Gazetemizin köşe yazarlarından Mücahit Özden Hun, “Çocukların Masumiyeti ve Ölümcül Ayrımcılık” başlığıyla bir yazı yayımladı. Bazı okuyucular, yüreklerinde ve zihinlerinde yıllarca saklı kalmış, “ayrımcılık” nedeniyle maruz kaldıkları acı ve travmatik olayları yorum kısmına taşıyarak konuya farklı bakış açısı kazandırdılar. Ben de bir Hoca olarak yaşadıklarımdan birkaç örnek vererek yazıya katkı sundum. Bu yazışmaları bir bütün olarak yayımlamakta yarar görüyorum:

AKAY AKTAŞ ANLATIYOR (1)

Yazıda okuduğum, ayrımcılık yapan hocanın, eğitim ve insanlıkla hiç ilgisi yokmuş. Ne diyeyim, o ve onun gibi hocalara lanet olsun! Başımdan geçen bir olayı özetlemek isterim:

Hoca olarak Iğdır Atatürk Lisesi’nde lise ikinci sınıfların Edebiyat dersine gittiğim günlerdi. Geçmişte husumet yaşadığım bir ailenin kızı da sınıfta öğrencimdi. Babası herhalde öğrencime, aramızda ciddi siyasi uyuşmazlık olduğunu ve benden sınıfı geçemeyeceğini, okulu değiştirmesini falan söylemiş olmalı… Alışkanlık olarak, yazılı kağıtlarını dikkatle okur, hataların üzerini çizer, eksiklik ve yanlışlıkları işaret eder, güzel cümlelerin ise altını çizerek onaylar, sonra da notumu verirdim. Böylece öğrencinin de nereden not kırdığımı ya da hangi kısımdan puan aldığını görme şansı olurdu.

Aramızda husumet olan ailenin kızı benden 9 almıştı (en yüksek not 10). Yazılı kağıtları alıp sınıfa gittim. Herkesin kağıdını dağıttım ama bu öğrencimin kağıdını en sona sakladım. Öğrencime, yazılı sınavından kaç beklediğini sordum. Öğrencim cevap vermedi, sustu. Israr edince birden ağlamaya başladı. Çok şaşırdım. Öğrencim hıçkırıklar arasında, “Biliyorum bana sıfır vermişsiniz,” diyebildi. Yazılı kağıdını ve üzerine kırmızı kalemle yazdığım 9 rakamını gösterdim. Öğrencim hem şaşırdı hem de mahcup oldu.

Öğrencim, bu durumu evde babasına da anlatıyor. Babasının ağzından bir cümle dökülüyor: “Akay Hoca, asil bir ailenin evlâdıdır! Kendisine yakışanı yapmıştır.”

Daha sonra kızın babası ile aramızda bir dostluk gelişti.

Ama Mücahit Bey, maalesef yazında ifade ettiğin gibi düşüncelerini ve siyasi bakış açılarını işlerine ve hele masum öğrencileri cezalandırmak için kullanan, insanlıktan ve eğitimden nasibini alamamış “öğretmencikler” de var.

Ders anlatırken, not verirken siyasi düşüncelerimi veya eğer varsa husumetimi ayrı tutmaya hep özen gösterdim. Beynimde öğrenciden “ÖÇ” alma kavramı yoktu. Böylesi bir yaklaşım eğitim anlayışıma tersti. Öğrencinin yanlışı veya disiplinsizliği varsa onun da yolları değişikti; örneğin gerektiğinde azarlardım. Dayak da atardım ama notla tehdit ya da ceza vermek gibi bir kavrama bigane (yabancı) idim. Bir de asla öğrencimi disipline vermedim. Bana hakaret eden de oldu. Hatta taş atan da…Öğrenci bunu bilmez ama disiplin suçu onun dosyasına işlenir ve ileri de karşısına çıkardı. Bunu bildiğim için öğrencinin “sabıka kaydının” olmasını istemezdim. Hoş, günümüzde en azılıların en olmadık mevkilere geldiklerini görünce kendi kendime BEN UZAYDAN MI GELDİM diye soru sorar oldum.

AKAY AKTAŞ ANLATIYOR (2)

Bu vesile ile bir anımı paylaşmak istiyorum.

Bir sınıfı orta üçten almış lise sona kadar okutmuştum. Öyle ki dört yıl boyunca, haftada en az 5-6 saat Edebiyat, 6 saat Felsefe, üç saat Rehberlik dersi veriyordum. Bir anlamda sınıfla iç-içe olmuştum.

En son kompozisyon dersinde  şu konuyu sınav sorusu olarak verdim: “Değerli Öğrenciler! Dört yıldır yoğun biçimde bir arada olduk. Ben, sizlerin gözünde nasıl bir öğretmenim? Lütfen beni değerlendiren bir kompozisyon yazınız.”

Hemen hemen bütün öğrencilerim, “Hocam siz çok iyisiniz, hoşsunuz, iyi ders anlatıyorsunuz, bizlere özen gösteriyorsunuz, üzerimize titriyorsunuz, biraz katı ve sertsiniz ama buna mecbur kaldığınızı da biliyor, anlayışla karşılıyoruz,” gibisinden yazılar kaleme aldılar.

Sadece bir öğrencim hariç: Burhan Güneş’in kızı. O, şöyle yazmıştı: “Sizden nefret ediyorum. Kendinizi çok beğenmiş birisiniz!”

Sert ama mükemmel bir şekilde kaleme aldığı yazısını ayrıntılı örnekler vererek tamamlamıştı. Her zamanki gibi kağıtları öğrencilere dağıtıp yazılar üzerinde değerlendirmelerde bulunduk. Kompozisyonda beni yerden yere vuran kız öğrencimin yazılı kağıdını en sona sakladım. Bütün öğrencilerin kağıdını dağıttıktan sonra bu öğrencimin benim hakkımda yazdığı yazıyı sesli bir şekilde okudum. Sınıf, buz kesildi. Muhtemelen, öğrencilerim kendi içlerinden, “Artık bu kız kesinlikle sınıfı geçemez,” gibisinden bir düşünceyi geçirmiş olmalılar. Halbuki ben bu kompozisyona 10(on) vermiştim. Notu açıkladığımda ne sınıf ne de öğrencim buna inanamadı. Mecbur kaldım, not defterini sınıfta elden ele dolaştırttım; ancak o zaman ikna olabildiler.

Ben, öğrencimin benim hakkımdaki eleştirisine değil, eleştirisinin yazı tekniğine, anlatım gücüne, düzgün-hatasız yazımına ve beni somut örneklerle eleştirmesine, kısacası MEDENİ CESARETİNE not vermiştim. Zaten aksini düşünemezdim bile… Yıllar sonra bu sınıfta okuyan öğrencilerimle karşılaştığımda hep bu olayı hatırlar,  gönderme yaparlar.

Neden mi böyle davranıyordum? İlkokul yıllarımda bir hikâye okumuştum. Öğretmen sınıftaki haylaz bir öğrenciyi bir türlü vaktinde sınıfa getirtemiyor. Bir gün mecbur kalıp öğrencilerine şöyle diyor: “Yarın, kim en erken sınıfa gelirse bana bir tokat atmasına izin vereceğim.”

O haylaz Öğrenci böyle bir fırsatı hiç kaçırır mı? Herkesten önce okula gider. Hatta okulun kapısında bekler. Öğretmen, erken gelen öğrenciyi sınıfta tahtaya kaldırır. Öğretmen, ellerini yanına indirir, suratını öğrenciye uzatır: “Hakkettiğin ödülü artık alabilirsin. Bana tokat atabilirsin.”

O an çocuk uykudan uyanır gibi yaptığı hatanın farkına varır. O günden sonra da okulun en disiplinli öğrencisi olur.

İşte ben, böyle bir ruh ile yetişmiştim.

SÜHEYLA HUN AKSOY ANLATIYOR

Sevgili kardeşim, ayrımcılık tramvasını ben de Iğdır Lisesi 2. Sınıfta Edebiyat dersinde yaşadım. T.Ö. isimli Edebiyat öğretmenimden hiçbir zaman beş üzeri not alamıyordum. Bu durumu kendime vicdan yapıyor, “Herhalde Edebiyattan anlamıyorum,” diye düşünüyordum. Babama söyledim, O da öğretmenimi sordu. Nasihat etti: “Daha çok roman oku!”

Evimizdeki Türk, Rus, Fransız ve diğer klasikleri yoğun şekilde okumaya başladım. O yıllar sanal dünya, sosyal medya, TV vb yoktu. Ya oyundayım ya da okumada.

Derken ikinci yarıyılda Edebiyat hocamız değişti. Rahmet ve saygıyla andığım Tuncer Demirel, Edebiyat öğretmenimiz oldu. İlk kompozisyon yazılısında 10 almış, bu duruma inanmamıştım. Bu başarım lise son sınıfa kadar devam etti. Kader bu, sonraki yıllar Edebiyat öğretmeni oldum.10 yıl Türkiye’de 30 yıl da Almanya’da Edebiyat ve Türkçe öğretmeni olarak çalıştım. Emekli oldum ama kulaklarımda hâlâ T.Ö. isimli hocamızın, “Ağzınla kuş bile tutsan benden 5’ten daha yüksek not alamazsın,” sözü yankılanmaktadır.

Önemli olan gelecek kuşaklara hoş bir nida bırakmaktır. Bu ölümlü dünyada gerisi teferruattır. Bunları yazdım ki yeni öğretmenler ayrımcılık konusunda dikkatli olsunlar. İnsanlar bazen farkında olmadan başkalarında onulmaz yaralar açabiliyorlar.

OSMAN AYDIN ANLATIYOR

Mücahit Bey, ne kadar da benzer bir olayı yaşamışız! Ben, tabelasında “Elazığ Lisesi” yazan binada önce ortaokulu sonra da liseyi bitirdim. O zaman Elazığ’da da ortaokul ve lise aynı binadaydı.

1958 yılıydı. Ortaokul son sınıftayım. Bir arkadaşımla teneffüste Kürtçe konuştuğum gören İngilizce öğretmeni bizi dövmüş, yıl içinde iki karnede de dönem sonu notu olarak 2 vermişti. Eylül’de bütünleme sınavına girdim, 6 aldım ama sınıfı geçemedim. Çünkü o yıllar şöyle bir kural vardı: Dersten geçebilmek için bütünlemeye kaldığın dersin iki karne (yıl sonu) not ortalaması ile bütünlemede alınan not toplamının 9 olması gerekiyordu. Bütünleme sınavından geçer not almıştım ama yıl sonu notumla toplandığında 8 olduğundan yani 9’dan küçük olduğundan sınıfta kaldım.

Bir de müzik dersinden bütünlemeye kalmıştım. Nedeni enstrüman çalamamamdı. Ben doğuştan solaktım, ama okula başladığımda öğretmenin zoru ile yazıyı sağ elle yazmayı öğrendim. Bu zorlama iki el arasındaki senkronize hareketleri büyük ölçüde sınırladı. Enstrüman çalamamanın nedeninin bu olduğunu yıllar sonra öğrenecektim. Kısacası o yıl bütünlemede müzik dersinden de geçemedim, bir yıl kaybım oldu. O zaman yaşadığım travma yaşamım boyunca bana arkadaşlık etti.

İRFAN ZEKİ YILMAZ ANLATIYOR

Mücahit Bey, bir öğretmen olmasam da öğretmenlik adına size bunları yaşatan hocayı lanetliyorum. Unutmayalım ki bir öğretmen sadece ders vererek öğretmenlik görevini ifa etmiş olmuyor. Bilakis tüm tutum ve davranışları ile öğretici bir kişiliğe sahip olmak zorundadır. Bu sıfattan yoksun olanlar öğretmen değil, “öğretmencilik” oynuyorlar.

İSLAM ÇANKAYA ANLATIYOR

Bu yorumuma “UNUTULMAYANLAR” diye başlamak istedim. 1960’lı yıllardan söz edeceğim. Babam Ahmet ÇANKAYA, eski-bozuk bir kamyonla Aralık- Ortaköy ile Iğdır arasında taşımacılık yapardı. Aynı kamyonda insan, hayvan ve yük taşınırdı. Azeri kökenli Babam okul yüzü görmemiş, okuma-yazması yoktu. Zaman zaman müşkülleri (zorlukları) olurdu. Hele de devlet dairesine işi düşünce MECİT HUN diye bir Kürt aydınını arar bulurdu. Azeri babama göre, o tüm müşkülleri çözen bilgili biriydi. Zaman zaman evde ondan “bir bilen” olarak söz ederdi. O yıllar Iğdır’da Ortaokul öğrencisiyim. Babamın müşküllerini çözen Mecit HUN’la şehirde karşılaşırdık. Uzun boyundan çok, ceketinin sol gözünde başlığı “CUMHURİYET” olan bir gazete taşıması dikkatimi çekerdi. Şimdilerde bir vakıf üniversitesinde Öğretim Görevlisi ve Mali Danışman olarak hizmet veriyorum. Çanta, hayatımın en vazgeçilmezidir; bir de içinde başlığı CUMHURİYET” olan o gazete… O gazete ki 60’lı yıllarda Mecit Hun’dan bir Azeri çocuğa armağan… Selam olsun tüm güzel insanlara….

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir