08/12/2020

Şenol Yazıcı

Bir Mavi Serencam

En son güncellendiği tarih: bir gün önce

Ankara’da üniversite yıllarımda ilk TDK’nın bürosunda tanıdığım, sonradan öğretmenim de olacak yazar Adnan BİNYAZAR, herhalde yatkınlık görmüş olmalı ki bana yazmamı öğütlediğinde,” Benim yapacağım iş değil,” demiştim.” Herkes dışarda hayatı yaşarken, ben dört duvar arasına kapanıp dışarısını düşleyemem…”

Adnan BİNYAZAR beni o zamanlar affetmiş gibi yaptıysa da verdiği onuru taşıyamayan yanıtıma içerlemiş olmalı ki, dünya alem maviADA’da yazdı, o dönüp bakmadı bile, hatta karşılaştığımızda da ilk kez tanışıyormuş gibi davrandı.

Ne yapayım, öyle bir yaratılışım var…

Haksız mıydım? Ben adrenalin arayan, hayatı tüketmeden ömrü tüketmeyecek gibi duran biriydim.

Yazmaksa…

Oysa çocukluğumdan beri, dış dünyadan daha çok içimdeki dünyayı tanımaya çalıştığımı, odamda aylarca yalnız, kitap okumakla yetineceğimi, ilgi ve motivasyonum oluşursa Kafdağı’na gidebileceğimi, çevremdeki insanlarda en baştan bir “fevkaladelik” görmezsem, hissetmezsem ya da yakıştıramazsam konuşmayı bile çok sevmediğimi, ama mecbur kalırsam konuşmaya, “yedi düvel”in bile susturamadığını benden başka herkes bilir.

Ne yapacaksın, insan arızalarıyla özeldir.

Kim derdi ki…

Oldu işte… Hayattan sıkıldığım bir zaman aralığında bir kitap yazdım. Onu yazmak için borçla satın aldığım bilgisayarı ve yazıcısını da bir daha yazmayayım diye hemen sattım. Ne var ki kitap biraz ilgi görünce ben aşka geldim, yeni bir bilgisayar, ama bu kez kitabımdan gelen parayla peşin aldım ve iki kitap daha yazdım o yıl…

Sonra deprem… Enkazdan çıktım, yıkım günleri; İzmir macerası ve Bursa… Bırak yazmayı düzgün düşünemediğim zamanlar. Ama kitaplarım, beni kışkırtmak için olsa gerek ikinci baskılarını yaptı bu arada…

Şans, Bursa’da kentin ileri gelenlerinin bir dergi çıkarmayı tasarlayacakları tuttu. Yabancı oldukları bu alanda bir rehber arıyorlarmış. Beni de yazar sayıyorlar ya… hadi bize yol göster dediler. Biri benden yardım istediğinde ne becerikli ve ne çok şey bildiğimi göstermekten hoşlandığımdan mı yoksa merhametten mi bilmem ama, hiç dayanamam… Yoksa yazmakla dergicilik ne alaka?

2002’de yol göstericilik misyonuma başladım. Toplandık toplandık durduk.

Ne var ki bir süre sonra dergiciliğin para ve emek istediğini gören öncüler, teker teker ortadan kaybolmaya başladı, ama yerleri yeni gelenlerle öyle hızlı doluyordu ki ben gerçeğe ayılamadım. … ve sonunda rehberi olacağım dergi benim derdim oldu. Yani kaza ile…

Öğretmendim, yasal yönden sorun olur diye, kitapçı Fehmi ENGİNALP’i sahip olarak gösterdim ve onun tiyatronun arkasındaki dar sokaktaki dükkanın üstünde tutuğumuz büroda KimseSİZ dergisine başladık.

2002 Kasım’ında da ilk sayımız çıktı.

Nasıl bir coşku, anlatamam. Kısa sürede daha da kalabalıklaştık. Sadece Bursa’dan yirmiyi geçkin katkı da veren yazarımız oldu, dışardan yazanlar hariç. Hemen hemen Bursa’nın bütün yazanlarının yolu dergiye düştü, ülkenin de pek çoğu… Kimler yoktu ki? İsmet Kemal Karadayı, Yekta Güngör ÖZDEN’in… bizi onurlandırdığını anımsarım. Nadir GEZER, Muhsine ARDA da o günlerde geldiler dergiye. Sosyal yeteneği çok yüksek, yazınsal anlamda da çok şey yapabilecek gibi duran, dergiye kısa sürede katkısı da olan ARDA, dergiyi de ardına alarak kendi adına şiir etkinliği yapacağım diye tutturunca, dergiden kimse itibar etmedi ama şahsen etkinliğine katıldım, keyifle de izledim, ne var ki muhabbete doyamadan yol ayrımına geldik. Birbirimize takdir ve sempatiyle bakardık, ama yıldızlarımız uzun soluklu işbirliklerine izin vermedi, imeceye ve paylaşıma öncelik veren disipline inanıyordum, o ise imeceye ancak kendine fon olursa güzel bakacaktı, Bu nedenle sonraki yıllarda arada bir uğradığı maviADA yolculukları hep kısa sürdü, istenmediğimiz istasyonlarda sonlandı.

Nadir GEZER’se derginin bilge ve sevimli amcası olarak ilerleyen yaşına karşın uzun yıllar maviADA’ya dost kaldı. Yazdı, etkinliklerimizin çoğunda konuşmacı oldu.

Bazılarıyla da muska yapılmış gibi soğuk … Benzeri bir çalışmayı yıllardır Bursa’da yapan Ramis DARA’yla kaynaşamadık bir türlü. Önceden merhabamız, dergi sırasında da birkaç kez yan yana gelmişliğimiz olsa da, onun yerleşik dükkanının yanına dağdan gelip de aynı nitelikte dükkan açma cüretimi… çok derin hissettirdi, bir araya gelemedik.

O da ne ki?

Bazılarında, Bursa’da dergi yapılacaksa biz yaparız… halini de gördüm. Ben kanarya seven şairler dernek başkanıyım, deyip dergide şahsına özgü koltuk isteyenleri de… Hatta güleceksiniz, kantarın topuzunu kaçırıp yeni icat cep telefonunun ardına saklanıp gizli numaralardan tehdit edenleri de…

Kimin umurunda… Kervan dediğin her gürültüye dursaydı…

Dergi kısa sürede çok büyük bir ilgi gördü. Adlarını tek tek sayamayacağımız kadar çok insanın

Her devir yanımızda olan Zühal TEKKANAT’ın mesajı DOSYA konumuz olacaktı.

katkısı oldu; Ne çok insan omuz verdi, sayısız. İlk aklıma gelenleri anmalı. İzmir’e ulaşıp yaygınlaşmamızda Niyazi UYAR’ın , Trabzon’da Zekeriya SAKA’nın ve Ayşe SEVİM’in, Hasan GÜLERYÜZ’ün Ankara’da, Yalova’da Fadime Y. KAROĞLU ve Yalova Kitabevi’nin, yeri aydınlık olsun Cemal Süreya’nın eşi Zuhal TEKKANAT’ın İstanbul’da, Bursa’dan Bedriye SÖNMEZ’in emekleri unutulacak gibi değil.

Yazarın okur yaratması, kitabının ve kendinin tanınması için meşru ve saygın bir yol olarak dergiciliği bilsem de hiç aklıma gelmezken kaderim olmuştu.

Kul düşünür kader güler…

Derginin her şeyini sınırlı bilgisayar bilgimle yavaş ama ben yapıyordum. Boş zamanım hiç olmuyordu. Geceler boyu bir yazıyla ya da kapak tasarımıyla uğraşıyor gündüz de okula gidiyordum. Yüzlerce dergiyi aboneye poşetleyip göndermek bile günlerimi alıyordu. Alışmadığım bu mecburi ek mesai ve dergiye maddi katkı da veren ama iş emeğe geldiğinde ortada görünmeyen yazarlardan ve onların bana kapris gibi gözüken beklentilerinden kısa sürede yorulmuştum. O yorgunlukla da her sorunu daha da abartıyordum.

Kimse-SİZ dergisine başladığımız günlerde sosyalist, özgürlükçü ve demokrat olduğunu hep söyleyen, kitaplarında Gorki’nin Türkiye versiyonu gibi yazan, 12 Eylül öncesi dilini hala aşamadığından zamane dili geliştiremeyen bir yazarımız, bir yemekte gözyaşlarıyla artık kimsenin kitabını basmadığını, yayınevi bulamadığını söylediğinde üzülerek, gel dergide biraz reklamını yapalım, demiş, bir süre ona yönelik olumlu bir farkındalık oluşturmaya çalışmıştım. Adamın gerektiğinde anam gibi gözyaşı simsarı olduğunu nerden bileyim. Kuruluşuna hiçbir katkısı olmadığı halde derginin popüler yazarı olarak reklamını yaptığım o günlerde aramızdan su sızmıyordu. Ta ki o dönem Trabzon temsilcimiz olan Zekeriya SAKA’nın yazdığı, samimi olmayan Atatürkçülerle ilgili eleştirel bir yazıya dergide yer verinceye kadar… Bana bir şey söylemedi ama bizim çakma Gorki bundan niyeyse rahatsız olmuştu. Oysa fraksiyonu başka olabilirdi ama çağdaş ve demokrat gözüküyordu.

Bir otelin konuklarına verdiği yılbaşı yemeğine davetli giden, arka çıktığım bu sosyalist, kadınların olduğu ortamlarda içki içmeden sarhoş ve kahraman, hele bir kadeh almışsa zıvanasız… olma gibi bir meziyeti olan yazarımız, övüngenliği tutup, ben sosyalistim, Atatürk’ün olduğu bir dergide yazmam… gibilerinden veryansın etmişti bize. Hem de derginin temsilcisi olan kimi hanımların yanında yapmıştı bunu. Kulağıma gelince, “bu akılcı(!) eleştirini sokağa değil, bana yapsan yol alırdık, farklılığa tahammülü olmayandan sosyalist mi olur, faşistim de bari” diyerek dergiden çıkarmıştım . Hala da konuşmam. O zaman fark ettim ki Atatürk’ten aldığı ilham ve cesaretle solcu olan bu tipler, şimdi ona karşıymış tavrıyla başka bir şey yapıyordu: Biz onu da aştık; daha ötesi, evrensel çağdaşız diye böbürleniyorlardı güya.

Hadi be…

19 Yaşımda ben de öyleydim; bir güvercin uçurdum ya Musa’da kim, diyordum.

Dertlerim yetmiyormuş gibi uçsun diye kanatlarını cilaladığım insanların anlayış çatışmalarını da yaşıyordum.

Hiç soluksuz çalıştığım o yıl bana kabus gibi gelmişti, boşluktan canımın sıkıldığı zamanları ve dışarıyı çok özlemiştim.

Ne derdim varsa…

Dergi bir fırtına kuşuna dönmüşken “pik yaptığı noktada”, ikinci yılında Fehmi ENGİNALP’E bıraktım. Benim değildi ki ben kapatacaktım. Fehmi ENGİNALP de herhalde o zaman bir derginin itibar getirmenin yanında emek istediğini de sonunda görmüş olmalı ki, bir zaman bekleyip bıraktı.

Beş altı yıl sonra bir dergi çıkarmaya başladığını görünce, keşke KimseSİZ‘i sürdürseydi, dergiye olan yoğun ilgi onu uzun süre de taşırdı; derginin sahibi olduğunu o kadar sanmanın ne gereği vardı, benim gibi emektarı olsaydı, onca zaman boşa gitti, diye düşündüğüm olmuştur.

ENGİNALP, 1402’lik bir öğretmendi, ama aynı zamanda insan ilişkilerinde doğuştan yetenekli iyi bir esnaftı da. Demek ki fizibilitesi zaman aldı. Bir zaman sonra önce bir dernek kurdu, ardından hala yaşamını sürdüren ÇİNİ KİTAP dergisini yapmaya başladı. Artık bu köyde sınırlı sayıda aynı müşteriye oynayan iki esnaf olmuştuk, merhabamız da kalmadı. Ondan kaçanlar bana geldi, benden kaçanlar ona gitti… Birbirimizden de haberimiz öyle oldu.

Ta ki bu yaza değin…

İznik Gölü sadece durduk yere boğulanlarıyla ünlü değildir, göl gibi de değil, çürüyen su gibi yalnızlık da kokar. Bir erkek ülkesidir Bursa’nın yanıbaşındaki ovasıyla verimli, dehşetli güzel bu vaha… Erkekler ortalarda dolaşır, yer içer eğlenir, hiç de bağnaz değildir, ama kadınları ortalıkta görülmez. O nedenle küçük bir yer almayı çok düşündüysem de vazgeçmiştim. Kentli bir aile burda yaban kalır geldi bana. Ne var ki bu pandemi yazında öyle olmadı. ENGİNALP büyük incelikle oradaki evine davet etti, gittim. Zarif eşinin demlediği çayı içip, göl kıyısında balık yedik, dergiden, siyasetten, pandemiden konuştuk. Balıktan mı etkilendim, gördüğüm konukseverlikten mi, yoksa gölden mi bilmem ama bu kez göl yalnızlık kokmadı.

ENGİNALP sadece esnaflığı değil, empatiyi de iyi bilendir.

Geçen sürede ardı ardına kitaplar yazan, yıllardır ÇİNİ KİTAP’ın ağırlıklı yükünü taşıyan ENGİNALP’e baktıkça; “Benim bilmediğim esnaflık Enginalp’se bu anlamda pir, keşke yirmi yıl önce rastlantısal başladığımız işbirliğinin ne değerli fırsat olduğunu görüp birlikte sürdürseydik, neler başarırdık,” diye düşündüm. Ortak bir dostumuz , “o da istiyor ama, bu Şenol’u nasıl idare edebiliriz,” diye düşünüyor demişti. Oysa sorarsan ben ipekten bir adamdım ama…

Belli etmedim ama hüzünlendim de… Sizi bilmem de ben halimi seversem önce hüzünlenirim.

Sonra bir yazı istedi benden dergisi için. Önce “o günlere dair çok olumlu şeyler yazamam ,” dedim, çok zaman elim varmadı. Sonra “bu yaş coşku çağı değil, hikmet çağı olmalı Şenol, peygamber olamayacaksın belli de kaplumbağa da mı olamayacaksın dedim, yaz ve yüzleş kendinle…”

İşte anlattığım onun hikayesi…

Kaplumbağa mı? Durun onun da sırası gelecek?

Nerede kalmıştık?

En son arkadaşın biri bürosunu dergiye karşılıksız vermiş, Güldem ŞAHAN bıraktığımı defalarca söylememe karşın beni motive eder diye düşünerek olsa gerek, katkı payını yatırmıştı derginin hesabına, ama kararımdan dönmedim.

Kimse-SİZ dergisini uğradığım hayal kırıklıklarıyla daha yeni kapatmıştım. Yaşadığımdan özetlediğim, gözüme at gözlüğü gibi taktığım bir yargı oluşmuştu bende: Ne yaparsan yap, ister banka soygunu, ister cami, ister devrim… Ama adamla yap, bu sanat dünyasında da büyük sözler etme aşklarına karşılık adam az ya da adamlık başka bir şey… diyordum.

En büyük ilgim kitaplara bile soğuk bakıyordum, değil yazmak…

Çok da uzak durmuyordum, daha nitelikli, daha profesyonel bir dergi olamaz mıydı? Çalışanı olur, ben sadece aklı ve yazanı olurdum.

Böylesi bir kalkışmamız da oldu.

O günlerde ilk kullanmıştım o sözü, kime mi? Birlikte İzmir Agora’yı yani Hasan Özkılıç’ı da katarak dev bir dergi yapma projesi geliştirdiğimiz ama ancak birkaç Ankara, İzmir, Bursa… turu yapmakla kaldığımız Damar dergisini yapan Özgen SEÇKİN’e… “derginin adamları” deyişimden, “mafya adamları” gibi bir yorum çıkaran ve seslendiren SEÇKİN, bu yaratıcı gücüyle projeyi de boğazlamıştı.

Oysa ben “adam”la çok özel bir şeyi anlatıyordum; onlar derginin yarları olmanın yanında, dünyaya benzer estetik ve çağdaş düşünceyle bakabilen insanlar olmalıydı ki düşündüklerimizi hayata geçerebilelim…Diyordum, ama… Dergiyi bir aile gibi görmeye eğilimliydim. O nedenle dünyanın öteki yanından kalkıp Bursa’ya gelen tek bir şiiri dergide çıkmış kişiyi, hatta yakınlarını bile aileden sayıyor, ilgileniyor, dahası evimde de konuk ettiğim oluyordu. Sonra denk geliyor, onun ülkesine uğrayacağım tutuyordu; bırak benim muhabbetimi, ortaya çıkmayanı da gördüm. Kuşkusuz olumlu çıkan tanımaktan onur ve mutluluk duyduğum insanlarım da vardı, abartmayalım.

Yazı bu sonuçta hoşgörün, azıcık germezse okunmaz ki…Karikatür gibi işte, kusura daha çok dalar.

Galiba biraz romantik idealisttim. İdealistliğim güzel de alınganlığım ve adalet beklentim kötü.

Neysem ne, benim derdim; olduğum ve yaptığım kadar, günahı da benim sevabı da…

Bütün bunlar yetmişti işte, koptum.

Bir zamandır içinde bulunduğum edebiyat dünyasının bana denk gelen ucubelerinden dolayı

1925 Doğumlu A.İlhan 2005 Ekiminde öldü

büyük bir kopma içinde, hatta istemeyerek ama gitmiştim, o etkinliğe. Böylece de Attila İlhan’ı konuşurken ilk kez canlı dinledim Bursa Tayyare’de. Böylesi de varmış diyerek, beğeniyle izlemiştim. İLHAN, hamamın akustiğine denk düşen tek şarkısıyla almamıştı bu yolu; görünüyordu. Program bitince kalabalığın arasından güçlükle ulaşmıştım ona. “Bir dergi çıkarmak istiyoruz, demiştim, “mavi”yle başlayan. Bize omuz verir misiniz?” O her dem çocuk gözleri gülmüştü, “Delisiniz herhâlde,” demiş, yine de “ olur, “ diye eklemişti. Bir ay önceki ruh halimi ve edebiyat dünyasına koyduğum mesafeyi terk etmiş, istimi almış, dergi hazırlığına geçmiştik bile. Ne var ki mevsim yazdı, arkadaşları ikna ve organize etmem zaman aldı, uygulama güze kaldı ve… tüm enerjimizle dergiye yoğunlaştığımızda duyduk; Attila İlhan artık aramızda değildi. Bozgun gibiydi. Dedim ya motive olmuşsam Kafdağı olsa kaçamaz.

Bir kez ayağa kalkmıştık, vazgeçmedim. Öner Yağcı, Burhan Günel’le Bedri Baykam ve Demirtaş Ceyhun’un da aralarında yer aldığı birkaç kişiyle daha konuştum. Görüştüğüm Bedri Baykam, ilk sayımıza katılır gibi yapacak, iletişimimiz sonradan da sürecek, telefon görüşmelerinde yapacaklar planlayacak ama bir yere varamayacaktık birlikte. Bir Anadolu dergisinin dünya çapında bir ressama verecek çok şeyi olmadığını ikimiz de görüyor olmalıydık. Birkaç sayı adı yer aldı künyede, sonra çıkardım.

Burhan GÜNEL, kurucu olarak gelmeyi kabul etmiş, ne var ki bir koşul koymuştu: Belki de on yıldır birlikte çalıştığı, iyi arkadaş olduklarını sandığım Aykırı Sanat dergisi yayın yönetmeni Arslan Bayır’ı dergiden çıkarmamı isteyecekti. Arslan Bayır’sa dergi gündeme gelince hiç koşulsuz yazısını göndermiş, temsilci olmayı istemiş, destek vereceğim demişti. Ne kadar verdi, ne yaptı… o ayrı bir konu, ama yıllarca dergisinde yazan, jurisinde yer alan Günel’le arasında birden ortaya çıkan sorun her ne olursa olsun beni ne ilgilendirirdi, çok da nazik olmayan bir dille reddettim. 2002’de Edebiyatçılar Derneği başkanlığı sırasında, seçimlerde telefon ederek yardımımı isteyen böylece tanıştığımız Burhan Günel’le aramız açıldı. Gene de derginin bir sonraki sayısına çıkarmamızı istediği kişiyle ilgili iddiasını açıklayan ve o günlerde çıkan hemen hemen tüm dergilerde yayınlattığını sonradan öğreneceğim bir yazıyla katılmış, ne var ki ona olan sempatim azalmış, elbette iletişimimiz tümden kopmuştu.

Kısa süre sonra bir zamanlar çok iyi olduğunu bildiğim, şimdi aralarının kötü olduğunu gördüğüm Öner YAĞCI’nın anlam veremediğim ısrarıyla GÜNEL’i bir etkinliğimize davet etmiş, o da gelmiş, dost olmuştuk yeniden. Dergimize de katılmıştı. Gerçi kendisini aramıza aldırtan Öner Yağcı’yı sık sık dergiden kovmamı istemişti ama çok da gerilmemiştik. Ne var ki gönderdiği bir yazıyı dergide yer kalmadığından sonraki sayıya erteleyince kıyamet kopmuş, internetten topladığı yazar özentisi bir avuç çapulcuyla beni linç etmeye kalkmıştı günlerce. Ölümcül hasta olduğunu o günlerde duymuştum, hakaretlerine yanıt bile veremediğim yazar çok geçmeden de vefat edecekti.

Onu kışkırtan etkileri, bu iki yazar arkadaşımızın ne yaptığını elbette bilmiyorum, belki çok haklı bir tavırdı bilemem, ne var ki dürüstlüğü anlatılan GÜNEL’in hoşgörü yönünün cimri, saldırganlaştığında etik tanımaz olduğunu böylece öğrenecektim.

Kendisiyle şahsen hiç tanışmadığım ama hakkında salt yazar değil, insan olarak da övücü şeyler duyduğum Demirtaş CEYHUN’la telefon ve mail görüşmelerimiz olumluydu. Dergimize kurucu yazar olarak da katılmıştı.

Kısa sürede taşrada yapılabilecek en güçlü dergilerden birini yapmayı başarmıştım; bendeki gururu sormayın.

Çok yoruluyordum, hem öğretmenlik, hem derginin bütün tasarım ve yayın işleri, yağan yazılar üzerine editörlük ve yazmaya mecbur olduğum yazılar, söz verdiğimiz etkinlikler, Tüyap hazırlıkları… Sanki beş yüz kişi olması gereken bir fabrikayı ben tek başıma götürüyordum. Farkındaydım, ama mutluydum. Bir hayali gerçeğe çevirmiştim. Edebiyat bir dindi ve ben de onun son misyonerlerinden biriydim.

Sorarsan ne kadar da akıllı ve gerçekçiydim.

Küreselleşme bela, tekelleşen dünya devleri karşısında sanat, hele yerel edebiyat öldü, diyorduk ama galiba o yıllar dergilerin ya da edebiyatın son altın çağıydı yine de.

O zamanlar altmış sayfalık olan dergi büyük bir ilgi görmüş, yazıları ne kadar küçültsek desığdıramaz olmuştuk. Yer alabilmek için çok ünlünün araya adam koyarak yazı gönderdiğini anımsarım. Türkiye bize yetmemiş, uluslararası arenalara da çıkmaya niyetlenmiştik. Hayranlık duyduğum dünyanın yaşayan on büyük yazarından biri olan Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’la, Hazar Şenliklerini yapan o zamanlar Elazığ ve Doğu Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi şimdi Ardahan üniversitesi rektörü Prof.Dr. Ramazan KORKMAZ kanalıyla iletişim kurmayı başarmış, kendisinin ve başka uluslararası yazarların da katılacağı hakkında bir dosya hazırlamaya yardım sözü almış, hatta uçak parası bulmayı başarabilirsek Bursa’ya etkinliğe getirmeyi düşünmüştük.

Dosyayı yaptık ama AYTMATOV’u getirmeyi beceremedim, Oysa gençliğimin idolü bu dünya devi yazarla aynı salonda konuşmak bile her şeye değerdi, ama olmadı.

İzmir’den yazar Mavisel YENER aramış, çocuk edebiyatı alanında bir dosya yapmayı ve kabul edersem bizde de yayınlatmayı düşündüğünü söylemişti. Ülkenin ileri gelen Çocuk Edebiyatçılarının katılacağı bir DOSYA hazırlığına geçmiştik.

Yaptık da…

O günlerde edebiyata iddialı biçimde başlayan Zülfü LİVANELİ, dönemin popüler yazarı Can DÜNDAR da bizde yazıyordu artık.

Size bir sır vereyim mi; bakmayın böbürlenmeme bir dergiyi güzel yapan sizlersiniz, yoksa sahipleri değil; dönemin güçlü kalemleri maviADA’yı sevdi, şans işte…

Taşra bir olmazı olur yapacak görünüyordu. Şimdi iş kazanımı elde tutmaya kalmıştı.

Çok geçmeden, başarırsak dergiye katkısı olacak, diye düşündüğüm maviADA Kültür Sanat Evini borç harç açmış, kazanacağımız paralarla uçuracağımız bir dergi rüyasındaydım. Şimdilik zarardaydık, durmadan borçlanıyorduk, ama emindik ki, hiçbir şey olmasa bile, bu kadar kültür sanat dostu varken ve herkesin anlatacak ‘hayatım bir roman’ öyküsü cebinde dolaşırken, kitabını, dergisini bizden alır, batmazdık. Oysa, kısa sürede dükkanda ben, şapkasından tavşan çıkaran, yazın sanat dünyasına dair menkibeler anlatan mahalleye düşmüş yazar, saatlerce gitmek bilmeyen, giderken de tek bir kitap almayı akledemeyen konuklara çaycı olacak, batmanın en güzeliyle huşu içinde batacaktık dokuz ayda, hem de haşlanan kurbağa örneği, hiç anlamadan…

Kurbağa çok yedi diye fil olmuyormuş, ancak şişman bir kurbağa oluyormuş.

Durmuyorduk, boyumuzun ölçüsünü almaya kararlı birçok etkinlik plânlamıştık. İlk etkinliğimizi Bursa’da bir kafede yapmıştık. Hemen ardından Yalova’da Yalova Kitabevi’nin açılışı için Mustafa Aydın’a söz verdiğim söyleşi için hazırlanmaya başlamıştık, ardından da Tüyap’a katılacaktık. Öner Yağcı, Zeynep Aliye, ben ve Demirtaş Ceyhun konuşmacıydık. Yazarların yol, yemek ve kalırlarsa konaklama giderleri karşılanacaktı, anlaşmıştık. Satılırsa kitapları, parası da kendilerinin olacaktı. Etkinlikten bir gün önce ummadığım bir şey oldu. Geleceğine kesin gözüyle baktığımız, söz veren Demirtaş Ceyhun, beni telefonla aradı ve o zamanlar beni şok eden bir öneri de bulundu: Birkaç yüz kitabını peşin satın almamı istedi, etkinlikte dağıtmak için. Nadir Gezer’in evindeydik konuşma sırasında. Bu anlamda çok deneyli değildim, benim işim yazmak, dergi yapmak, bilemedin sevabına etkinliklerdi. Emeğin karşılığının olması gerektiğine inanıyordum ama, kitabımı satıp parasını elden almak bile bana kutsiyeti bozan bir eylem gibi geliyordu. Hala öyle gelir ya… Şaşırmış, şiddetle tepki vermek istemiştim, ama seksen yaşındaki Nadir Gezer’den ve konuklardan utanmıştım. Sadece “ Kurucusu gözüktüğünüz dergiden, bilerek söz verdiğiniz etkinliğine gelmek için para mı istiyorsunuz, şimdi? Yani aileden…” diyebilmiştim. Ardından da,” Artık sizinle birlikte çalışmam, “ diye de homurdanmıştım. Olayı anlattığım Öner Yağcı, üzerinde durmamamı, bir gün bir etkinliğimize onu da getireceğini söyleyip beni yatıştırmaya çalışmıştı. Dergiden çıkardığım Ceyhun’un bu garipsediğim eylemini anlamaya çalışmak, yerine birini bulmak dışında bir şey düşünecek halim yoktu ama hiç de unutamadım.

Ne bekliyordunuz, o kutsal kelamları eden yazarın peygamber olduğunu sandığım zamanlardı. Onun yerine katılmaya istekli olan, ama kalabalık olacağımız düşüncesiyle sıcak bakmadığım Mehmet Güler’i katıp etkinliği tamamladık. Eş dost… ilgi fena değildi, sonradan belediye başkanı olacak birinin uzun ve övücü konuşmasını, arada da gelecekteki seçmenlerine mesaj olsun diye incelikle de olsa, bizi komünistlikle suçlamasını, yazarların sergilenen kitaplarından satın alan olmayışını saymazsan keyifliydi de.

Ne var ki benim aklımdan Ceyhun’un o şık bulmadığım isteği hiç çıkmadı. Bir daha da Ceyhun’u arayıp sormadım, dergide de yer vermedim. Üzerinden bunca zaman geçti, iyi tanımasam da, tanıyanların insan yönüne övgüler düzdüğü yazarın bunu niçin yaptığını düşünürüm. Görüp konuşmak, sormak ve anlamak kısmet olmadı. 1934 Adana doğumlu Demirtaş Ceyhun’u 2009 Temmuzunda yitirdik.

Sonrası?

Sonrası uzun hikaye; gerisini başka bir zaman anlatırız. Bir dem daha da olsa anlatacak hikayemiz kalsın.

On sekiz yıl oldu, maviADA hala yolda; ben yaşlanmaya durdum, o yorulmadı. İnternet dergisini sürdürüyor, bazen de basılı dergiler yapıyor, hatta etkinlikler de. Hala insanları var onu ayakta tutan, sevgiyle saygıyla omuz veren, destek olan, o bıraksa bırakmayacak insanları.

Şimdi artık biliyoruz ki sanatla uğraşı, öteki yanları bir yana elit bir ilgiyi paylaşmak, hayata birlikte karşı koyacağın benzer insanlarını yaratmaktır da aynı zamanda…

Daha hoş ve estetik hangi hobide yanyana gelebilirdik ki, demanssa da iyi gelen okumak ve yazmak dışında?

Yakın zamanda biz bunun, yani “olanaksızı iste kendini yarat”ın etkinliğini de yaptık tıklım tıklım dolu bir salonda altı yazarla…

Ah pandemi olmasaydı, görecektiniz…

Geçmişin kültür sanat ilgisi elbet yok ya da daha popülist bir hal almış. Belki milenyum tam kırılma zamanıydı, ama son yirmi yıl, sadece ülke değil, dünya, insan da çok değişti. Baksanıza Trump gibi bir adam Amerika’ya başkan oldu. Bildik hiçbir değerimiz yok artık. Bundan edebiyat nasipsiz mi kalacaktı? Deneyime ve ustalara saygı duyan, yetişme sabrını ve saygısını taşıyan, bir dergiyi okul gören, imeceyle bir şey yapmaktan mutlu olan… çok insan kalmadı. Bir Hamamda söylediği bir türküyle ertesi sabah şarkıcı olmak kolaylaştı. Şimdi İnternet çağı, yazar olmak, kitap yazmak oyuncak…

Bir bakın, düne kadar TV’de yer alanlara, kanaat önderi olarak sunulanlara; tipiyle, duruşuyla, aklıyla, bilgisiyle, konuşmasıyla, zarafetiyle, diplomasıyla, kariyeriyle örnek alınacak model insanlardı hepsi, ya şimdi?

Bizim gözlerimiz dünü unutmadan bugünü bir adım daha güzel, daha gelişkin, daha yaşanılır kılanları, kılacakları arıyor. Biraz eskiye çalsalar da… demeyin şimdi. Ona klasik diyorlar, bilmiyor muydunuz? Klasik; yani alışılmış değil, dünü ve bugünü görmüş, ama hala en güzel ve nadide; yani eşsiz…

Klasik müzik gibi…

Hadi bir tane daha “Ay Işığı Sonatı” yapın bakalım?

Bizler onu özlüyoruz. Tek başımıza olmaz ama birlikte yapabiliriz diyoruz. Yapamasak ne gam? O kaplumbağa vardı ya hani az önce sözünü ettiğim, hani Hicaz’a giden, yavaşlığından dem vuran işgüzarlara “gidemesem bu uğurda ölemem mi,” diyen, o da bizdendi. Bizim öyle sözlere özgüvenimiz yetmez, daha alçakgönüllüyüz: Hayatı güzelleştirmek için bildiğimiz, öğrenmek için de çok emek verdiğimiz yollardan biri de bu. Sahi siz hayatınızı daha anlamlı ve güzel kılmak için ne yapıyordunuz?

İşte ondan maviADA yaşıyor.

Bana gelince, marongozun hatası hala maviADA’yı yönetiyorum. Bazen de o beni…

Bugün, iyi ki de onca kaçtığım halde dergi beni bırakmadı diyorum; ömrümde yapabildiğim en güzel şeylerden biridir maviADA…

Hele şu Pandemi günlerinde…

ADA’nın Adamları mı?

Keşfetmeden ölebilirdim, benim içimdeki, bir tür Bekçi Murtaza katılığında ve görev aşkında bağnaz misyoneri uyandırdılar ya, hepsi sağ olsun; Ölenlerin yerleri aydınlık , kalanların da ömrü güzel…

Sizin de…

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir