DAĞ’DAN SÜRMELİ ÇUKURUNA (IĞDIR OVASINA) BAKMAK

Geçen haftaki yazımızda, Başkentin gözde kültür sanat mekânlarından Anadolu Medeniyetleri Müzemizde “Büyük Tufan ve Nuh’un Gemisi’nin Anadolu’daki Arkeolojik İzleri” VI. Uluslararası Konferansı vesilesiyle Sürmeli Çukuru/Iğdır havalisinden Ağrı’nın heybetli azametli yamaçlarına ve her mevsim karlı buzullarla kaplı zirvesiyle adeta yaşmaklı bir gelini andıran görkemli zarafetine bakarak, Şehrimizin kültür, turizm potansiyeline dikkat çekmiş, bu bağlamda başta Tevrat olmak üzere üç semavi dinin  mukaddes Kitaplarında uzun uzun anlatılan hikayesi ve  Dünya’nın her yerinde farklı yorumlarla anlatıla gelen cümle destan ve mitolojik anlatılardaki yeri, önemi itibariyle “İnsanlığın II. Doğuşu” olarak kabul edilen ve nice giz-gizem yüklü beş bin yıla dayanan tarihiyle, Büyük Tufan ve Hz. Peygamber’in Gemisi’nin, insanlığın kültürel mirası kapsamında değerlendirilmesini teminen, gecikmeli de olsa Dünyada örnekleri olan, Nuh’un Gemisi Müzesi başta olmak üzere kültür sanat alanında yapılması lazım gelenlere dikkat çekmiştik. Konuyla ilgili olarak bizzat arayarak ya da yazarak görüş ve önerileriyle destek ve katkı veren dost ve hemşehrilerimizin varlığı, bu yolda yapılacaklar hususunda bizi yüreklendirmiştir.

Bahsettiğim Sempozyum, konferans serisinin Ağrı-Iğdır ayağındaki “Nuh Tufanı’nın Ağrı Dağı ve Sürmeli Çukuru’ndaki Arkeolojik/Etnografik izleri” ve Tiflis’te yapılan “Aras ve Kura Havzasındaki İzleri” sempozyumlarında, antik yerleşimlere dair hayli çarpıcı tespitlerde bulunan uzman ve akademisyenlerden katılımcılardan oluşan uluslararası heyetle, 2023 yazında, programın son günü Iğdır’da görülmeye değer yerler arasında Tuz Mağara Müzesi ve Bozbaş taamını müteakip ziyaret ettiğimiz Sayın Sefer Karakoyunlu dostumuzun bir müzecilik örneği olarak büyük emek, özveri ve özenle yöreye/töreye dair etnografik, zirai eserleri bir araya getirip bir “müzecilik” disiplini içinde tanzim ettiği  “Ata Ocağı’ ziyaretinde, deyim yerindeyse ovanın göbeğinde, öğlen vaktinin kavuran sıcağında, zerdali yüklü kaysı dalları arasında soluklanıp, günün yorgunluğunu atarken, heyetten antik dönem şehirleri üzerine çalışmalarıyla tanınan bir akademisyen, Ağrı Dağı’nın yüceltilerine, her mevsim karlı zirvesine bakıp derinden bir ah çekip hayıflanarak Şehrin yeri, yerleşim alanıyla ilgili olarak oldukça manidar şeyler söyledi. Heyetteki uzmanların ağırlıklı olarak teyit ettiği hususlar mealen özetle:

“…Ağrı’nın azameti görkemi ve peygamber nefesiyle kutsanan, neredeyse her türlü tarıma elverişli eşine az rastlanır bu mümbit ovayı beslenme/rızık merkeziniz kılacağınıza böyle hoyratça imara açıp betona gömmeniz ne hazin” demişti…

Sefer Karakoyunlu’nun Karakoyunlu İlçesindeki Ata Ocağı Müzesi

O esnada heyetten, muhtelif ülkelerden uzman ve akademisyenler de benzer tespit ve teklifleriyle, şehrin yerleşim planına, ekim-dikim alanı olması lazım gelen bereketli ovanın imara açılmasıyla bir nevi heder edildiğine, benzer bir durumun Söke Ovasında ve daha başka yerlerde de yaşandığına, bunun hem ahalinin tarıma dayalı ekonomik durumunu olumsuz etkilediğine, hem de ekolojik anlamda sürdürülemez olan bu durumun,  başta deprem olmak üzere yol açabileceği afetlerle ahalinin yaşam güvenliğine ciddi risk ve  tehdit teşkil ettiğine dair şehircilik ilke ve esasları açısından hayli ciddi endişelerini dile getirdiler.

Antik dönem şehirleri ve Dağ Arkeolojisi alanında yetkin bir isim olan Amerikalı bir akademisyen ise,

“Şu Dağın eteklerine şehri kurup ovayı tarım merkezi kılacaktınız…Tee asırlar evvel bu coğrafyada şehri; Korhan’ın rakımlı serin yüceltilerine kurup ovadan beslenen Nuh’un Gemisi’nden atalarımız gibi…Asur, Frig, Akad, Sümer, Hitit, Likya, Lidya, Pers, Doğu Roma Selçuklu, Osmanlı ve daha nice medeniyetin hüküm sürdüğü Anadolu’da; rakımlı yamaçlara kurulan antik site/şehir yerleşimlerini hiç mi göremediniz, hiç mi ders almadınız…Başta şehircilik olmak üzere mimaride, altyapıda, tarımda neden bu uygarlıklara bunca sene sırtınızı döndünüz?!… Özellikle M.Ö.8. yüz yılda bu topraklarda büyük bir uygarlık olarak beliren Urartu yerleşmelerinin ekseriyetle Dağ yamacına kurulması, mesela Ağrı Dağı’nın heybetli serin yamaçlarına kurulu kadim Korhan Şehri de mi size ilham, örnek ol(a)madı?” şeklinde hayli esaslı bir tiratta bulunmuştu. Bu bilimsel teknik tespitler karşısında ne diyebilirdik ki…Vaziyet, hazindi…

Dağlara doğru büyüyen hayalimizdeki Iğdır

Çoğu alanında yetkin arkeoloji, antropoloji, teoloji, sanat tarihi, jeoloji, coğrafya, jeodezi gibi yer bilimi disiplinlerinden uzmanların hemfikir olduğu bu değerlendirmeler, aslında seneler evvel yerli/milli uzmanlarımızca da defaatle dile getirilmiş şeylerdi hem Iğdır hem benzeri nice yerleşim yeri için.

Bu tespitler esasen, Devlet Planlama ve Bayındırlık Bakanlığından farklı disiplinlerden uzmanlarının 1960’larda, o tarihte İlçe olan Iğdır’ın hızla Büyük ve Küçük Ağrı’nın yamaçlarına doğru taşınması gerektiği yönündeki arşivlerin tozlu raflarına kaldırılan resmi raporlarını hatırlatıyordu, bize. Zira, tee 1960’larda olası deprem riskine karşı, o tarihlerde DPT, Bayındırlık Bakanlığı ve diğer ilgili kurumlardan gelen uzmanların, mahallinde yaptıkları bilimsel tespit ve tetkiklerden sonra kaleme aldıkları resmi rapor ve yazışmalar bu yolda yapılan teklif ve tembihlerle, durumu açıkça ortaya koymakta idi…

Bu kapsamda, Akay Hocamızın öteden beri, deprem kuşağındaki Şehrin, uzmanların resmi raporları uyarınca, bir plan dahilinde şehircilik ilke ve esaslarına uygun olarak, büyük ve küçük Ağrı’nın rakımlı yamaçlarına taşınarak, başta kaysı bahçeleri olmak üzere ovanın daha fazla tahrip edilmeden,  doğasına ve zirai  ruhuna yeniden kavuşturularak tarımsal faaliyet ve çalışmalara hasredilmesine dair defalarca  yazıp seminerlerde ısrarla üzerinde durduğunu, geçen sene Üniversitemizde yapılan söyleşi/seminerde bir kere daha uzmanların mezkur raporlarından bahisle bu duruma dikkat çektiğini de bir hatırşinaslık olarak huzurla yad etmeliyim. Merak ve ilgi duyan hemşehrilerimiz, bu konuda ilgili/sorumlu kurumlarımızın yetkilileri, Hocamızın şahsi arşivine ve belgelere dayalı sunumlarına başvurabilirler.

Esasında, yakın tarihte yaşadığımız ve uzmanların, kimi tarım alanlarının, balçık arazilerin imara açılması gibi teknik olarak önlenebilir sebeplere riayet edilmediği için fecaatle varan yıkımlara yol açan sonuçlarıyla yaşadığımız başta Deprem/ler olmak üzere nice afetler,  bu konuda yapılması lazım gelen, gayrı ertelenemez olan vaziyeti, ayan beyan ortaya koymakta idi…Çocukluğumuzun şirin zarif, kaysı bahçelerinde tek katlı kerpiç hanelerinde mütevazı mütevekkil, huzur sükûn içinde yaşadığımız İdir’in,  mümbit bereketli tarım alanlarının devasa bir beton şehre dönüşünün sürdürülemez sergüzeşti karşısında mukadder olanı beklemekten öte “İki el bir baş içindir. Dayan el de baş de senindir” diyen Şairin nidasına kulak kesilip yapılacaklara akıl/gönül koymalıyız.

Halen Ülkemizin hatta Avrupa’nın en kirli havasın soluduğumuz Şehrimizde, Şehircilik adına nerede hangi yanlışları yaptık ve neyi nasıl telafi ederiz diye başımızı iki elimizin arasına alıp bu konuda hatta her konuda uzmanlara kulak belki yürek kesileceğimize, kimi hemşehrilerimizin, bu vahameti görmezden gelerek, Devletimizin yetkili mercilerinin tespit ve önerilerini içeren resmi raporların gereğini bir an evvel hayata geçirmek için etkin bir kamuoyu oluşturmak yerine, şehircilik ilke ve esaslarına riayet ederek, tarım alanı olması lazım gelen ovaya halel getirmeden, Dağ’ın yamacına kurulan yöredeki birkaç iyi uygulamadan biri olarak iftiharımız, şehrimizin gözbebeği Üniversitemizi bile yeniden Ova’ya, hem de ovanın en bereketli yerine indirmekten söz ettiklerini  duyar  olduk. Beyhude bir girişim de olsa hazindi…

Dostlar! Şehir, Şehircilik bahsinde literatür hayli geniş, tarih boyunca söylenmiş çok söz vardı…

Aristo, şehrin sokaklarında dolaşırken

Mesela Aristoteles, bir milletin tarih şuurunun oluştuğu hafıza mekanları olarak gördüğü Şehri, “Soylu bir amaç için ortak yaşam” alanı olarak tarif ederdi. Ondan asırlar sonra Üstat A. Hamdi Tanpınar ise, “Şehri, bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayat” olarak tarif ederek Filozofun o soylu amacının ne olduğunu izah ediyordu.

Bir başkası, “Artık şehir ve medeniyetlerin altın orana sahip olduğu bir evreden değil, şehirlerin sorunlarına, karmaşıklığına ve bunlara ilişkin çözümlerin arandığı süreçten geçiyoruz,” diyordu.

Bu mevzuda çok şey yazılabilir ama, geçenlerde karşılaştığımda mevzuyu açıp sual ettiğim Meşşedi, bu defa sözü şaşırtıcı şekilde kısa tutarak, doğrudan ve sadece Fatih’in şu sözünü hatırlatıp, tembih etti.

Osmanlı asırlarının mümtaz hükümdarı, zamanının en aydınlık yüzü, ismiyle müsemma Fatih Sultan Mehmet’e ait şu söz medeniyetimiz ve şehirlerimizin sürdürülebilirliği açısından, insanı merkeze alan, insanı yaşatmayı gaye kılan en önemli ilkeye işaret ediyordu sanki:

“Hüner bir şehir bünyâd itmekdür. Reaya kalbin abad itmekdür! ”.

Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul

Meali âlisi şuydu dostlar: “Asıl marifet bir şehir imar etmekle birlikte, o şehirde yaşayan ahalinin kalbini abâd etmek, gönlünü hoş ferah kılmaktı…”

Özünde Devlet felsefesi ve varoluş gayesi adına benzerine az rastlanır bu veciz ifade, sadece şanlı ecdat hamaseti ile yapılan sorumsuzlukların örtüsü değil, bilakis tarihten tevarüs eden yüksek bir sorumluluğu şiar edinmemizi salık vermekte idi.

Ne dersiniz?

 

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir