09/04/2021

FİZİK VE SİYASET

Biliyorum, yazı başlığında kullandığım kelimeler yazacaklarım konusunda sizlere bir tahmin şansı vermiyor. Doğrusu ben de yazmaya başladığım şu anda acaba meramımı okuyucuma aktarabilecek miyim mi, düşüncesi ve endişesi içindeyim. Çünkü muhtemelen böyle absürt (saçma) karşılaştırmayı ilk yapanlardan birisi olacağım.

FİZİK KANUNLARI

Öğrendiğimiz fizik kanunlarının çoğu içinde yaşadığımız dünyada geçerlidirler.  Hani ilkokulda sorarlar: “Suyun kaç hali vardır?” İyi öğrenciler heyecanla parmaklarını havada sallar: “Dört hali var: Katı (buz), sıvı (normal su), gaz (buhar) ve plazma (gözle görünmez bu yüzden bilinmez)”. Doğru, yaşadığımız dünyada suyun dört hali vardır. Ama evrende suyun onlarca farklı hali vardır. İşte buna benzer şekilde evrende farklı fizik yasalarının geçerli olduğu evrensel ortam vardır:

  • Atom altı (elektronlar dünyası)  yani mikro yasalar
  • İnsanların içinde yaşadığı NORMAL yaşamda geçerli olan yasalar
  • Karadelik, nötron yıldızlarında geçerli olan makro yasalar

İçinde yaşadığımız evreni üç ana bölmeye ayırdıktan sonra aklınıza şu soru gelebilir: “Bütün bu ayrımları zaten biliyoruz, derdiniz ne beyefendi?” diye sorabilirsiniz. Ben de masumane bir şekilde derdimi sizlerle paylaşmaya çalışayım.

Fizikçiler bu üç farklı durumda (mikro, makro ve içinde yaşadığımız normal dünya) var olan yasaların farkında olarak teorilerini oluştururlar yoksa da evreni tanıma konusunda ileri adım atmamız mümkün olmayacaktı.

İçinde yaşadığımız NORMAL dünyada örneğin hız denklemlerinde, hızlar eklenir veya çıkarılır. Bu işlem bize doğal gelir ve öyle zannederiz ki bu kural tüm evrende de geçerlidir. Size şöyle bir örnek vermek isterim. Çok ama çok uzun içi tünel gibi boş (kompartımanlar arası kapılar yok sayacağız) iki tren düşünelim. Her trenin içinde de birer at olsun. Trenler aynı anda aynı hızla aynı noktadan aynı yöne doğru hareket etsin. Bu arada atlardan birisi hareketsiz dursun, diğeri dörtnala gitsin. 10 dakika sonra hem atları hem de treni aniden durdurduğumuzu varsayalım. Soru: Hangi at daha çok mesafe kat etmiştir? Doğal olarak koşan at trenin ayrılış noktasına göre daha fazla yol aldığından daha fazla yol almıştır çünkü atın hızıyla trenin hızını ekleyerek bu sonuca varacaksınız. “Hızların eklenmesi” gerektiği düşüncesi ta eski çağlardan beri insanlığın doğal olarak kabul ettiği bir gerçekliktir. Bu yüzden ışık hızıyla ilgili araştırma yapan birçok bilim insanı yanlış teoriler ürettiler. Işığın yapısı üzerine en çok araştırma yapan Newton olmasına rağmen hızları ekleme yasasını temel bir kural olarak kabul ettiğinden ışık hızının sabit olduğunu keşfedememiştir. Bu onur, kendisinden önceki tüm aksiyom ve teorileri bir kenara iten Einstein’a kısmet olmuştur. Newton bile ışık hızının onu yayan ışık kaynağının hızına eklenmesi gerektiği görüşündeydi. Halbuki Einstein ışık hızının onu yayan ışık kaynağının hızından bağımsız ve sabit olduğunu kanıtlayınca birçok bilinmeyen açıklığa kavuştu.

Newton

Niels Bohr ve Einstein (Yahudi kökenli iki büyük zeka)

Atom altı parçacıklar veya makro dünyaya gittiğimizde maddenin dört halinden (buz, su, buhar, plazma) çok daha hatta yüzlerce farklı halleri olduğunu görüyoruz. Newton yasaları sadece güneş, gezegenler ve yeryüzü için geçerlidir ama karadeliklerde veya atom altı parçacıklardaki çekim gücünü açıklamakta yetersiz kalır.Yine aynı şekilde Newton yasaları atom altı parçacıklarda geçerli değildir. Örneğin iki elektronu birbirine çeken güç yer çekimi değil elektrostat güçtür. Newton elektrostat gücün bilgisine sahip değildi. Niels Bohr sayesinde bunu keşfedecektik. Anlayacağınız bizim duyu organlarımızla varlığını hissettiğimiz dünyamızdaki kurallar atom altı ve makro dünyada geçerli değildir. Bütün evrende aynı yasaların geçerli olduğunu söylememiz artık mümkün değildir.

SİYASET KANUNLARI

Dünyadaki bütün legal ve illegal siyasi partiler de tıpkı yukarıda açıkladığımız fiziksel gerçekliğe uygun olarak dört farklı katmandan oluşur. Her katmandaki yasalar ve kurallar farklıdır. Örneğin herhangi bir partiyi örnek alabiliriz. Varsayalım ki bu parti AK Parti olsun.

Ak Partide de tıpkı atom altı parçacıklar gibi sadece 3-5 kişiden oluşan gizli bir yapılanma vardır. Bunu Bakanlar Kurulu veya Merkez Yürütme Kurulu ile karıştırmamanız gerekir. Sayın Cumhurbaşkanımız olağanüstü değerlendirmeler yapmak istediğinde görüşünü aldığı şahıslar çok muhtemelen (tamamen tahmini) MİT Başkanı Hakan Fidan, Binali Yıldırım, Mevlüt Çavuşoğlu, Bekir Bozdağ, Ömer Çelik ve eşi Emine Erdoğan olacaktır. (İlginç olan Hakan Fidan’ın Erciş kökenli Redkan isimli Kürt aşiretinden, Binali Yıldırım’ın Erzincanlı bir Kürt aileden, Ömer Çelik’in Adanalı bir Kürt aileden, Bekir Bozdağ’ın Yozgatlı bir Kürt aileden gelmesi ve Mevlüt Çavuşoğlu’nun da Horasan Kürd’ü olmasıdır) Kısacası, Sayın Cumhurbaşkanımızın AK Parti içinde en çok güvendiği şahıslar (atom altı parçacıklar) Kürt kökenlidirler.Elbette bunda yanlış bir şey yoktur ama dikkati çekicidir. Bu grup arasında bizim anlayıp çözmemizin mümkün olmadığı siyasi gizli bir yasa vardır. Bizim gibi ortalama insanların hayal edemeyeceği özel bir ilişki ağının bu grup içinde örüldüğünü ve Türkiye’yi bu çekirdek kadronun yönettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

AK Partinin “atom altı parçacıklarını” gözden geçirdikten sonra sıra geldi, NORMAL dünyasındaki ikinci önemli gruba: Bakanlar Kurulu ve Merkez Yürütüme Kurulunu bu gruba dahil edebiliriz. Sayın Cumhurbaşkanımız Bakanlar Kurulunu ve MYK’yı topladığında artık farklı yasalar geçerli olmaktadır. Daha önce bahsettiğim çekirdek kadroyla yaptığı konuşmaları Bakanlar Kurulu üyeleri veya MYK üyeleri ile yapamaz.

Üçüncü halkada parti il başkanları, ilçe başkanları yani TEŞKİLAT’tır. Burada da farklı yasalar geçerlidir. Sayın Cumhurbaşkanımız örneğin Bakanlar Kurulunda yaptığı konuşmayı il ve ilçe başkanlarıyla yapamaz. Artık farklı koşullar farklı yasalar söz konusudur. Ve sonuç olarak Sayın Cumhurbaşkanımızın mitinglerde ortalama seçmen önünde takındığı tavır gelir. Sayın Cumhurbaşkanımızın mitingde yapacağı konuşma, il başkanlarıyla yaptığı konuşmalardan elbette farklıdır.

Kısacası, fizik ve siyaset dünyası, farklı yasaların geçerli olduğu farklı katmanlardan oluşmaktadır. Katmanları ve gizli yasaları dikkate almadan sakın her şeye tek bir “yasa” varmış niyetiyle bakmayınız yoksa KUKLA’dan farkınız kalmaz.

Bu mantığı PKK gibi illegal bir örgüte de uygulamamız mümkün mü, diye sorabilirsiniz. Elbette, mümkündür. PKK’nın “atom altı çekirdek kadrosu” APO ve Uluslararası Devletlerin İstihbarat güçlerinden oluşmaktadır. Geçmişte APO’dan başkası bu toplantılarda hazır olmadı. Bütün önemli kararlar APO ve İstihbarat Örgütleri arasında alındı veya alınmaya devam edilmektedir.

PKK’nın NORMAL dünyasına baktığımızda APO’nun yanında Murat Karayılan, Bahoz, Cemil Bayık gibi isimler vardır. Bunların, APO’nun istihbarat güçleriyle yaptığı pazarlığın içeriğinden haberleri olmaz. Kısacası, bu kez APO ve kurmayları arasında başka bir yasa uygulamaya girer. Üçüncü aşamada APO’nun kurmayları ile onlara bağlı silahlı güçler arasında farklı yasalar söz konusu olur ve bu süreç bu şekilde devam edip gider.Şimdi bana diyeceksiniz ki APO, İmralı’da cezaevinde yatıyor. İstihbarat güçleriyle nasıl görüşüyor? Bu sorunun muhatabı ben değil,konuyla ilgili yetkililerdir.

FIKRA VE ANEKDOTLAR

(Not: Aşağıdaki fıkra ve anekdotlar ilk kez yayımlanmaktadırlar.)

ANNEMİN GÜNLÜK YAŞAMINDAN BİR KESİT

Karakuyu çimeninde etrafı kale gibi duvarla örülü “QOM” diye adlandırdığımız bir çiftliğimiz vardı. (Bu çiftlik bugün halen harabe halde durmaktadır.) Demirden yapılma kocaman kanatlı geniş kapısı çiftliğe tek giriş yeriydi. Dikdörtgen şeklinde ve 30 dönüm arazi üzerine kurulu çiftliğin uzak bir köşesinde içinde yaklaşık 50 ineğin olduğu bir ahır, biraz ötede buzağı ve danaların kaldığı başka bir ahır, diğer bir köşesinde bir hol ve odadan oluşan küçük bir ev vardı. Evin tam karşısında pekte simetrik olmayan tarzda inşa edilmiş kocaman bir ambar evin manzarasını yarı yarıya kapatıyordu.

Çiftliğin orta yerinde ya açık ottan ya da balya makinası kullanarak tellerle sıkıştırılmış otlardan oluşan lotlarımız yani ot yığınlarımız bulunurdu. Elektrik ve su yoktu. Ahırla ev arasında bir yerde bir artezyen pompası evin ve hayvanların su ihtiyacını karşılıyordu. Annem 30 yıl boyunca bu evde yalnız başına yaşadı. Arada bir kızlarından birisi gelir, yanında geçici olarak kalır, yardımcı olurdu. Sonuçta okul nedeniyle ayrılmak zorunda kalırlardı. Ben de ne zaman İstanbul’daki lise veya üniversite hayatımdan zaman bulup Iğdır’a dönsem mutlaka annemin yanında kalır, çayır makinesiyle gün boyunca ot biçerdim.

Naciye Hun çiftlikte günlük yaşamında

Annem sabahleyin çok erken bir zamanda uyanır, inekleri sağar, sütleri ambara taşırdı. Bahçede üç kocaman taş üzerine oturtulmuş iri siyah bir kazanda sütü hafiften karıştırarak ısıtır, arada bir parmağını süte sokarak sıcaklığını kontrol ederdi. Sütün çok sıcak olmaması gerekirdi. Kocaman bir kapta karıştırarak getirdiği mayayı kazandaki süte ağır ağır döker bir yandan da iyice karıştırırdı. Bu işlem bittikten sonra üstünü kocaman bir tepsiyle örter, mayalanmaya terk ederdi. Nihayet işten fırsat bulup nefeslendiği böyle bir anda küçük tüpte çay hazırlar birliktekahvaltıya otururduk. Önümüzde ekmek, peynir ve çökelekten başka bir şey olmazdı.

Çok geçmeden annem alelacele kalkar, kazanın kapağını kaldırıp mayanın tutup tutmadığını kontrol ederdi. Bu kez işin en zahmetli kısmı başlardı. Çobanların yardımıyla kazan, artezyen kuyusunun başına taşınır, kazanın içindekiler kocaman bir kepçeyle azar azar “barzun” denen bezden yapılma süzgeçten geçirilirdi. Barzundan süzülen su da kıymetliydi. “Şor” denen çökelek yapımında kullanılırdı. Peynir kalıplarının hazırlanması oldukça zahmetliydi ve saatlerce sürerdi. Ben de çayır makinesine binip işimin başına dönerdim. Akşam dönünceye kadar hayvanlar bahçede havalandırılır, ahır temizlenir, bahçedeki uzun ahşap yalaklarda inekler su içer, sonra tekrar ahıra sokulur, ilginç bir şekilde her inek neredeyse yerini ezberlemiş gibi kendi yerine gidip bekler. Çobanlar da her ihtimale karşı ineklere boyun bağını iliştirmeyi ihmal etmezlerdi. Akşama doğru annem ikinci kez inekleri sağar ancak bu kez sütün büyük kısmını “golik” dediğimiz buzağılara bırakırdı. Bir gün sonra sağacağı sütle birlikte kaynatmak için sütü ambarda saklardı.Bütün bu işler bittikten sonra annem alelacele patates soyar, soğanları temizler, et parçalarını da karıştırarak akşam yemeğini hazırlardı. Biz ve çobanlar ayrı sofralarda ama aynı yemeği yerdik.

Güneş battıktan sonra en rahatsız edici şey sivrisineklerin dev sürüler halinde ortalıkta dolaşmasıydı. Alışkın değildim. Annem evin etrafında birkaç yerde tezekle ateş yakar bu kez üzerine yaş tezek koyar, yanmayan yaş tezekten çıkan duman ortalığı doldururdu. Sivrisinekler dumanı sevmediğinden uzak dururlar ama içlerinde insan kanına susamış olanlar dumanın içinde dalış yapar etime yapışırlardı.  Duman da insanı boğacak kadar yoğun olurdu. Sivrisinekten kurtulalım derken dumandan boğulacak gibi olurduk. Annemin 30 yıllık hayatı burada yalnız başına böyle geçti.

(Not: 1991 yılında kurulan Demokrasi Partisi Genel Başkanlığı yapan Iğdırlı bir meczup siyasetçi yazdığı bir kitapta annemin İstanbul’da Boğaziçi manzaralı bir villada keyif içinde yaşadığını yazmıştı.O yazıyı okuduğumda gülsem mi ağlasam mı diye düşünmeden edememiştim. Bazı ilkel kafalı Kürt aydınlarının (!) zavallılığı ve kıskançlığı karşısında doğrusu ürpermiş ve halen ürpermeye devam ediyorum. )

ANNEMİN NAZAR BONCUĞU

Bir gün annemin çiftlik evinde yalnız olduğu ve mevsimin sonbahardan kışa doğru hızla ilerlediği bir zamandır. Annemin dört sadık köpeği, tavukları, heşterxan (İran tavuğu) ve hindileri vardı. Soğuklar bastırınca muhtemelen yavrularını besleyecek gıda bulamayan bir dişi kurt (dêlegur) çiftliğe kadar yaklaşır.

O yıllar çiftliğimizle Orgof (Suveren) köyü arasında yerleşim yeri yoktu. Her taraf çalılıklarla doluydu. Üniversite henüz inşa edilmemişti.

Çiftliğin açık kalan küçük giriş kapısından köpekler kurda karşı saldırıya geçerler. Dişi kurt güçlü ve amansızdır. Kendisine ilk yaklaşan köpeği boğazından yakalar, boğar. Diğer köpeklerin geldiğini görünce çiftliğin arkasındaki çalılıklar arasında kaybolur.

Dişi kurt

Annem el feneriyle olay yerine geldiğinde en sevdiği köpeğinin can çekiştiğine tanık olur. Oturup hüngür hüngür ağlamaya başlar. “İntikamını alacağım!” diye yemin eder. Çobanlar da olay yerine gelir. Ölen köpeği uygun şekilde gömerler.

Annem, dişi kurdun tekrar geri geleceğini bilmektedir. Köye haber salar. En nişancı gençlerden birisi mavzer silahıyla gelir. Annem genç adamın eline harçlık sıkıştırır. Genç adam almak istemez ama annem dişi kurdun öldürülmesine önem verdiğini belirtmek için o parayı ne yapıp eder gencin cebine sokar.

Genç adam evin damına çıkar. Uzaktan görünmemek için taşlardan küçük bir set örer, mavzeriyle sipere yatar. Bir elinde de dürbünü vardır. Annem, çobanlar aracılığıyla nişancı gencin yemek, çay, sigara gibi ihtiyaçlarını karşılar.

Birinci gün dişi kurttan bir haber yoktur. İkinci gün de sessiz geçer. Üçüncü günün akşamı, güneşin henüz battığı bir anda dişi kurt çiftlikten 1 km uzakta bir mesafede çalılıklar arasında belirir. Üç gündür gözüne uyku girmeyen nişancı, mavzeri doğrultur, kurdun yaklaşmasını bekler. Kurt bir tuzak kokusu almış olmalı ki çiftliğe yaklaşmaz, geri dönüp çalılıklar arasına dalmak ister. İşte o anda nişancı genç mavzerini ateşler. Bir uluma sesi duyulur ama nişancı kurdu vurup vurmadığından emin değildir.

Damdan atlar kurda doğru koşturur. Evet, kurdu vurmuştur. Kurt boynundan yaralanmış can çekişmektedir. Çok geçmeden annem ve çobanlar da olay yerine gelirler. Annem, köpeğinin intikamını aldığı için mutludur. Ayrılmadan önce çobanlardan birisini yanına çağırır, kulağına fısıldar: “Kimseye çaktırmadan kurdun dişi organını kes! Kurutup asınca uğur getirir.” Çoban da denileni yapar, kurdun dişi organını kesip anneme teslim eder. Annem de bir iple evin önündeki direğe asar. Tabii zaman geçtikçe et parçası kurur, ne olduğu belirsiz bir nesneye dönüşür.

İstanbul’dan gelmiştim. Birkaç gün sonra bu kuru et parçası dikkatimi çekti. Ne olduğunu sordum. Annem cevap vermekten kaçındı. “Birisi verdi! Uğur getiriyormuş,”demekle yetindi. Meraklıydım. Annemin bana geçiştirici bir cevap verdiğini biliyordum. Üstelemedim.

Bir akşam yine sivrisinek sürülerini uzak tutmak için tezekleri yakmış ortalık dumana boğulmuştu. Çobanlar da evin küçük balkonunda yer sofrasında yemeklerini yiyorlardı. Annem o sıra ambara peynir getirmeye gitmişti. Çobanın birisi yer değiştirmek için ayağı kalkınca şapkası balkon direğine asılı duran kuru et parçasına ilişti. Kuru et parçası da yere düştü. Bunu gören çobanlardan birisi arkadaşını Kürtçe uyardı: “Kurdun vajinasını tekrar yerine as yoksa Naciye abladan çekeceğimiz var.”

Sonraki günler çobanlardan biri olup biteni anlattı. Can çekişerek ölen köpeği can çekişerek ölen kurdu, köpeği için ağlayan annemi düşündüğüm zaman yüreğim parçalandı. İçimde bir isyan duygusu oluştu: “Ey doğa! Ey Tanrım! Eğer acı çektirtecektin ne diye insanları, hayvanları, bitkileri yarattın? Keşke canlılar var olmasaydı. Ölüm-yaşam korkusu içinde yaşayan zavallı yaratıklardan başka bir şey değiliz. Evrendeki varlığımı YAŞAM denilen aldatıcı ve önemsiz bir zaman dilimi olarak geçirmektense, taş ve toprak olarak devam ettirmek beni daha da mutlu edecekti.”

NOT: Türkçede bazı uygunsuz isimler yenileriyle değişti ve genel kabul gördü. Örneğin, “Kapıcı” kelimesi yerine artık genellikle “ Apartman Görevlisi” ifadesi kullanılıyor. Ancak “Çoban” kelimesi için genel kabul gören bir ifade olmadığından halen kullanmak zorunda kalışımızdan dolayı rahatsız olduğumu ifade etmeliyim.

TOZ-DUMAN

60’lı yıllarda bir Kürt köylüsü alışveriş yapmak için eşeğini önüne katıp Doğubayazıt yolundan Iğdır’a doğru yola çıkar. O yıllar Doğubayazıt-Iğdır arası şose yani toprak bir yoldur. Dökülen kumlar kısa zamanda sağa sola dağılır geriye üflesen ortalığı tozu dumana katacak türden çok ince bir toprak katmanı kalırdı. Arabalar yoldan geçince amansız bir toz bulutu ortalığı kaplar dakikalarca havada asılı dururdu.

Hayatını dağ köylerinde geçirmiş üstelik nüfus kaydı olmadığından askere de gitmemişbir köylü eşeğini sürerken yanından önce bir TIR geçer. Toza alerjisi olan Kürt köylüsü öksürük nöbetine tutulur. Henüz kendisini toparlamışken bu kez bir kamyon ters yönde tam gaz ilerler. Toz duman daha uzun süre havada asılı kalır. Yine tam kendisini toparlamışken bu kez bir otomobil tüm hızıyla köylüyü sollar. Hayatında traktörden başka taşıt aracı görmemiş köylü kafasını sinirli sinirli sallar, şöyle der:  “Ey Allah’ım! Anlamıyorum! İnsanlar toz çıkarmak için niçin araba yapıyorlar?”

KEDİNİN ÜZÜNTÜSÜ

Bir kedi bir fareyi kovalar. Fare zorlukla duvarın dibindeki küçük delikten komşu bahçeye kaçar. Kedi, farenin delik içinde olduğunu düşünüp ayağını uzatarak onu yakalamayı ümit eder. Bahçedeki köpeklerden birisi kedinin ayağını görür, sert bir pençe indirir. Kedi, bu pençeyi farenin attığını düşünür. O günden sonra bir daha farelere yakın gitmez.

Bir gün uzanmış keyif yaparken fare yanından hızla geçer. Başka bir kedi fırsatı kaçırmaz, farenin üstüne atlar, yakalayıp keyifle uzaklaşır. Daha önce ayağına pençe yemiş olan kedi kendi kendine söylenir: “Gücün bana yetiyordu değil mi? Bu kediye de pençe vursaydın ya!”

İNATÇI TAVUK

Zerri Halanın tavuklarından birisi inadına yumurta yapmıyordu. Bir gün horozla çiftleşip çiftleşmediğini anlamak için tavuğu takibe alır. Tavuk komşu bahçeye girer. Oradan kovulunca başka bir komşu bahçeye kaçar. Derken yorgun argın evin bahçesine döner.

Öğleden sonrasıdır. Horoz sırayla tavuklarla çiftleşir, sonra da kafasını gururla havaya kaldırıp “üüürüüüü” diye öter.

Sıra gelir yumurtlamayan tavuğa… Horoz itidalli ve dikkatli bir şekilde tavuğun etrafında dört döner ama çiftleşmek için uygun bir fırsat yakalayamaz. Tavuk huzursuzlanır, horozu kovalar, çiftleşmeye izin vermez.

Zerri Hala kendi kendine gülümser: “Ben de gençliğimde öyleydim. Sabahtan akşama kadar evin işini görür, yemek yapar, ekmek pişirir, çamaşır yuyur (yıkıyordum), takatten düşerdim. Akşama doğru kocam elini kolunu sallayarak keyifle gelir, yemeğini yer, tumanını (donunu) çıkartıp yatağa uzanır beni yanına çağırırdı. Ben de insandım, dayanamaz patlardım: ‘Evi yıxılası! Bende takat mi kalıp gelip senin koynuna girem, diye bağırıp peşine düşerdim.’

GÖVDE GÖSTERİSİ

70’li yıllarda Sağ-Sol çekişmesinin hüküm sürdüğü zor günlerden birisidir. Kavgaları ve yumruklarıyla ün salmış iki devrimci genç çarşının ortasında yürürken karşıdan yine kavgaları ve yumruklarıyla iddialı iki ülkücünün geldiğini görürler. İki taraf da her an olabilecek bir ağız dalaşı ve yumruk kavgasına hazır bir halde birbirlerine yan gözle bakarlar. Allah’tan bir olay falan olmadan herkes kendi yoluna gider. Dördü de birbirinden habersiz olarak derin bir nefes alır, “Allah’a şükürler! Kavga falan olmadı! Yoksa perişan olacaktık!“ diye iç geçirirler, sonra tekrar dik ve gösterişli yürüyüşlerinden taviz vermeden yollarına devam ederler.

KARŞILIKLI YARDIM

Bir Azeri çiftçi,artık olgunlaşmış, boy atmış kavak ağaçlarını kesmek niyetindedir. Kocaman hızarın diğer ucunu tutacak birini bulamayınca Kürt komşusundan yardım ister. Çalışmalarına ara vermeden yoğun çalışarak akşama kadar bütün kavakları kesip devirirler. İş bitince Kürt komşu izin ister evine döner. Karısı yer sofrası hazırlamıştır. Merakla sorar:

“Bu kadar çalıştın bari para falan verdi mi?”

“Ayıp olurdu! Verseydi de almazdım.”

“Hiç olmazsa kesilmiş bir kavak ağacı verseydi.”

“Öyle cimri ki ağacın yaprağını bile vermez!”

“Sen de geceleyin git bir ağacı gizliden al getir!”

“Hanım, ağaçlar çok büyük tek başıma taşıyamam. Sen de hamilesin. Yardımcı olamasın.”

Karısı saftır:

“Ağaçları kesmek için o senden yardım istedi. Şimdi sıra sende, git kapısını çal, ağacı bahçemize taşımak içinyardım iste! Yaptığı iş için de sakın ola para falan verme! Vicdansız!”

MEZAR BEKÇİSİNİN KADERİ

1970’li yıllarda ülkücü ve devrimci kesimin önce çıkan, her gün yay çekerek, halter kaldırarak vücutlarını geliştiren ve en önde yürüyen kodamanları olurdu. Bir gün ülkücü grupla devrimci grup çarşının orta yerinde karşılaşırlar. Olay çıkıp eşyalarının zarar görmesini istemeyen esnaf iki tarafa da yalvarır: “Hepiniz dövüşeceğinize, iki kişi dövüşsün yeter!”

Kabadayı duruşlu ülkücü ile devrimci çarşı ortasında kavga etmek yerine akşam 9’da Narınçoğlu mezarlığında yeni kazılmış boş duran mezarların yanında teke tek hesaplaşmaya karar verirler.

Şansa o günde kara bulutlar gökyüzünü kaplamış ortalıkta tek bir ışık huzmesi yoktur. Mezarlıktan sorumlu bekçi de son turu atıp evine dönmek üzeredir. Önce devrimci genç gelir. Karanlıkta hayal meyal seçtiği bekçiyi ülkücü sanır, üzerine atılır, yumruklar da yumruklar. Adam yere yığılır. Devrimci genç bekçinin ayağından tutup hemen yanı başındaki yeni kazılmış mezar boşluğuna atar, çekip gider.

Bekçi kendine gelir, ne olup bittiğine anlam vermeye çalışır. Mezardan çıkar, evin yolunu tutmak üzereyken o anda ülkücü genç karşısında hayal meyal belirir. Bekçiyi, devrimci genç zanneden ülkücü, bekçinin üzerine çullanır, yumruklar da yumruklar, sonra da ayağından tutup boş mezara atar.

Bekçi mezardan zorlukla çıkar. İki feci dayaktan sonra kendisini zor bela bekçi kulübesine atar. Kocasının halini gören karısı üzüntüyle bağırır:

“Ne oldu sana böyle?”

“Hanım, sakın ola,gece karanlığında mezarlıkta dolaşma. Ortalık hortlak dolu… Biri dövüp çukura atıyor, çukurdan çıkar çıkmaz bu sefer başka bir hortlak karşına çıkıyor, o da dövüp çukura atıyor. Üçüncüsü gelmeden kendimi zor kurtardım!”

DIĞIR (Kısa Boylu)

Iğdır ve çevresinde “Dığır” kelimesi kısa boylu veya cüce anlamına gelir. Bir gün kısa boylu bir Iğdırlı askere gider.Bölük komutanı sabah toplantısında (içtima) elinde bir kağıt kalemle hem yoklama yapmak hem de askerlerini tanımak niyetindedir. Bir ara Komutan bağırır: “Mehmet Karataş”. Bölükten ses çıkmaz. Komutan tekrar tekrar bağırır ama cevap veren yoktur. İsmin yanında askerin doğum yeri olarak IĞDIR yazmaktadır. “İçinizde Iğdırlı olan kimlerdir?” Dığır elini kaldırır. Bölük komutanı sinirli sinirli bağırır:

“Kâğıtta Mehmet Karataş yazıyor!”

“Komutanım Iğdır’da herkes beni ‘Dığır’ olarak çağırır.”

“Ne anlama geliyor Dığır?”

Mehmet kurnaz davranır:

“Komutanım, hemşerilerim çok şakacıdırlar. ‘IĞDIR’ kelimesindeki harflerin yerini değiştirip bana bu ismi vermişler.”

KARAMANLI olan Komutan kendi kendine söylenir. “İyi ki Iğdırlı değilim. Yoksa beni MAKARNA diye çağıracaklardı.”

KİLLİNG

Killing

“Killing” kelimesinin İngilizce anlamı “Öldürme, katletme” anlamına gelir. 1967 yılında (9 yaşındaydım) İrfan Atasoy’un başrolünü oynadığı, “Killing İstanbul’da” isimli bir film piyasaya çıkmıştı. Aras Sinemasında filmi izlerken tüylerimin diken diken olduğunu bugün bile hatırlıyorum. Bu belki de ilk seyrettiğim korku filmiydi. Film büyük başarı kazandı çünkü mahalle çocuklarının ağzından düşmüyor, birbirlerini killing rolünde korkutmaya çalışıyorlardı.

İşte böyle bir günde mahallemizin gençlerinden birisi akıl eder, tıpkı yukarıdaki resimde görüldüğü gibi bir Killing elbisesi diker veya diktirir. Geceleyin daha önceki anekdotlarımda sıkça bahsini ettiğim mahallenin girişindeki “Meşe Kerem’in gelemeliği (kavak ağacı korusu)”  denilen yerde pusuya yatar. Killing elbisesini giyer, avını beklemeye koyulur. O yıllar yolların ışıklandırmaları ya zayıf ya da hiç yoktur.

Karşıdan birisinin rahat rahat geldiğini görür. Loş karanlıkta aniden önüne çıkar: “Paraları sökül yoksa öldün!” diye tehdit eder. Zavallı adam korkudan iki elini havaya kaldırınca, koltuk altındaki karpuz da yere düşüp parçalanır.Killing adamın cüzdanını kapıp karanlıkta kaybolur.

Ertesi gün bu olayın duyulmasından sonra kimse geceleyin koruluğun yanından geçmeye cesaret edemez. Killing’in de elbette bu duruma morali bozulur ama inatla yeni bir av peşindedir. Gece yarısına doğru her zamanki yerinde pozisyon alır.

Uzaktan loş ışıkta birisinin geldiğini görür. Yaklaşmasını bekler. Aniden karşısına çıkar. Bir de ne görsün gelen adam da killing elbisesi giyinmemiş mi!!. Aralarında tartışma başlar. Eski Killing, yeni geleni uyarır: “Bu mahallenin Killing’i benim! Git kendine başka bir yer bul!” Yeni Killing cevaplar: “Ben de bu mahallede oturuyorum. İstersen gel bu işi beraber yapalım.” Anlaşırlar.

Uzakta, sallana sallana yürüyerek gelen birisi belirir. İki Killing aynı anda adamın önüne çıkarlar. Adam zil zurna sarhoştur. Korku falan hissetmez. Gördüklerine de aldırmaz. Kendi kendine söylenir: “Sarhoş olduğum nasıl da belli oluyor. Bir Killing yerine iki Killing görüyorum. Şimdi belli olur hangisinin gerçek olduğu.” Koltuğunun altında taşıdığı yedek ve içi şarap dolu şişeyi Killinglerden birisinin kafasına indirir. Darbeyi alan Killing ölüm derecesinde yere yığılır, diğeri de ortadan kaybolur. Sarhoş yoluna devam ederken kendi kendine söylenir: “Helal olsun bana! Hangisinin gerçek Killing olduğunu nasıl da ilk vuruşta doğru tahmin ettim. Gerçek olanı yere düşünce çift gördüğüm diğeri kendiliğinden gözden kayboldu!”

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir