19/07/2021

DRAKULA MAFYA

Değerli okuyucular!

Her şeyden önce Kurban Bayramınızı canı gönülden kutluyorum. (Cejna we ya Qurbanê pîroz be!)

Biliyorum, bir bayram yazısı iç açıcı ve neşeli olmalıdır. Bu bir gelenektir. İnsanların aileleriyle bir araya geldiği ve hoşça vakit geçirdiği böyle günlerde güzel anekdot ve makaleler okuyucuların gönlünü okşar, onlara umut ve sevgi duygusunu aşılar. Ancak ne yazık ki ben böyle bir yazıyı kaleme almayacağım. Son on günde tanık olduğum olaylar üzerimde vicdani bir yük olarak kalmıştır. Toplumun ortak acısı olan bir gerçeği bu yazımda dikkatinize sunacağım. Asıl konuya geçmeden önce mitolojik bir karakterden hareketle günümüz dünyasına bir yolculuk yapacağız. Önce “Drakula” kelimesinin kökenlerine inmek istiyorum.

Drakula

Drakula, ilk vampirin adıdır. Vampir kelimesinin kökeni hakkında kesin bir bilgi yoktur. Slav dillerinden muhtemelen Sırpçadan geldiği tahmin edilmektedir. Vampir, günbatımı ile şafak arasında dirilerek mezardan çıktığına, insanlara saldırıp kanlarını emdiğine inanılan mitolojik bir varlıktır. İlk vampir olan Drakula’nın kelime anlamı “Drakul’un oğlu” şeklindedir. “Drakul” kelimesi Romence dilince “Dragon” yani “Ejderha” demektir.  Biliyorsunuz insan zihni her zaman gerçekten kopmaya, “kurgu” yani “hayal” dünyasında gezinmeyi sever. Bu durum “Drakula” hikâyeleri için de böyle olmuştur.

GERÇEK ŞUDUR: Osmanlı Devleti, Balkanlarda genişlediği yıllarda ele geçirdiği topraklardan birisi de bugünkü Romanya’da, Tuna Nehri’nin kuzeyi ile Güney Karpat dağlarının güneyi arasında kalan, Eflak bölgesidir. Eflak kelimesi Romence “Ulah” kelimesinin Türkçe yorumudur. Osmanlı saldırıları sırasında bölgedeki bir prensin oğlu olan Vlad Tepeş esir alınır. Devşirilmek amacıyla(yani Müslüman yapıp Saray’da yönetici olması için) Başkent Edirne’ye getirilir. Hatta Fatih Sultan Mehmet ile birlikte Matematik, İslam Tarihi ve Aristo Mantığı üzerine eğitim aldığı iddia edilir. Vlad Tepeş, sonraki yıllar Osmanlıdan kaçar, Eflak bölgesine sığınır,  Eflak bölgesinde askeri bir direniş örgütler. Osmanlıya karşı nefretle doludur. Yakaladığı esirlere acımasız davranır. İşkence yapmak en büyük hobisidir. Düşünün bir kere, zavallı savaş esirleri kazığa geçirilmiş halde can çekişirken ve sesleri yeri göğü inletirken, Vlad Tepeş onlara bakarak yemeğini afiyetle yemekten zevk almaktadır.

Osmanlı tarihinde bu acımasız askeri komutana, “Kazıklı Voyvoda”  lakabı takılır.Biz de Tarih kitaplarında bu ismi tanıdık, vahşeti karşısında şaşkınlığımızı gizleyemedik. Bir gün Kazıklı Voyvoda, Osmanlı askerleri tarafından yakalanıp kafası kesilir ama geride ilginç mitolojik bir iz bırakır.

HAYAL ŞUDUR: Kazıklı Voyvoda ölür ama yaptığı acımasız işkencelerin halk üzerinde bıraktığı korkunç hatıralardan Drakula efsanesi doğar. İnsan zihni bu efsaneyi her yıl zenginleştirir, sonuçta Drakula ile ilgili kitaplar yazılır, filmler yapılır.Bugün “Drakula” ismi popüler kültürün vazgeçilmez karakterlerinden birisi durumundadır.

YAĞLI KAZIĞA OTURTMA

Halkı ve esirleri dehşete boğan kazığa oturtma işlemini açıklamadan Drakula efsanesinin doğuş nedenini anlamakta zorlanacağımızı düşünüyorum.

Bir insanı kazığa oturtmak öyle kolay bir iş değildi. Özel bir yetenek ve itina gerektiriyordu. İnsanları kazığa geçirmenin amacı mümkün olduğunca uzun süre acı çekmesini yani inim inim inlemesini sağlamaktı.

Yağlı kazığa oturtulmuş savaş esirleri

Önce kazıklar hazırlanır ve yağlanırdı. Kazığa oturtulacak kurban yüzükoyun yere uzatılır, elleri ve ayakları sıkıca bağlanırdı. Bu işi yapan cellat, yağlı kazığı kuyruk sokumunun üstünden ustaca vücuda sokar, belkemiğine paralel şekilde ama kemiğe zarar vermeden yukarı doğru iter, mağdurun ensesinin altından çıkarırdı. Bu kez kazık dik hale getirilir, yere sabitlenirdi. Normal koşullarda kurban acı içinde kıvranarak 2-3 gün can çekişir, ölürdü.

VOLTAIRE (Volter) ve KARL MARKS

18’inci ve 19’uncu yüzyılda Avrupa, vampir hikâyeleri ve dehşetiyle boğuşmaktaydı. Her ev her köy her şehir, vampirleri gördüğünü iddia eden insanlar ve korkunç hikâyelerle sarsılıyordu. İnsan yüreğini titreten, korkudan eve kapanmasına neden olan böyle bir dönemde iki ünlü isim vampir hikâyelerini ironik (alaycı) bir şekilde günün toplumsal olaylarına adapte ederler. Onlar için korkutucu olan insan kanı emen gerçek vampirler değil, insan emeğini ve sermayesini emen ekonomik vampirlerdi.

Aydınlanma döneminin en önemli isimlerinden Fransız düşünür Voltaire (volter), vampir hikâyelerine gülüp geçer ve şöyle der:

“Gerçek kan emiciler mezarlarda değil, aramızdadırlar. Borsa spekülatörleri (vurguncuları), tüccarlar ve işadamları halkın kanını her gün emmekteler. Bunlar kesinlikle ölmüyor ama yaşarken çürüyorlar.”

Voltaire (volter)

Komünist düşünür Karl Marks’ın konuya yaklaşımı da pek farklı değildir:

“Sermaye ölü emektir. Ancak canlı emeğin emilmesi ile vampirlere özgü biçimde hayat bulur. Ne kadar emerse o kadar hayat bulur.”

ROMANYA ZİYARETİM

Avrupa Enerji konferansına davetliydim. Konferans 2013 yılı Haziran ayında Bükreş’te yapılacaktı. 4-5 günlüğüne Bükreş’e uçtum. Diesel isimli bir otele yerleşip bir gün süren konferansı tamamladıktan sonra Romen bir arkadaşın rehberliğinde Bükreş’in turistik yerlerini dolaşmaya başladık. Romence dili, Latin dil grubunda olduğundan birçok kelimeler Fransızca veya İspanyolca ile benzerlik gösterir. Ayrıca İkinci Dünya Savaşından sonra Komünist yönetime muhalif aydınların çoğu Paris’e yerleştiklerinden Fransızca halk arasında en çok konuşulan dil olarak ilgi görmektedir.

Bükreş’te dikkatimi çeken en önemli yapıt, Parlamento binasıydı. Nasıl ki Cumhurbaşkanlığı Külliyesi Ankara için önemli bir eser ise aynı şey Bükreş’teki Parlamento binası için de geçerlidir. Guinness Rekorlar Kitabı’na göre, bu yapıt dünyanın en büyük, en pahalı ve en ağır sivil yönetim binasıdır. Saray, politik ve yönetim yerleşkesi olarak Ceauşescu (Çavuşesku) Rejimi döneminde planlanmış ve bitirilmiştir. Çavuşesku, sarayın ismini Cumhuriyet Evi (Casa Republicii) koymuştur. Bugün binanın adı Halkın Evi (Casa Poporului) olarak bilinmektedir.

Romanya Parlamento binası

Çavuşesku 1971 yılında Kuzey Kore’ye bir yolculuk yapar. Halkın nerdeyse putlaştırdığı yöneticilerin inşa ettirdiği Kamsusan isimli görkemli binadan etkilenir. Benzerini Bükreş’te yapmayı planlar. 28 yaşındaki Anca Petrescu isimli bir bayan mimarın projesi kabul görür. Saray 1984 yılında tamamlanır. Çavuşesku sarayın içinde kendisini Mısırlı Firavunlar gibi Tanrısal bir figür olarak görür. Ancak Tanrılar da ölümlüdür. 25 Aralık 1989 tarihinde halk ayaklanmasıyla devrilir, eşiyle birlikte yargısız sualsiz feci şekilde kurşuna dizilir.

Çavuşesku

Bükreş için bir gün yeterli olmuştu. Paris’le arasında büyük benzerlik vardı. Şehir planı nerdeyse tıpatıp aynısıydı. Hatta Paris’teki zafer takının aynısını Bükreş’e de dikmişlerdi. Bu yüzden Bükreş’e “Doğunun Paris’i” lakabı takılmıştı.

Canımın sıkıldığını anlayan arkadaşım bana sürpriz bir yolculuk yapmayı teklif etti. Kabul ettim. Arabayla kuzeye doğru yola koyulduk. Yaklaşık 2.5 saatlik bir yolculuktan sonra uzakta bir tepenin üzerinde görkemli bir şato göründü. İçime garip bir korku hissi doldu. Korkmam için bir neden yoktu çünkü şatonun ne olduğunu bilmiyordum.

Arabayı park edip şato girişine yönelince bir yerde İngilizce, “Count Dracula Castle / Kont Drakula Şatosu” yazısı gözüme ilişti. Arkadaşın sürprizi artık belli olmuştu.

Drakula Şatosu

Şato, vampir hikâyelerinin doğduğu Transilvanya bölgesinin kalbine kurulmuştu. Transilvanya; Romanya’nın tam ortasında, etrafı dağlarla çevrili sık ormanların derin vadilerle bölündüğü, insan ruhuna derin bir korku ve mistisizm yükleyen bölgenin adıdır. Gariptir, dünyanın manyetik alanı kendisini en güçlü olarak Transilvanya’da hissettirir. Her yüzyılda işte tam da bu bölgede duygularını şeytanla paylaşan, şeytanla pazarlık yapan bir yaratık ortaya çıkar, etkisini ve gücünü yüzyıllarca devam ettirir. Drakula işte bu bölgede dünyaya geldi. Vampir ruhu burada doğdu ve buradan dünyaya yayıldı.  Elbette Drakula çoktan ölmüştü. Şato, yılda yarım milyonu aşkın ziyaretçi kabul eden bir müze olarak kullanılıyordu.

Giriş biletlerimizi alıp içeri girdik. Koridorlar ve Drakula’nın mezarına giden merdivenler loş bir ışıkla aydınlatılıyordu. Aniden karşıma vampir elbisesi giyinmiş birisi çıktı. Yüreğim duracak gibi oldu. Anlaşılan kötü sürprizler devam edecek gibiydi.

Müze yetkilileri turistleri Drakula’nın mezarının olduğu odaya aldılar. Kapılar kapandı. Ortalığı yine loş bir ışık doldurdu. Bizler pür dikkat mezara bakarken birden mezar açıldı içinden gerçek bir adam vampir kıyafetiyle çıktı. Bilinçaltımız çocukluğumuzdan beri vampir korkusuyla beslendiğinden hepimiz çığlık atarak kaçışmak istedik. Arkadaşım sırıtarak bana bakınca durumu anlayıp sakinleştim. Yapılan elbette soğuk bir şakaydı. Sonradan Drakula’nın gerçek mezar yerinin meçhul olduğunu öğrenecek, gülüşecektik.

***  

DRAKULA MAFYA ARAMIZDA

Yaklaşık on gün öncesiydi. Gece yarısına doğru bir zamandı. Telefonum çaldı. Eşim Şeval, telefonu açtı. Şeval’in yüz hatları aniden gerildi. Ses tonu değişti.  Karşı taraf telaş dolu ve yalvarır bir ses tonunda konuşuyor, bir şeyler açıklamaya çalışıyordu. Zor bir konu olduğu belliydi. Şeval, telefonu bana uzattı:

“Alo, buyurun, kiminle görüşüyorum?”

“Amca benim adım Hasan. Manisa’dan arıyorum. Ben de Geloyluyum. Yardıma ihtiyacım var.”

“Nasıl yardımcı olabilirim?”

“Benim bir amca oğlum var. Adı İsmet. Ailesi Ardahan’da yaşıyor. İsmet de uzun yıllardır İstanbul’da inşaat işlerinde çalışıyordu. İsmet sekiz aydır kayıp. Geçenlerde akrabalarımız tesadüfen İsmet’i Galata Köprüsünün altında bir battaniyeye sarılı olarak yatarken görmüşler. Yanına gidip konuşmak istemişler ama İsmet ısrarla onların uzaklaşıp gitmelerini istemiş: ‘Ben Mafyanın elindeyim. Şu an Mafyanın adamları bizleri izliyor. Benim buradan ayrılıp gitmem mümkün değil. Sizinle gelirsem Mafya hepimizi kurşuna dizer.’

Hasan durumu kısaca özetledi ve sordu:

“Amca, İsmet’i kurtarmak için ne yapabiliriz?”

Hasan soruya hemen cevap vermemi bekliyordu. Mafyaya esir düşmüş insanların hayat hikâyelerini okumuş veya belgeseller izlemiştim ancak böyle bir durumun bir akrabamın başına geleceğine elbette hiç ihtimal vermemiştim.

“İsmet kaç yaşında?”

“25-26 yaşında!”

“Bana biraz düşünmek için zaman ver! Seni arayacağım.”

Şeval’le oturup bir durum değerlendirmesi yaptık. Şeval uzun yıllar İstanbul’da kaldığı için buna benzer birçok olaya tanık olmuştu. Eğer Galata Köprüsüne gidersek kesinlikle Mafyanın kurşunlarına hedef olacağımızı söyledi. Bir gün sonra önemli bir toplantım vardı.

“Şeval, yarından sonrası için İstanbul’a bilet al! İsmet’i Mafyanın elinden çekip alacağım.”

“Hayır! Bunu yapamazsın! Devlet bile onlarla baş edemiyor. İstersen Karaköy Polis Karakolunu ara, yardım iste! Göreceksin kıllarını bile kıpırdatmayacaklar. İstanbul’da birçok yerde Mafya ve polis işbirliği içinde çalışıyorlar.”

“Şeval, lütfen susar mısın?Bana engel olamazsın! Bir gencin hayatını kurtarmak her şeyin üstünde bir değere sahiptir.”

Şeval’e sesimi yükselttiğim için üzgündüm ama bir gencin çaresizlikle baş başa terk edilmesi kabul edilir bir şey değildi.

Galata Köprüsü

Koltuğa oturdum,  “Allah! Allah!” diye söylenerek düşüncelere daldım. 1930’lu yıllarda Amerika’da Mafya ve polis işbirliğini bilmeyen yoktu. Bu durum gerçekten hala devam ediyor muydu?

Hasan’ı aradım:

“İsmet’in uyuşturucu sorunu var mı?”

“Bilmiyorum amca!”

“Mafya için uyuşturucu satışı yapıyor mu?”

“Bilmiyorum amca!”

“Hasan, ben ertesi gün İstanbul’da olacağım. İsmet’i köprü altında gören gençlerden biriyle beni buluştur. Bana uzaktan İsmet’i göstersinler. Gerisini bana bırakın!”

“Tamam amca!”

Ertesi gün toplantıdan sonrası bir zamandı. Hasan aradı:

“Amca, ben dün gece Manisa’dan İstanbul’a otobüsle geldim. İsmet’i alıp otobüse bindirdim. Şu an ikimiz de otobüsle Manisa’ya doğru yol alıyoruz.”

“Mafya ile bir sorun yaşamadınız mı?”

“İsmet’i perperişan bir halde görünce dayanamadım,  tehlikeye aldırmadan kolundan tutup taksiye bindirdim. Amca, İsmet’in kollarında iğne izleri var. Kollarının her tarafı morarmış bir halde. Eroine alıştırmışlar. İsmet, hem eroin kullanıyor hem de Mafya için eroin satıyor. Amca, Manisa’ya vardığımda tekrar telefon açacağım.”

Ertesi gün öğleden sonrasıydı. Hasan telefondaydı. Sesi acıyla yüklüydü:

“Amca, ben işe gitmek için evden ayrılınca İsmet bir bahane uydurup evden çıkmış. Şimdi kayıp! Her yerde aradım ama bulamadım. Üzerinde sadece sürücü kimliği var. Parası yok! Polise haber verdim. Ne yapacağımı bilemiyorum? Tekrar yakalarsam da ne yapacağımı bilemiyorum. Amca, bunun tedavisi var mı?”

“Eroin bağımlılarının tedavi olması için önce gönüllü olmaları gerekiyor. Gönüllü olanların da sadece %1’i bağımlılıktan kurtulup normal hayata geri dönebiliyor. Evden kaçtığı için İsmet’in gönüllü olacağını düşünmüyorum. Hastaneye kapatılsa bile yine kaçacak. Ben de çaresizim. Şu an yapmamız gereken İsmet’i tekrar bulmak!”

Hasan, vefalı bir amca oğluydu. Broşürler bastırıp şehrin her yerine dağıttı, İsmet’in resmini duvarlara ve direklere astı. Aradan 5 gün geçmesine rağmen hala İsmet’in izine rastlamış değiliz. Hasan, bir yandan da İstanbul’daki arkadaşlarını tembihliyor, Galata Köprüsünün altındaki meyhanelerin olduğu yeri kontrol etmelerini istiyordu. İsmet, bir yolunu bulup İstanbul’a dönmüş olabilirdi.

Oturup düşündüm. Geloylu gençleri içinde eroin tuzağına düşen başkaları da var mıydı? Telefon görüşmeleri sonucunda üzülerek öğrendim ki birçok gencimiz mafyanın eroin tuzağına düşmüşlerdi. Tamamı da geriye dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmış gibi arkadaşlarından, ailelerinden ve hayattan kopmuş, başıboş ve perperişan bir hayat sürdürüyorlardı. İçimdeki isyan duygusu kükredi. Vergilerimizle ayakta duran kurumlar niçin görevlerini kusursuz yapmıyorlardı? Hem devletten maaş almak hem de Mafyadan rant sağlamak bir devlet görevlisi için etik miydi? Bir gencin eroin bağımlısı olmasının topluma yüklediği psikolojik kayıp, yüzlerce gencin üniversite mezunu olmasının sağladığı toplumsal kazancı yok edecek kadar derin ve vahimdir.

Bir kadının eroin bağımlısı olmadan öncesi ve 3 yıl sonrası
(Resmi kadının kendisi Facebook sayfasından yayımlamıştır)

Eroin ve uyuşturucu kullanımı bütün gençlerin önünde duran ciddi bir tuzaktır. DRAKULA MAFYA, devlet görevlilerinin gözleri önünde, gençlerimizin kanını emmeye devam ediyor. Buna “DUR” diyecek cesur bir yürek yok!  Ben gençliğine sahip çıkan bir devlet istiyorum. Bir eroin /uyuşturucu bağımlısının ve ailesinin çektiği acıya son vermek ve Drakula Mafyanın gençlik üzerindeki hegemonyasını yıkıp parçalamak hiç şüphesiz KANAL İSTANBUL projesinden daha anlamlı ve hayırlıdır.

NOT: DEĞERLİ OKUYUCULAR! YUKARIDAKİ YAZIYI 19 TEMMUZ’DA KALEME ALMIŞTIM. İSMET ŞU AN (25 TEMMUZ) TEKRAR İSTANBUL’A KAÇTI VEYA KAÇIRILDI. GALATA KÖPRÜSÜNDEKİ ESKİ MEKANINDA YATIP KALKIYOR. ÇOK ÜZGÜNÜM.

ANEKDOTLAR & FIKRALAR

(Not: Fıkra ve anekdotlardaki ‘Azeri’ ve ‘Kürt’ ifadeleri etnik bir ayrımcılığı ima etmez; aksine Iğdır’ın vazgeçilmez iki etnik değerinin kardeşlik ilişkisini özetler. Aşağıdaki fıkra ve anekdotlar ilk kez yayımlanmaktadırlar.)

KÜRD’ÜN EŞEĞİ

Bir Azeri, pazar yerine karpuz götürmek için Kürt komşusunun eşeğini ödünç almak ister. Bahçe kapısından bağırır:

“Ay kirve! Evde misin?”

“İçeri gir! Köpekler seni tanıyor. Korkmana gerek yok!”

Azeri, bahçe kapısını açar, gözünü köpeklerden ayırmadan temkinli adımlarla eve doğru yürür. Köpekler, Azeri komşuyu bin defa gördükleri halde saldırıp saldırmamak arasında tereddüt etmektedirler. Hani köpeklerden birisi yanlışlıkla havlasa hepsi birden hücum edecek gibidirler.

Azeri, kaza bela olmadan Kürd’ün kapısına gelir.

“Yarın pazara karpuz götürecem. Eşeği ödünç versen çok iyi olar!”

“Ne demek!”

Birlikte ahıra yönelirler. Eşek dışarıda otlamaktadır. Kürt eliyle işaret eder:

“Komşu, eşeği yularından tut götür!”

Azeri, eşeğe yaklaşır. Yuları yakalamak için eşeğin başına doğru yöneldikçe eşek de kıçını döner. Bu kovalamaca bir zaman devam eder. Eşeğe bıkkınlık gelir, Azeri’ye sert bir çifte savurur. Yere düşen Azeri zorlukla doğrulurken kendi kendine söylenir:

“Allah Kürd’ün köpeğinin de eşeğinin de belasını versin! Birinden zor bela kurtulunca bu sefer öbürü tekmeyi yapıştırıyor.”

LEYLEKLER

İlkbaharın ilk günleridir. Mahallenin Azeri ve Kürt çocukları bir araya gelmiş top oynamaktadırlar. Kürt olan kaleci bir ara kafasını gökyüzüne çevirir, Iğdır’a yeni göç eden leyleklere bakar. O anda kalesine gol yer. Arkadaşları kaleciyi aralarına alıp iyice döverler. Çocuk akşam eve dönünce babası çocuğun gözünün şiştiğini görür:

“Kuro! Kî te lêxist?” (Seni kim dövdü?)

Çocuk başından geçenleri anlatır. Babası yüzünü ekşitir:

“Oğlum sana ne leylekten! Bize bir hayrı mı var? Etini mi yedik, sütünü mü içtik, yumurtasını mı yedik?”

AŞİRET BARIŞTIRMAK

(Merhum Hamit Hun, Iğdır’ın yetiştirdiği büyük değerlerden birisidir. Toplantıların aranan ismiydi. Espri gücü ve karikatürleri insanlık komedyasını özetler gibidir. Ayrıca et ve kebap tutkusunu bilmeyen de yoktur.)

Bir gün iki aşiret kavga eder, barış yapması için Hamit Hun’dan ricada bulunurlar. Hamit Hun kararını açıklar:

“Önce birinize misafir olayım. Kebap falan pişirsin. Sorunu detaylı bir şekilde dinleyeyim. Sonra diğer tarafa misafir olayım. Onlar da kebap falan pişirsin. Sorunu detaylı bir şekilde dinleyeyim. Sonra en adil kararı verip sizleri barıştırırım.”

Taraflar öneriyi kabul ederler. Hamit Hun iki mükemmel ziyafetten sonra tarafları yanına çağırır. Bir tarafı haklı bir tarafı haksız bulur. Haksız bulunan taraf üzgündür. Hamit Hun’a niçin kendi aşiretini haksız bulduğunu sorar. Hamit Hun düşünceli düşünceli kafasını sallar:

“Haklısın! Aslında karar verirken ben de tam emin değildim. Hakkın yerini bulması için gerek ki iki taraf beni yeniden davet etsin, kebap falan pişirsin, kararımı ondan sonra gönül rahatlığıyla açıklayacağım.”

HAMİT HUN MAHKEMEDE

Bir gün Hamit Hun’a bir tebligat gelir. Mahkeme, tanık olarak bilgisine başvurulmasını talep etmektedir. Hamit Hun’un, oldum olası vergi, mahkeme, tapu gibi devlet kurumlarıyla arası yoktur. Tanık olarak dinleneceğini bilse de içine garip bir korku hissi dolar. Üstelik hangi olayla ilgili olarak tanıklığına başvurulacağını da bilmemektedir.

Hamit Hun mahkeme salonun önündeki sırada otururken mübaşir kapıyı açıp bağırır: “Tanık Hamit Hun!”

Hamit Hun ürkek adımlarla mahkeme salonuna girer. İki komşusu hâkimin önünde ayaktadırlar. Hâkim gerekli yoklamayı yaptıktan sonra Hamit Hun’a sorar:

“Hamit Bey, bu kişileri tanıyor musunuz?”

“Evet! Her ikisi de komşum olur.”

Hamit Hun’un su paylaşımı nedeniyle şişman olan komşuyla arası yoktur. Hatta birçok defalar ağız dalaşına bile girmiştir. Hâkim, şişman komşuyu işaret ederek sorar:

“Şu beyefendi, diğerinin azgın köpeklerinden rahatsız olduğunu söyleyerek davacı olmuş. Anlattığına göre bir hafta önce köpekler beyefendiye saldırıp yere devirmişler, beyefendiyi yara bere içinde bırakmışlar. O anda siz de oradan geçiyormuşsunuz. Bu olaya tanıklık ettiniz mi?”

Hamit Hun yutkunur:

“Hâkim Bey, olay şöyle gelişti: Beyefendi yürürken, köpek kapının önünde belirdi, bir defa havladı. Köpek dilinde bir kere havlamak şu anlama gelir: ‘Sakın bizim kapının önünden geçeyim deme ha!’ Ancak bu beyefendi yürümeye devam etti. Bu kez köpek iki kez arka arkaya havladı. Hâkim Bey, iki kez arka arkaya havlamak köpek dilinde, ‘seni uyardım ey melun adam, erkeksen bir adım daha at!’, anlamına gelir. Ancak maalesef bu beyefendi üçüncü adımını da attı. Köpekler de haklı olarak uyarıya uymayan bu beyefendiye saldırdılar.”

Hâkim rahatsız olur:

“Hamit Bey, ben size köpeklerin haklı olup olmadığını sormadım. Bu beyefendiyi yerde gördünüz mü, görmediniz mi onu bilmek istiyoruz.”

“Hâkim Bey, gördüğünüz gibi bu beyefendinin eni boyundan daha uzun. Bu adamın yere devrilmesi fizik kanunlarına aykırıdır. 40 yıldır komşuyuz ben bu beyefendiyi bir kere olsun ne otururken ne de yerde yuvarlanırken gördüm. Köpeklere yapılan bariz bir iftira efendim!”

KEYİFSİZ BİR GÜN

(Merhum Kinyas Hun, ruhunda terbiye edilmiş bir anarşist duruş ve toplumu eleştirmeye yönelik acımasız bir önsezi taşırdı.)

Kinyas Hun, Söğütlü Mahallesi çayevlerinin birinde oturmuş, keyifsiz bir yüz ifadesiyle gelip gidenleri seyre dalmıştır. Eğri büğrü yürüyenler, bir eliyle burnunun bir deliğini kapatıp yere sümkürenler, boğazlarını zorlayarak balgamlarını yere kurşun gibi fırlatanlar Kinyas Hun’un yüreğinde tiksinti uyandırmaktadır. İntikamını sokakta yürüyenlerden alamaz, farkında olmadan kafayı garsona takar.

Garsondan çay ister. Garson çayı masaya fırlatır gibi koyar. Kinyas Hun sert çıkar: “Bu çok açık! Koyu bir çay getir!”

Garson koyu bir çay getirir, yine fırlatır gibi tabağı masaya koyar. Tabağın yarısı su doludur. Kinyas Hun yine sert çıkar: “Derhal yeni bir çay getir. Tabağın içinde bir damla su görmeyeceğim!”

Garson bu kez demli ve temiz tabakta çayı servis eder. Kinyas Hun dalmıştır. Sokağı dolduran kalabalığın anlamsız bağrış-çağırışlarını, koşuşturmalarını, insan ruhunda iğreti bir duygu uyandıran davranışlarını bir zaman izler. Kendisine gelip çayını içmek ister ama çay soğumuştur. Garsona el işareti eder: “Çay soğuk! Sıcak bir çay getir!” Garson huysuzlanır ama isteneni yapar. Masaya yeni bir çay koyar. Kinyas Hun yine dalar. Garson çay soğumasın diye iki de bir uyarır: “Abi, çayınız soğuyacak! Abi, çayınız soğuyacak!” 

Israrlar sonucu Kinyas Hun çayı isteksiz bir şekilde yudumlar, ayağı kalkıp gider. Garson arkasından koşturur: “Abi çay parasını unuttunuz!”

Kinyas Hun, sağ elinde tuttuğu gazete tomarını sert bir şekilde sol avucuna indirir: “Be adam! İşkence altında ve ısrarla çay içirdiniz! Bir de para mı istiyorsunuz?”

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir