Gündelik hayatın hayhuyu içinde yakın uzak çevremizde, ev aile yaşamından iş ortamına, vatandaşlık haklarıyla muhatap olunan kamu yönetiminin her kademesine dek hemen her alanda yaşanan, kimi doğrudan şahit olduğumuz hak/hukuk ihlalleri, başta kadının yaşamak hakkı olmak üzere doğrudan varlığına yönelen şiddetle,  temel hak ve hürriyetleri tehdit eden, yer yer dayanılmaz kahırlı boğucu etkileriyle olup biten ya da sürgit devam eden ve giderek her alanda yaygın halde yaşanan, kimi fecaate varan hak, adalet arayışları, kimi akim kalan haklı/haksız, yerli/yersiz sonu gelmez ah vahlar, serzenişler, şikayetler…

Bir kısmı mübalağalı hatta maksatlı da olsa ağırlıklı olarak ahalinin maşeri vicdanında adalet duygusunun zedelendiğine dair değerlendirmeler; adalete olan güvenin sarsıldığı; adaleti tesis etmesi beklenen/istenen makam ve mercilere olan itimadın zayıflamasının toplumsal yaşamda güven bunalımına yol açtığına dair haber ve yorumlar karşısında tek tek hepimizin şu Dünya çölünde ancak, en korunaksız, en güvensizimiz kadar güvenli olduğumuz hakikati ile tek tek hepimizin bu hususta meseleyi sahiplenmemiz, vatandaşlık hukuku ve hassasiyetiyle sorumluluğumuzu kuşanmamız gerektiği ortadadır.

Yurdum fanilerinin bu hali pürmelalden yana hak ve adalet arayışlarından meyus, mahzun kahırlanıp efkârlanan, olur olmaza celallenip öfkelenen fanileri teskin ederek vaziyeti hale yola koymak her zamanki gibi sözü avazı ile yine köyümüzün emektar Naxırçısı Meşedi’ye düşmüştü; metruk mütevazı köy kahvesinin bahçesindeki salkım söğüdün gölgesinde, geç ikindi vaktinin nice şaire/ressama ilham olan hoşluk huzur deminde,  “Hele toplanın yamacıma gadasını aldıklarım,” diyerek atasından yadigar “eli belinde” figürlerle tezyin edilip bezenmiş kilimin üzerine koyduğu yer minderinde bağdaş kurup söze başlamadan önce, her defasında yaptığı üzere, sakosunun cebinden çıkardığı, Kirmanşah sedef kakmalı tabakasından Şairin, sarı yâr zülüflerine benzettiği halis Adıyaman tütününden baş parmağı kalınlığında bir dal cıgarayı sarıp, üst üste iki fırt çekip dumanını heybetli, azametli Ağrı’nın her mevsim karlı buzullarla kaplı yüceltilerine doğru üfürdükten sonra,

‘Burası Dünya iki gözüm, burada hüzün esas, neşe istisnai idi,’  diyerek başlamıştı söze ve peş peşe sıralamıştı Anadolu söz Üstadı zatları; nedense kaç zamandır anmadan geçmediği o delişmen adam Sakallı Celal’i, günün gün ortasında elinde fenerle “Adam arıyorum, adam..” diye ünleyen Sinoplu Diyojen’i, benzer manaları terennüm eden Abderalı Demokritos’u, Pir Sultan’ı, Şeyh Bedreddin’i, Dadaloğlu’nu, Yozgatlı Fenni’yi, Bayburtlu Zihni’yi hatta Bayezidli Keremê Gor’dan, Kellêhemolu Nağırçı Ewdo’ya dek söz avaz ehli nice kudretli zattan bahsetmiş; onların eserlerinden, deyişlerinden örnekler verip  Anadolu’nun kadim irfan geleneğinde, “diklenmeden dik durmanın” erdeminden uzun uzadıya bahsetmişti.

Meşedi, cigarasını tüttürürken gençler ilgiyle dinliyor 

Sözlü kültürümüzün ses bayrakları bu serdengeçti zatların hayatlarından, dünyalık hiçbir dert telaş içine düşmeden zor zahmet zamanlarda güç, kudret odaklarına karşı aldıkları vaziyetten, eğilip bükülmeyen “Hüseyni” duruşlarından, dergâh/bargâhlardaki söz sohbetleriyle ahaliyi nasıl aydınlatıp teskin ettiklerinden bahsettikten sonra, zamanın  dehrinde çokça anlaşılamayan bu kıymetlerin,  ahaliden dönemin reel politik beklenti ve endişeleriyle vaziyete ram olmuş her dem mebzul miktardaki akmaz/kokmaz “neme lazımcı” belengaz/beynava takımı o lüzumsuz güruhun yer yer tarizlerine, tacizlerine maruz kaldığını da yazıklanan bir hüzünle andıktan sonra sözü misak-ı milli hudutlarından öteye tee asırlar öncesi kıta Avrupa’sına, Prusya dolaylarına  taşıyarak  Büyük Frederik II ile ihtiyar değirmenci arasında geçen ve İnsan balasının  hak adalet arayışında müthiş bir darb-ı mesele dönüşen o hikayeye getirmişti…

Ve bu şirin öyküyü anlatmadan önce insanın adalet tutkusuna dair kısa bir girizgâhta bulunmuştu; hani özünde, Hakk’ın içine üflediği nefesle, ruhla vicdan, izan, hak adaletle donanan insan balasının Tanrıyla muhataplık sırrına, ancak yek diğerinin hakkına hukukuna halel getirmeden, dahası tanıklık ettiği hak hukuk ihlaline kayıtsız kalmadan, hak adalet arayışına/yakarışına kulak hatta yürek kesilerek aksiyoner bir şahitlikle O’nun rızasına, hoşnutluğuna erilebileceğine işaret etmiş; ancak bu suretle, Kabil’in/Katilin evlatlarının türlü kötü kötücül fena fesatla, yek diğerinin ekmeğine aşına kan doğrayıp zehrolduğu Dünyayı yaşanır kılabileceğimize; hemcinslerimize yönelen her türlü haksızlığa karşı nerede olursa ve kimden gelirse gelsin elimizle, olmadı dilimizle mani olmamız asgariden kalben buğz ederek tavır almamız gerektiğinden, aksi bir tutumla yek diğerine karşı kayıtsızlığımızın,  nemelazımcılığın yol açtığı fecaat halini de  Hamburglunun fıkrası ile taçlandırmıştı.

HAMBURGLUNUN FIKRASI

Hitler Faşizminin kıta Avrupa’sını kasıp kavurduğu yıllarda Hamburglu bir Yahudi ile çok iyi elbise dikmekle meşhur, mahir bir terzi olan bir Alman yakın dostturlar. O günlerde de Naziler, Almanya’da kötülüklerini yoğunlaştırmış ve Yahudileri gettolara, oradan da kamplara götürdüklerine dair haberler ortalıkta kol gezmekte. Hamburglu Yahudi de kime ne kadar güvenebileceğini, kimden sakınması gerektiğini anlamak amacıyla senelerdir ahbabı terzi dostuna gider, der ki:

“Duydun mu dostum, Naziler Yahudileri ve terzileri topluyorlarmış.”

Terzinin korkudan beti benzi atmış; tamam Yahudileri anladık da terzilerin ne suçu var canım, der. Bu garip hatta garabetli cevaba yazıklanıp öfkelenen Hamburglu Yahudi, “Be hey haysiyet, şeref fukarası vicdansız, benim ne suçum var ki götürsünler”, diyerek onca yıllık dostluğuna son verir.

Bu ibretli fıkranın Anadolu kadim söz irfan geleneğindeki en güzel anlatısı, yakın-uzak çevremizde hak bilmez, hukuk tanımazların gadrine uğrayan Kul Tanelerinin feryadına, mağdur/mazlumların yakarışına kayıtsız kaldığımız, her defasında daha ağır tekrar eden nice olay ve durum karşısında, her yitimin dahasına fazlasına gebe halleri anlatan meşhur “Sarı öküzü vermeyecektik” darb-ı meselimizdi galiba…

Yamacına toplanan gençlerin sabırsızlığına daha fazla dayanamayan Meşşedi, ahalinin adalete olan inancını ve bir sebeple işi düştüğünde hak arayışında müracaatı halinde adaleti tesis edecek olan yargı makamlarına, özellikle hakimlere olan güvenin verdiği esenlik ve huzurla Kralın karşısında eğilip bükülmeden hatta deyim yerindeyse Kral’a ayar veren ihtiyar değirmencinin o şirin dokunaklı hikayesini ne de güzel anlatmıştı.

Asırlardır anlatılagelen hikâyeye göre, Prusya Kralı II. Frederick 1750 yılında bir kır gezisinden dönüşte Berlin yakınlarındaki Postdam’dan geçerken, bir yeri çok beğenir ve adamlarına orada kendisine bir yazlık saray yapmaları emrini verir. Kralın adamları gösterilen mevkiye gidince, saray yapılması istenen yerde bir değirmen olduğunu görürler. Dünyanın yedi harikasından biri olarak bilinen, Babil Asma Bahçeleri’nden mülhem bir görkemle yapılması istenen Saray için o değirmenin yıkılıp oradan kaldırılması icap eder. Gidip değirmenin kapısına dayandıklarında karşılarına çıkan ihtiyar değirmenciye, kralın değirmeni satın alacağını söyleyip kaç para istediğini sorarlar. Fakat değirmenci, satışa yanaşmaz adeta Nuh der peygamber demez ve bu işe rıza vermez. Kralın adamları değirmen için rayicin çok üstündeki tekliflerde bulunsalar da çabaları beyhude kalır.

Büyük Frederik, değirmenciyi ikna etmeye çalışırken

Kralın buyruğunu yerine getirememenin mahcubiyeti ile Saraya eli boş dönen adamları, ihtiyar değirmencinin cüretinden bahisle vaziyeti öylece Kral cenaplarına anlatırlar. Kral, adamlarını geri çeviren değirmenciyle bizzat konuşmak istediğini söyler. Ertesi gün yaşlı değirmenci derdest edilerek âli huzura çıkarılır. Sorarlar anlatır:

“Değirmen bana atamdan kaldı, ben de onu çocuklarıma bırakacağım. Kral için bile olsa, değirmenimi satmaya razı değilim” dese de Yeke Frederick kafaya koymuş bir defa, “Unutma ki ben Kralım, boşuna inat etme! İstesem tek kuruş vermeden de değirmenine el koyabilirim. Hem sen neyine güveniyorsun ki böyle beyhude ayak direyip inat edersin be adam” deyince, Değirmenci tarihe geçen ve asırlardır anlatılagelen o muhteşem cevabı verir:

 “Asıl sen unutma Kralım! Berlin’de Hakimler var, artık. Değirmenimi, rızam olmadıkça alamazsınız. Hiçbir güç, hiçbir kudret, Kral bile olsa Adaletten üstün değildir,” der ve ortalık adeta buz keser.

 İhtiyar değirmencinin bu haddi aşan sözleri karşısında, bütün gözler krala çevrilir; çok hiddetleneceği, öfkeden adama zarar vereceği, zindana atacağı düşünülür. Fakat Kral, bu sözden hiç alınmaz gücenmez aksine,  hayli hoşnut olur. Zira düşünceye, bilgiye, hak ve adalete inanan, her zaman adaleti titizlikle gözeten bir kral olmak, hak ve adalet üzere bir hükümdar olarak anılmak istiyordu, O. Ülkesi Prusya’nın, hukuk devleti haline gelmesini, gücün değil hakkın, güçlünün değil, haklının mahkemelerde galip gelmesi gerektiğine inanıyor, bu yolda yaptıklarıyla çürümüş yargı düzenini sonlandırmak, mahkemeleri ıslah etmek için canla başla çalışıyordu.

İhtiyar değirmenci ile yaşadığı bu olayda, ülkesindeki ahalinin Krala karşı bile olsa, mahkemelerin adaletine, hakimlerin vicdanına duyduğu şeksiz güveni bizzat yaşayarak gören Büyük/Yeke Frederick’in; ülkesinde adaleti hakim kılmak yolunda gösterdiği gayret ve çabalarının meyveye durduğunu görmenin tarifsiz huzuruyla mest û sermest, dahası klasik sinemamızdaki replikle söylersek, dünyada çok az hükümdara nasip olacak mutmain bir yürekle ziyadesiyle mesut, bahtiyar olduğunu da ekleyerek sözü, sohbeti keyifle bağlarken; Kralın, bu hoşnutlukla tarihe geçen şu sözü söylediğinden de bahsetmişti, Meşşedi :

Hiçbir güç, hiçbir kudret, hiçbir iktidar kral bile olsa adaletten üstün değildir. Hiç kimse adaletin üstüne çıkamaz.”

Prusya Krallığı ayakta kaldıkça, bu değirmenin ihtimamla gözetilip korunmasını isteyen Yeke Frederick’in, dost ahbap ortamında, yüksek adalet tutkusunu şu sözlerle anlattığı da rivayet ediliyordu:

“Adalet, her sabah, buğusu üstünde tüten sıcacık bir ekmek kokusu gibi gelirdi, bana…”

Zamanı aşan hikâyesi ile o mütevazı, metruk değirmen, hâlâ orada, sarayın böğründe şirin, zarif bir adalet abidesi olarak duruyor. Bugün Almanya’da ve dünyanın muhtelif coğrafyalarında adalet arayışındaki insanların umudunu zinde tutan her anlatıdaki “Berlin’de hakimler var” sözü adeta bir darb-ı mesel olmuş ve sözler arasında yeri, ağırlığı ile daima bir Değirmenden ziyadesi ile huzurla ve umutla anlatılagelmiştir.

Günümüzde, Dünyanın dört bir yanından Berlin’e gelen ziyaretçilerin, yaşadıkları coğrafyalarda çokça hasretini duydukları “Adalet” duygusuna kulak hatta yürek kesildikleri görkemli hikayesiyle önemli bir uğrak yeri, ciddi bir turistik destinasyon olarak hizmet veren Potsdam’daki tarihi Babil Asma Bahçeleri’nden esinlenen muhteşem Sanssouci Sarayı’nı ve böğründeki mütevazı şirin Değirmen’i imkânı olan dostlar muhakkak görmeli; o yan yanalıkta saklı hoşluk huzur demini keyifle solumalı…:

“Adalet bana her sabah, sıcak bir ekmek kokusuyla gelirdi.

Saray ve arkasında o meşhur değirmen. Prusya(Eski Almanya)

 

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

1 Yorum


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir