Kemani Mehmet Yılmaz Öğretmenden “Sessiz Olun Ders Yaparım haa” ya Eğitim Serüvenimiz

05/08/2023

Dün sosyal medyada gezinirken Sürmeli Çukuru’nun has kalem/kelâm erbabı Üstad Mücahit Hun Beyin face’deki “İRFAN ZEKİ YILMAZ İLE MUHABBET” başlıklı yazısını okuyunca, bir döneme damgasını vuran genç Cumhuriyetin meşalesi mesabesindeki  Köy Enstitüsü menşeli muallimlerin mesleki donanımları ve özverili gayretleri ile türlü yokluk ve yoksunluklarla malul, mahzun  Anadolunun dört bir yanında ne umutlar yeşerttiklerini özlemle hasretle yad ettim. Zaten Üstad da ilkokul arkadaşının babası merhum Kemani Mehmet Yılmaz’ı aynı hislerle, minnetle  anıyordu…Söz konusu yazının altına yorumlarıyla katılan her dem civan yüzlerce öğrencisinin, hasbi minnet ve şükran hisleri sanırım cümle öğretmenin gıpta ettiği ve her öğretmenin belki de en büyük arzusu idi…

 

Sayın Hun’un, “Keman tutkunu öğretmenim Merhum Mehmet Yılmaz, büyük bir değerdi. Kemanını yanından eksik etmezdi. Derse başlamadan önce kemanını çıkarır, keman yayını özenle eline alır, tellere ustaca dokundurur, bizleri kısa bir süreliğine başka bir dünyaya davet ederdi. Senfoni müziğe olan aşkım da böylece başlamış oldu…” satırlarını okurken bir dönem her anlamda Hayata “Hayat” olan ne muazzam öğretmenlerin rahle i tedrisinde yetişme şansı bulmuş, eğitimde fırsat eşitliğini iliklerine dek yaşamış yurdum civanları, meğer..Sonra ne olmuş nasıl olmuşsa, birkaç on yılda sanki aramızdan asırlar geçmişçesine çöl/çorak demlerde eğitimimizi ikmal etmişiz hissiyle aklım/gönlüm bulandı. Esefle hatırladığım şu birkaç hatıramla, sanki bir başka diyarda çok başka bir zamandan geçmişiz hissine kapıldım ve çalakalem o yazının altına bu meşum nahoş hatıralardan bir kaçını ruhumuzda yol açtığı tahribatı geç de olsa yüzleşmek lüzumu ile deregem şerh düşünce Hocam da zarafet gösterip yamacına davet etmiş oldu.

 

Bir has Azeri balası hemşehrimiz Üstad Y.Bülent Bakiler’in:

 

“Ben Anadoluyum…
Yıllar yılı susuz kaldım, yıllar yılı aç…

Şükrederek, kalktığım sofralarımda
Ya soğan ekmek olurdu yahut bulamaç.

Zaman zaman nankör çıktı büyütüp okuttuğum,
Gölge vermedi çok kere diktiğim ağaç…

Ben Anadoluyum, acılı, mahzun;
Bende bitmez tükenmez dert kulaç kulaç.”

diyerek anlattığı türlü yokluk yoksunluklarla cebelleşen Anadolunun dört bir yanında birce takım elbisesiyle yollara revan olup hiçbir mazerete sığınmadan yurdun dört bir yanında, karanlığı aydınlatan Cumhuriyet meşalesi misali esaslı  bir öğretmenmiş: Kemani Mehmet Yılmaz…

 

“Üstadım bu hatıranızı okurken oyyy ne aydınlık günler yaşamış seleflerimiz dedim…Onca yokluk yoksunluk içinde ne muazzam ne idealist muallimler geçmiş Sürmeli Çukuru’ndan dedim, gıptayla, hasretle.. Yanında hiç eksik etmediği kemanıyla yüreğe/dimağa dokunan tınılarla derse başlayan, Cumhuriyetin meşalesi mesabesindeki O has Adamı hürmetle ve minnetle yad ederken, kendi muhterem muallimlerimi andım derin bir teessürle…Kederle ..O meşum 80 senesinde gecikmeli orta okula başlamışız. Hani,. Evlerde//iş yerlerinde 5’li silahşörlerin boy boy resimleri…Sonradan 4 ayda patates yetişmez ama öğretmen olunur yurdum fanilerinden en yerli/milli taifeden öğretmenlerimiz…Yek diğerinden acı hazin misallerle ne accaiplerdi öyle…Hatırladıkça acıyla tebessüm ettiğimiz; ne de olsa kahır/keder zamanla öfkeden arınmış damıtılmış bir hüzün halini alırdı ya… Müzik adına, asla bir enstrüman olmayacak olan o meşum flütle bitivermişti zaten bedii sanatlara dair müzikal yeteneğimiz..O derdest edilip günler aylar sonra kimi üç numara tıraşla ancak dönebilen kimi yıllar sonra, kimi bir daha okula dönemeyen öğretmenlerimizin yerine milli yerli birkaç joler öğretmen adeta “genel tababet” faslında her derse girer, öğretmenlikten gayrı kasaba ölçeğindeki canlı hayvan pazarından ot/saman alverine kadar cümle ticaretle uğraşan takımından en garabetlisi, mesela öğretmen masasında iş telaşlarıyla ilgili alacak verecek hesaplarıyla, kasa nakdi ile herdem meşgul, o meşhur repliği ile  “Ede Sessiz oturun, yoksa Ders yaparam haaa… diyeni en muzip en meşhuru idi gestapo şefleri gibi Okulun Cümle kapısında elinde makasla bekleyenleri saymazsak tabii. İdarecilerin nezaretinde bu zevat her sabah önünden geçip sınıflara yöneldiğimizde, ellerini saçlarımızda gezdirip bir tarifsiz hevesle alnımızdan ense köküne doğru kiminde iki numara tıraşın bile kurtaramadığı yivler ve simetrik kazımalar yaparak ne yaman cengaverler olduklarını cümle ahaliye ispat ederlerdi …Civanların ruhunda ömrünce unutulmayacak olan travmaların müsebbibi aslisi olduğunu hiç düşünmeden…Pedagojik nosyonun asgarisini gözetmeden hem de…Ve daha acısı en gesteposunun bir süre sonra müd. yrd sı hatta müdür baş yard.sı olduğunu görünce bu garabet vaziyetlere tenezzül ve tevessül etmeyenlere de tersinden rol model olurlardı..

Orta okuldan  üniversite sınavına gireceğimiz haftaya kadar ki sınav için ağırlıkla bir başka şehre/Erzurum a gidildileceği için bir parça uzasın tarağa gelsin saçımız, biraz daha özendiğimiz hafta bile bu tekmil traş garabeti ile tepemizde açılan yiv/hatla Erzurum da gülünç hallered düştüğümüz o hazin hali de hiiç unutamadığımızı  35 sene sonra ortaokul lise arkadaşlarıyla yaptığımız Başkent Buluşmasında, çoğu arkadaşımızın anlatımında, sözüm ona bu disiplin garabetinin ruhunda yol açtığı yıkım öylece okunuyorduu, maalesef.

Hele o Cuma akşamı başta köy dolmuşuna yetişme telaşındaki öğrenciler olmak üzere cümle civanların milli hislerini zedelediğini düşünmeden, kendisini orkestra şefiymiş gibi takdim edercesine Lisemizin o görkemli platformuna çıkıp yaptıklarıyla yüreğimize eza cefa olan o zatı da hiç unutmadık. Efendim kozmetik endüstrisinin henüz ulaşmadığı doğunun da doğusundaki lisemizde, yaşıyla beraber seyrelip dökülen tepesini kapatmak için kulak üstünden uzattığı kenarlardan tepesini tahkim ettiği saçlarının “elegez yönünden”  ters rüzgarla havada dalgalanıp durmasıyla oluşan nahoş/gülünç vaziyeti, orkestra şefi  Maestro taklidi garip  el kol hareketleriyle sanki ritim tutturuyormuş gibi düzeltirken birkaç işgüzarın tebessümü üzerine, kış ayazında bilmem kaç tekrarla İstiklal Marşını okutarak, köy dolmuşunu kaçırmamıza ve eli böğründe şehirdeki bir yakınımıza sığınmamıza sebep olan o iki zatı hiiiç unutamamıştık..

Ahh o Köy okulu serüvenimiz…Hepi topu iki öğretmenin sabah akşam bizi iki ayrı Kıbleye ram olmaya yönelik telkinleri hatta dayatmaları..Birinin diğerini tekzip eden anlatımı, tutumu ile ikisini de idare etmeye çalışacak kadar reelpolitik müktesebata vakıf olamamaktan ve hane ahalisinin tesiriyle nasıl iki cepheye durduğumuzu ve köyümüzün Çamış gölünün kurumaya yüz tutan balçık çamuruna ya da yeni yeni yapılan betonarme evlerin çimento derzine nasıl chp ve üç hilal yazıp bu mekanları adeta pano kılarak yaptığımız kavgaları ve dahasını… Ve daha hazin olanı; ilk okulda, bana ansiklopedi seti ve kitap getirteceği vaadi ile babacığımdan aldığı bir koç parasını şehir kulübünde ezen ve köy ahalisinden aldığı borcun üstüne yatmakla maruf, tekelden alıp ( ya da cinni rızo ya aldırıp)/ köy dolmuşunun arka koltuğunda siyah poşetle lojmana taşıdığı ol mai ile köyde dile düşen o muallimden ve dahasından söz edesim oldu…Yanisi…hayli hazim demlerdi sizden sonrası Üstad..

(Bir sonraki yazıda ise meslek etiği ve onuruyla vazifesini yapan, fedakâr rol model öğretmenlerimi anlatacağım inş. Her meslek mensubunda rastlanan keyifsiz nahoş hallerin öğretmen camiasında en az görülen olduğunu teslim ederim. Mevzu öğretmenden açılınca, Şairin,” Bütün renkler eşit hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler…” dediğ üzere, yoktu birbirimizden farkımız aslında..

selam hürmetle.

NOĞUL YEMEZ MEŞŞEDİ

 

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir