KAN BAĞI MI CAN BAĞI MI DİYE SUAL ETMİŞTİ MEŞŞEDİ

Herkes, herkesten rahatsız, herkesten müşteki: bitmek bilmez şikayetlerle bedbin, meyus, umutsuz, mutsuzdu…Bilhassa kan bağı ile aralarında yakınlık/akrabalık olan fanilerin, yek diğerinden yana her geçen gün artan sitemleri, serzenişleri, şikayetleri …Ve akrabalar arasında her gün bir yenisine şahit olduğumuz niza ve ihtilafların yol açtığı kavga- döğüş, kimi cinayetlere varan kriminal vaziyetler, adli vakalar…

Yeryüzünde ekonomik ve demokratik açıdan gelişmiş, nispeten rahata eren, müreffeh toplumlarda bu nevi şikâyet ve serzenişler azalmış olsa da az gelişmiş ve şimdilerde gelişmekte olan diye tarif edilse de özünde “gelişmesi engellenmiş ülkeler”de kimi ciddi adli vakalara dönüşen hısım akraba arasındaki sonu gelmez bu cenk cidal kavgalardan; esasen bu meselenin de ezel/evvel olduğu, tarih boyunca süren sonu gelmez hadisattan açıkça anlaşılıyordu…

Toplumsal yaşamın gerekleri içinde daha ziyade kan bağına dayanan akrabalığın öğrenilmiş kodlarında hayat bulan, çokça yerli yersiz beklentilerden kaynaklandığı anlaşılan bu serzenişlerin, sitem ve şikayetlerin; zaman zaman kahırlı dayanılmaz, tahammül edilmez boyutlara vardığını gözlemleyen  söz büyüğümüz melamimeşrep (1) Meşşedi Emmi; gayrı bu mevzuya neşter atmak; kahırlı/kederli etkilerinden ahaliyi olabildiğince sakındırmak için birkaç kelâm etmek; cümle sebep-sonuçlarıyla meseleyi irdeleyip, hale yola koymak lüzumunu duymuş olmalıydı ki oturduğu yerden olanca heybetiyle doğrulup gözlerine siper ettiği sol eliyle Küçük Ağrı’nın döşünde guruba durmuş geç ikindi güneşine doğru bir atf-ı nazar eyledikten sonra, harman yorgunluğunu köy meydanındaki salkım söğütle örülü metruk kahvede öbek öbek kümelenip oturdukları iskemlelerde, emektar çaycı Meyti Kişi’nin, her dem taze tavşan kanı kaçak çay ve tütünle  günün yorgunluğunu atmaya çalışan amele/ırgat tayfasına ve köyün bıçkın acar civanlarına seslenerek, “Hele bir yol yamacıma gelin ay gadasını aldıklarım…” diye ünlemiş ve başlamıştı akrabalığın, tarihin şehadetiyle sabit ezel/evvel hikayesinden, gen kodlarına…soy sop babalanmalarından, yerli-yersiz aşiret hiyerarşisi kuranların cemaziyel evveline ve dahasına dair sayıp dökmeye…

Meşeddi, bir yandan sigarasının dumanını Küçük Ağrı Dağı’na doğru üflüyor, bir yandan Meyti Kişi’nin demli çayını yudumluyor, bir yandan gençlere nasihat ediyor

Güneşin batmaya durduğu ve bu haliyle nice şaire, ressama ilham veren o geç ikindi vaktinin sükuneti ve olanca bereketiyle harlamıştı Meşşedi, yine sözü sohbeti;

“Ahh herkese kader olan coğrafyanın, ömürlerine Keder olduğu Civanlar!” diye ünlemişti, “bulunduğunuz coğrafyada ve içine doğduğunuz ailede/toplumda/aşirette edinmek adına hiçbir gayret, çaba göstermeden hazırınız olan; bir diploma/sertifika tedrisat ile yani, hiçbir emek/değer vermeden hazır bulduğunuz; daha istek, istenç, iradeniz olmadan içine doğduğunuz “Kan” bağınızla üzerinize örülen/örtülen o şaldan ibaret görmeyin alemi.

Dünya o soy sop şecere babalanmalarıyla melül mahzun nice faninin hazin acıklı hikayesiyle doluydu…Asıl, Canın Canla kurduğu rızaya dayanan “Can” bağı değil miydi, bize yaşamak sevincini, keyfini bahşeden diye sual etmiş ve her mevsim eyninden düşürmediği sakosunun cebinden rutini üzere çıkardığı atasından yadigâr Kirmanşah tabakasından sardığı sarı yâr saçını andıran halis Adıyaman tütününden iki derin fırt çekip dumanını niyeyse, bu defa Ağrı’nın her mevsim karlı buzlu yüceltilerine değil de civanların yüzüne gözüne doğru üfürdükten sonra haylamıştı tiratı…Tee Adem babamızın eli kârda gönlü yârda keyfemayeşa hayat sürdüğü Cennetten,  şu dünya çölüne tehcirinden/sürgünününden beri biri “Kan”, öteki “Can” bağıyla tutunduklarımızla sürgit berdevamdı hayatımız ve kan bağının onca kutsallığı, bu meyanda kutlu kutsuz suhuflarda, metinlerde; hanif dinlerin Kitap’larında yer alan onca telkin ve tavsiyeye, amir hükümlere rağmen, kahir ekseriyetimiz belki de hepimiz;  irademize, seçimimize dayanmayan bu soy-sop şecere bağı, bu mahiyetini bilmediğimiz ve varlığında zerre kadar dahlimiz olmayan bu bağla, dahil olduğumuz beşer kümesine ve içinden nice benzemezin türeyip yeşerdiği bu kümedeki fanilerle gayri iradi çokça kerhen bağlı olduklarınızdan yana tek tek  kahırlı kederli ne zor zahmet zamanlar, ne dayanılmaz meşakkatli günler yaşarsınız.. Her defasında ne kadar sakınsanız da kaçınmamız mümkün olmayan garabetlere, zarar ziyanına maruz kalırsınız…Şu kahvedeki sitem, şekva yüklü sohbetleriniz ziyadesiyle bundan; bir türlü azat kabul etmez Kan bağının; hısım, gohum, akrabalığın kırıcı, kıyıcı yer yer kahırlı buğucu yanlarına dair değil mi?..

Sadece Kan parası ve “Recû” (2) gibi, amcazadenizin torununun adi hatta süfli bir kavgada vurup öldürdüğü ya da iş göremez halde yaraladığı kişinin, zarar ziyanının tazmini kapsamında üzerinize salınan o haksız, maktu bedeli ödemek gibi garabetler..

Kan davası yüzünden köyünü ve aşiretini terk etmek zorunda kalan bir Kürt ailesi

Avcı toplayıcı asırlardan beri insan balasının  kat ettiği onca merhaleye rağmen, karanlık asırlardan kalan bu  meşum uygulamaların hala öylece dipdiri sürgit devam etmesi bile vaziyetin vahametini izaha kâfi gelmez miydi?…Sözün burasında daha sabi çocuk yaşta atasının da mensubu olduğu aşiretten birinin basit bir su cavgasında (3) diğer aşiretten iki kişiyi çıkan kavgada öldürmesi üzerine köyü terke zorlanan Bedri’nin muhacir olarak sığındığı bir Azeri köyünde topraksız, tarlasız en alttan başlayarak Nağırçı/Çoban olduğu köyde, çokca “kıro’nun teki” muamelesi ile dışlanıp horlanmasına rağmen arkasız/dalsız  hayata tutunurken, her sene kaç defa bilmem hangi köydeki ömründe bir defa bile görmediği aşiretinden birinin,  incir çekirdeğini doldurmaz bir sebeple karıştığı bir basit kavgada yaşanan ölüm ve yaralamadan dolayı aşiret ileri gelenlerinin belirleyip tek tek hanelere saldığı ve aşiret mensuplarının o mübarek muazzez kan bağından dolayı tartışmasız tereddütsüz olarak  ödemekle yükümlü tutulduğu “recû” denen “kan parası” salmasını,  kahırla söylenip ödemesi ve her defasında evladuiyalinin zaruri ihtiyaçlarından kısarak bu hakkaniyetten yoksun ve cürmün bedelini bir nevi ahaliye yayarak sağladığı tazmin kolaylığı ile  zımnen/örtülü olarak belki de suçu teşvik eden bu ve benzeri garabetlerinden dolayı naçar, bizar kalan Bedri’nin hali tek başına, o Kan Bağı’na atfedilen kutlu/kutsuz güzellemeleri yerle yeksan etmeye kâfi gelmez mi?…

Meşşedi,  bu çıkışının başta Nağırçı Bedri olmak üzere bu haksız salmaya maruz kalan babalarının her defasında canın yongası maldan yaptıkları hayrhasenata(!)  ve bunun hanede yol açtığı niza ve huzursuzluklara tanıklık eden civanların onaylayan gözlerinin ışıltısından, hayli gecikmeli de olsa ciddi bir meseleye el atmanın  keyfiyle oturmuş,  yaşadığı gadri dillendiren bu hüzündaş tutumundan dolayı Bedri’nin, müteşekkir bir eda ile uzattığı tabakadan bir tütün daha sarıp keyifle bir fırt çekip bu defa dumanını civanlara değil, Ağrı’nın görklü görkemli yüceltilerine doğru savurduktan sonra kaldığı yerden devamla,

“Oysa kadim zamanlardan beri anlatılagelen hadisattan ve tek tek sergüzeşti hayatlarımızdan bilir olmuştuk ki Adem tehcirinden/sürgününden ve sevgi, muhabbet çağrışımlı Habil’den değil kardeş katili Kabil’den olmaklığımızdan ötürü bu vadide fanilerin en akıl almaz haset, ifsat, kötü/kötücül fenalıkları karşısında çokça mevzuyu sırrın sırrındaki “Hikmete havale eder, “Allahumesabırin” der, mukadder olanın hüznünde, elimiz böğrümüzde kalakalırdık…

Peki Kul tanelerinin yek diğeriyle Can cana kurduğu, yolu kolay kılmaya matuf yoldaşlığa, yarenliğe dayanan, o candaşlığa yaslanan Dostluk öyle miydi?…Başka, bambaşka bir şeydi Dostluk; iradiydi, seçimlerimize dayandığından bize dairdi, bizceydi…Dostlarımızla yek diğerinin tadını, rayihasını taşırdık, biz; birbirimize. Yeni tanıştığımız birinde aşina bir dosta dair çağrışımlarla yakınlık duyar, o dosta benzeyen, onu yâd ettiren yanı huyuyla sever, benimser, yakınlık duyar, yâkin olurduk. Bu haliyle her türlü mürailikten/çok yüzlülükten uzak, hesapsız, hasbi Dostluk; her birimizin alamadığımızın fakiri olduğu şu modern zaman fantazyaları arasında yaşama zannıyla ıskaladığımız yaşamı bize yaşanılır, anlamlı kılan yegâne şeydi, belki de” diye bağlamıştı sözü, sohbeti Meşşedi…

Her birimizin defalara keyifle izlediği o kült film, “Selvi boylum al yazmalım” dan ilhamla sual edersek: Sahi neydi Dostluk? O Canın Canla yer, yöre, töre, ırk, kan, mezhep, meşrep farkı gözetmeden en insansı hüzündaş/haldaş tınıyla  kurduğu riyasız, hesapsız, hasbi, samimi Can bağı…

O zaman denebilir ki Kul Taneleri için Dostluk, her birimizin kendi ücrasına savrulduğu şu Dünya çölünde; her defasında ertelenen/örselenen umutlarımız, yüreğimize oturan onca ukde ve boynumuza çöken o Yusuf yalnızlığına rağmen eğreti bir hevesle tutunduğumuz şu yaşamak maceramızda, hayatımıza “Hayat”  olan bir şirin umut, gönülde inşirah hoşluk huzur uyandıran bir mihriban soluk  değil miydi…

Elbet yine Üstadın o hoşça kelâmıyla, “Mektup yazdım Hasan’a. Ha Hasan’a ha sana…”

 

NOTLAR:

(1) MELAMİMEŞREP: Felsefi, dini, itikadi açıdan dünyalık hiçbir şeye değer atfetmeyen, itibar göstermeyen esaslı adam duruşu.  Nefsin kendisine ait olmayan bir şeyi kendine izâfe etmesi anlamına gelen her türlü iddiayı terk edip yalnızca gönüllerini terakki ettirmeye çalışan. Başkalarının kusurlarıyla ilgilenmeyi bırakarak kendi kusurlarıyla meşgul olan. Onların halleri Allah ile kendi aralarında sımsıkı sakladıkları sırlardır; bunları başkalarından gizleme konusunda çok titiz davranırlar. Çarşıda, pazarda, sokakta halk ile iç içe yaşar, ancak gönüllerindeki mânevî halleri onlardan saklamaya özen gösterirler. Zâhirleriyle bâtınlarını, bâtınlarıyla zâhirlerini kınamaya devam ederler. Seyrüsülûk metotları “halk ile tahalluk, Hak ile seyr”, yani halk içinde onlardan biriymiş gibi hareket etmek, fakat Hak’tan bir an bile gafil olmamaktır. İbadet ve taatleri ifa ettikten sonra hemen unuturlar, çünkü onları unutmamak onlara değer vermek anlamına gelir; bu da kibir, ucb ve riyaya sebep olur. (TDA den)

(2) RECÛ: Rücu kelimesinden mülhem olup, aşirete mensup birinin bir başkasına verdiği zarar/ziyanın; olayda kastı, kusuru olmayan aşiret mensuplarınca üstlenilerek tazmini olarak özetlenebilir. Özellikle bahar ve son baharda göç ve dönüş kavgalarında; yazın tarla sulamada su sırası ve arazi sınır ihtilaflarında çokça ölümle biten kavgalarda, öldürülen tarafa ödenmek üzere salınan, hane başına kaç koyun/kuzu şeklinde yapılan, ödemeye yanaşmayanın bir tür aforoza zorlandığı bir garabetli dayanışma(!) olarak asırlardır süren uygulama…

(3) SU CAVĞASI: Sürmeli Çukuru’nda Aras nehrinin baraj/kanal olarak köylere taksiminde özellikle yaz aylarında su kıtlığı ya da Yaşar Kemal Üstadın Teneke eserinde dile getirdiği gibi muhtelif sebeplerle suyun adil hakça paylaşılamamasından kaynaklanan sonu gelmez niza ve kavgalar…

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir