüğümüz dış âlem değil, kendi şifremizdir. Bu şifreye o kadar alışmışız ki onu dış âlemden ayıramıyoruz. İspat edilemeyen fakat mutlu olan bir olay var: İnsanlar ve memeliler benzer şifreler kullanıyor. Köpeğin dünyası renksizdir, ama şekilleri bizimkilere benzer. Tıpkı renksiz filim seyrettiğimiz zamanlarda olduğu gibi.

Ramazanın 40’ıncı günü: Nasrettin Hocanın sınır koyma ile ilgili ve haberleşme teorisini en çok ilgilendiren hikâyesi bence Ramazanın 40’ıncı günü fıkrasıdır.

Nasrettin Hoca Ramazanın kaçıncı günü olduğunu unutmamak için, her gün bir köşeye bir taş koyuyor. Bunu gören kızı işin hızını beğenmemiş olacak ki avuç dolusu taşlar ilâve ediyor. Nasrettin Hoca Ramazanın kaçıncı günü olduğunu öğrenmek isteyenlere cevap vermek için taşları sayınca başına gelen felâketi anlıyor. Hiç bozmadan : «Bugün Ramazanın 40’ıncı günü» diye cevap veriyor. «Nasıl olur ?» diyorlar, «Ramazan en çok otuz gün sürer». «Gene ben insaflı davrandım», der Nasrettin Hoca, «Taşlara inanacak olsaydık, 120 demem gerekecekti.»

TERAZİ BİLMECESİ

27 para içinde, sahte ve hafif olan birini bulmak için en az kaç tartım yapmalıyız? Nasıl yapacağımıza bakalım: önce paraları 9’luk 3 gruba ayırırım. İki grubu terazinin kefesine koyarım. Kefelerden biri hafif gelirse, aradığım para o gruptadır. Kefeler eşit gelirse, aradığım para tartmadığım gruptadır. Paranın bulunduğu grup 27’den 9’a düşmüştür. Bu sefer 9’lu grubu, 3’lü üç gruba ayırır ve aynı şekilde gruplardan ikisini tartarım. Neticede aradığım para üçlü gruplardan birinde bulunur. Bu grubu da teker paralık 3 gruba böler ve iki parayı tartarım. Biri hafif gelmişse aradığım para budur. Paralar eşit ağırlıkta ise, aradığım, tartmadığım paradır.

DÜŞMESEYDİM ZATEN İNECEKTİM

Nasrettin Hoca eşeğiyle gidiyormuş. Derken dengesini kaybedip düşmüş. Etrafındakiler gülmeye başlamışlar. Bunun Üzerine Nasrettin Hoca: «Ne gülüyorsunuz? Düşmeseydim zaten inecektim!» diye cevap vermiş.   

BAĞDAT MEKTUBU

Nasrettin Hoca’ya bir mektup yazması rica edilmiş: «Ben Bağdat’a gidemem» diye cevap vermiş. «Bağdat’a gitmeni istiysen kim ?» demişler. 

«Sadece senden mektup yazman istendi. Bağdat’a gidecek olan mektuptur».

«Yazım o kadar çirkindir ki onu benden başkası okuyamaz. Yazarsam, okumak için Bağdat’a gitmeliyim,» diye cevap vermiş Nasrettin Hoca.

Nasrettin Hocanın eksi kavramı ile uğraştığını gösteren örnekler vardır: Minareleri nasıl yapmışlar sorusuna : «Kuyuları doldurup tersine çevirmişler,» cevabını vermiştir. Bunun gibi, «Beni tersine gömün, kıyamet kopunca her şey tersine döneceğinden, hemen ayaküstü kalkarım,» demiştir. 

Nasrettin Hoca’nın fıkraları haberleşmenin önemini belirten örneklerle doludur.  Fikir olarak bilimsel hayatın, iş hayatının, toplumsal hayatın bugünkü akışında, enerjiden ziyade haberleşmenin önemli olduğuna parmak basmıştır.

Bakınız Nasrettin Hoca’nın bir fıkrası bunu ne kadar güzel dile getiriyor:

Bir gün Nasrettin Hoca bir ciğer almış gidiyormuş. Arkadaşı ciğer yahnisinin nasıl yapıldığını tarif etmiş. Hoca da bunu bir kâğıda kaydetmiş. Ağız tadı ile bu yahniyi nasıl yiyeceğini düşünürken, bir çaylak belirip ciğeri kapıvermiş.

«Nafile» demiş Hoca «Ağız tadı ile bir ciğer yiyemeyeceksin. Bunun tarifi bende duruyor»

Nasrettin Hocanın çocukluğunda her şeyin tersini yapmak huyu varmış. Babası köprüden geçmesini sağlamak için: «Oğlum köprüden değil de dereden geç,» demiş. Nasrettin Hoca derhal dereye dalmış «Bir kere de seni dinliyeyim, baba,» demiş.

Bir Eserin Şaheser Olması Yanlış Anlaşılması ile Mümkündür:  

Ruhu ayrı mı kabul etmeli? Yoksa bedenin ayrılmaz bir parçası mı? Tıpkı bir müziğin plâğın ayrılmaz bir parçası olması gibi. deneysel bir cevap verilememiştir. Ama sibernetiğin genel temayülü tek kabul etme eğilimidir. Bu eğilim -doğru veya yanlış olsun- bilimsel deneyler yapmak ve sonuçlar almak için daha pratiktir. Bilim ruhu ayrı olarak yakalayamadığı, onunla özel deneyler yapamadığı, tartamadığı için vücuttan ayrı olarak yok saymaya eğilimlidir

Nasrettin Hoca’nın Kitap Okumasını Öğrenen Eşeği: Eğer işin şekil tarafı ile uğraşılırsa bir eşek de pekâlâ kitap okumasını öğrenir. Nitekim Nasrettin Hoca bir eşeğe kitap okumasını öğreterek, Pavlov’un yıllarca sonra bilimsel bir şekilde ortaya çıkardığı olayı sezmiş olduğunu göstermiştir. Padişah eşeğine okuma öğretecek adama bin altın vaat eder. Eğer başaramazsa kellesi gidecektir. Nasrettin Hoca: «Bana 6 ay müsaade edin ben eşeğe kitap okumasını öğretirim.» demiş. Nitekim 6 ay sonra eşek kitabın karşısına çıkıp sayfaları birer birer çevirmiş. Herkes hayret etmiş; nasıl başardığını sormuş. Nasrettin Hoca: «Her bir yaprağa birer arpa koyup önce sayfaları ben çevirdim. Yavaş yavaş yaprakları kendi çevirip arpaları yemeğe başladı. Bir süre sonra içinde arpa olsun olmasın kitap görünce yaprak çevirmeye alıştı.» diye açıklamıştır. Bu fıkranın iki yönü var: Şekil olarak birçok olayları eşeklerin bile taklit edebileceğini anlatır.  

VE BİR KÖPEK DENEYİ: Elips – Daire

Pavlov’un benzer bir deneyi ilginçtir. Bir hayvana daire gösterilerek yemek verilmiş. Bu deney defalarca tekrarlanarak hayvanın salyası yalnız daire görmekle akıyormuş. Aynı hayvana elips göstererek elektrik cereyanının etkisi altında bırakılıyormuş. Uzun denemelerden sonra hayvan elipsi cereyansız da görse kaçar duruma gelmiş. Hayvana hem elipse hem de daireye ayrılamayacak kadar benzeyen bir şekil gösterilince hayvan adet çılgına dönmüş ne yapacağını bilemiyormuş; bir salyası akıyor, bir hırslanıyormuş. İki şık arasında kalmak o kadar sıkınma, doğru karar verme yolları öğretilmelidir.

Pavlov bahsini kapatmadan önce onunla ilgili bir fıkra anlatalım. Kafeste bulunan bir fare yanındaki arkadaşı ile konuşuyormuş : «Bizim profesör amma da şartlanmış. Yemek getirmesi için sarı düğmeye basmamız yetiyor». Çoğu zaman kimin kimi şartladığı hiç belli olmuyor.

Bir insanın kafatasını açmışlar ve beynin belirli bölgelerine numaralı işaretler koymuşlar. Aynı noktalara ince platin tellerle elektrik cereyanının verilmesi aynı hatıraların canlanmasına sebep oluyormuş. Örneğin 6 No’lu noktada bir zenci şarkısı, 7 No’lu noktada bir gezintinin hatırası canlanıyormuş.

Bu tip deneyler, hafızanın bir yerde kazılı olduğu ve beynin dağılması ile yok olacağı düşüncesini uyandırır. Böylece beyin dışı ruh olmayacağı kanısına vardırabilir. Ama olay başka şekilde de yorumlanabilir. Tıpkı radyo düğmesinin çevrilmesi gibi. Radyodan ses çıkması, merkezin radyo içinde olduğunu ispat etmez. Bunu ruhun varlığına inananlar rahat etsin diye söylüyorum: kendi inancım değil.

Nasrettin Hoca bir şalvar almaya karar verir. Satıcı ona şalvarı verdikten sonra vazgeçtiğini, yerine bir cübbe alacağını söyler. Satıcı, cübbenin parasını ister. «Yerine şalvarı verdim ya» der Nasrettin Hoca. Satıcı: «Ama şalvarın parasını vermediniz». «Şalvarı almadım ki parasını vereyim» diye cevap verir Nasrettin Hoca.

Nasrettin Hoca bir yolcu ile birlikte bir hana uğramış. Hancı bir tek balıktan başka yenecek bir nesnesi bulunmadığını söylemiş. Bunun üzerine Nasrettin Hoca «Ben balığın başını yemek isterim», demiş.

«Balığın başını yiyen akıllanıyor».

«Yok,» demiş yolcu «Başı ben yiyeceğim, niye sen akıllanasın?»

Nasrettin Hoca kibar davranıp bütün balığı yemiş başı yolcuya bırakmış. Yemeği bitiren yolcu «Ama, ben aç kaldım» demiş, «Bütün balığı sen yedin.» «Nasrettin Hoca hemen cevabı yapıştırmış.» «Gördün mü nasıl akıllandın?» 

AZ SAYIDAKİ PARMAKLAR

Nasrettin Hoca çok acıkmış, 5 parmağını daldırarak yemek yiyormuş.«Niye 5 parmağınla yiyorsun ?» diye soranlara «6 parmağım yok da ondan» diye cevap vermiş.

Nasrettin Hoca ağaca binmiş, bindiği dalı kesiyormuş. «Aman», demişler, «düşeceksin bindiğin dalı kesiyorsun». Hoca aldırmamış ve kesmeye devam etmiş. Sonucu hepimiz tasarlayabileceğimiz için fıkrayı burada kesebiliriz. Ama acaba bu fıkranın çok derin bir anlamı yok mudur? Bize uygun yolu gösterenle, ters yolu göstereni tam ayırabiliyor muyuz? Bize doğru yolu gösterene sırt çevirip aksi istikamette yürürsek bindiğimiz dalı kesmiş olmaz mıyız? Doğru yol derken işi ahlâk açısından alıyorum sanılmasın.

Bir bakıma arkadan gelebilecek erozyonu hesaplamadan ormanlarımızı tüketirsek bindiğimiz dalı kesiyoruz demektir. Bir eğitim sistemi de eğer gayesine uygun yeni kuşaklar yetiştirmezse bindiği dalı kesiyor demektir. Eğer bir ülke ihtiyacını iyi hesaplamadan kimyager, mühendis, doktor yetiştirir ve bunlar yetiştikten sonra memleketin genel gelişmesi aynı seviyede olmaz ve onlara çalışma imkânı sağlayamazsa, en kıymetli elemanlarını ne yapacağını bilmez halde bırakırsa bindiği dalı kesiyor demektir.

LABORİT’e göre ne işçi ne de işveren sınıfı kalacaktır. Çünkü işçinin elinde çalışmadığı için para bulunmayacak ve otomatik makinelerle bedavadan ucuza mal üreten işverenler de bunları bedavadan dağıtma zorunluğunu duyacaklardır. İktisadi temelini değiştirmiş olan dünyada harp lüzumsuz olacak. Böylece birbirlerine kardeşçe davranan insanların dünyası tek bir dünyaya dönüşecektir. İnsanların tek bir uğraşları olacak gerek sanatta gerekse bilimde araştırma yapmak…O halde uzak bir istikbale göre yeni kuşaklar yetiştireceksek araştırıcılar yetiştirmeliyiz. Bu pek uzak bir istikbal olduğuna göre hiç olmazsa şimdilik eksik olan araştırıcı kadrolarımızı tamamlamaya bakalım. Buna paralel olarak bu araştırıcıları kullanacak kuruluşların iktisadi olarak kalkınması ve araştırma yapması bir lüks değil, bir gereklilik olduğu zihniyetinin yayılması lâzımdır.

LABORİT kadının da gittikçe daha çok erkeğe dönüşeceğini yani erkekçe davranacağını ve çocukların da tüplerde veya kavanozlarda yetişeceğini ileri sürüyor. Bunu yapacak makineler yapılmışken, kadının 9 ayını araştırmadan ayırıp böyle bir uğraşa vermesi yazık değil mi?

Biraz abartmalı olan bu görüş kadın haklarını savunduğu için taraftar bulabilir. Özetlersek, otomasyondan doğan endişeler insan neslinin biyolojik gelişmesinin teknik gelişmesi kadar hızlı olmaması yüzünden ileri gelmektedir.

Bu hız farkına bildiğim kadar ilk olarak H.G. WELLS dikkati çekmiştir. Henüz biyolojik olarak çocukluktan kurtulmamış insan neslinin eline kâhillerin kullanması gereken korkunç silâhlar geçmekte ve atom bombası örneğinde gördüğümüz gibi hiç de iç açıcı sonuçlar vermemektedir.

Bunun suçu bilimin değildir. Bilim ürünlerinin kötü şekilde kullanılmasını sağlayan dar görüşlü politikalarındır. Bu konuyu terk ederken bir hint atasözünü hatırlatalım : «İnsanın eline cennetin anahtarları verilmiştir. Fakat aynı anahtarlar cehennemin kapılarını da açar». 

AÇLIKTAN ÖLEN EŞEK

 Nasrettin Hocanın eşeği çok arpa yiyormuş. Nasrettin Hoca arpaları azalta azalta hayvanı alıştırmaya başlamış. Sonunda tam hayvan açlığa alışıyormuş ki ölüvermiş. Bunun nedenini bir türlü anlayamamış Nasrettin Hoca.

Biz insanlar da her türlü işten fazla bıkkınlık getirdiğimiz için önce yürümeyi atlara bıraktık, atların yerini motorlar aldı. Şimdi mantık problemlerinin çözümünü makinelere bırakıyoruz. Elle yapılan işlerin çoğunun otomatikleşmesi de cabası. İnsanın yapmakla öğündüğü işlerin çoğunu, çok daha kolaylıkla makineler yapıyor. Makine ile insan arasındaki fark gittikçe azalıyor. Düşünürler sormaya başlıyor: Makine nerede? İnsan nerede? İnsan bir makine midir? İnsanın makine olması biraz da ölmesi demektir. Makinelerin ölü olduğunu biliyoruz. Acaba insanlar da ölü birer makine midir? Ya da daha komiği makineler canlı yaratıklar mıdır? Benzer sorulara cevap ariyan Bronowski insan bir makine değildir, diyor. Çünkü iç muhaveresi vardır, içinden konuşur ve yaratır. İnsanlar tabiatı dinler ve ona hâkim olmak için yeni bağıntılar kurar. Bu bağıntılar sanat eserlerinde de vardır, bilim eserlerinde de. Yaratma daima çelişki ve çok anlamlılıkla birlikte gider. Çünkü tabiat çelişkilerle doludur. Ancak bilim adamları çelişkiyi ortadan kaldırmak için çaba harcarlar. Sanatkârlar ise çelişmeyi saklarlar. Sanatın yaratıcılığı bozulmadan diğer kafalara seslenir.

Bilim adamının yaratıcılığı bittiği anda bilgisini aktarmak için ona çelişkisiz bir elbise giydirir, mantık kisvesine büründürür.

Bronowski gibi, insanın makine olup olmadığını soran Aurel DAVİD, sonunda sibernetiğin öleceğinden söz açar. Sibernetik bütün işleri üzerine alan makineler yaratıldığı an ölüme mahkûmdur. Sibernetiğin ölüp ölmeyeceğini bilmiyoruz. Nasrettin Hoca ölürse. Gerçek insan Nasrettin Hoca ölürse… Yani demek istiyorum ki insanlar gülmeyi unuturlar, sevmeyi unuturlar, dostluğu unuturlar ve makineleşirlerse… Nasrettin Hocanın insan yanını unutup makineleşirlerse, yaratamazlarsa, kendilerinden bir şey veremezlerse…

İşte o zaman büyük kıyamet kopacak.

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir