Değerli Okuyucular:

Her mesleğin bir gücü bir sihri vardır. Bir şehrin ruhunu ve güzelliğini de mimarlar belirler.

Kötü bir huyum var: Bir şehrin mimarisiyle barışık değilsem o şehirde mutlu olamam. Bu durumun siz değerli okuyucularım için de böyle olduğunu varsayıyorum.

ERİVAN: “PEMBE ŞEHİR”

Hiç unutmuyorum, 2001’de “Iğdır Sevdası” kitabını yazarken Merhum Fahrettin Gülseven ile Ankara’da bir söyleşi yaptım.

Gülseven Ailesi (Mir Hüseyin Ağa ve eşi Kevser Hanım, kardeşi Mir Hasan Ağa), şimdilerde artık yok olmuş, bir zamanların Iğdır’ına “Asri Hamam” adıyla hizmet vermiş hamamın ilk sahibi ve işletmecisiydi. 1919 yılına gelindiğinde hamamı bir Ermeni işletiyordu. Göbek taşı bile olmayan hamamın inşaatı henüz bitmişti.

Böyle bir zamanda Iğdır’da İç Savaş yaşanır. Hamam uzun yıllar kapalı kalır. 1923’de hamam, tüm Ermeni malları gibi hazineye devreder. Numan Efendi’nin Tapu Müdürü olduğu 1926 yılında hamam, müzayede yoluyla satışa çıkarılır. Çobankereli İshak ve Meşe Hüseyin Ağa, hamamı ortaklaşa satın alırlar.

Sonraki yıllar Çobankereli İshak ile Meşe Hüseyin Ağa arasında anlaşmazlık baş gösterir; Çobankereli İshak, kendi hissesini Mir Cabbar Ağa’ya (Yeşilyurt) devreder.

Fahrettin Gülseven’in annesi Kevser Hanım, Erivan doğumluydu. Fahrettin Gülseven, Ankara’yı ziyarete gelen annesiyle arasında geçen bir anısını anlatır:

“50’li yılların başında annemi Ankara’ya getirmiştim. Şehir merkezini turladıktan sonra, Çankaya sırtlarına çıkmış, oradan başkenti panorama seyre dalmıştık. Erivan’da doğup büyümüş, hayatının en zevkli ve renkli yıllarını orada geçirmiş annemin kulağına eğilip, ‘Söyle bakalım ana! Erivan mı Ankara mı, hangisi daha güzel?’ diye sordum. Annem, ‘Ankara büyüktür, ama ne var ki Erivan şirindi hem de çok şirin…’ diye cevapladı.

Annemin gönlünde yatan Erivan gerçekten de çok güzelmiş. Geniş caddeleri, taş binaları, üstün mimarisi, bağları ve bahçeleri ile her görenin kalbini hoplatırmış. Hafta sonları Zengi çayı boyunca, sefa içinde yapılan piknikler dilden dile anlatılır dururdu. Biz çocuklar için Erivan, erişilmesi imkanız uzak bir diyar gibiydi. Kasımcan köyündeki akrabaları ziyarete gittiğimizde, Aras nehri boyunca yürüyüşe çıkar, zirai ilaçlama yapan Rus (Sovyet) uçaklarını uzaktan seyrederdik.  

Ailemin Erivan’a olan derin hasretini ve baba ocağına dönmek umuduyla Iğdır’ı kendilerine mekân tuttukları gerçeğini çok sonraları öğrenecektim.

Onlar, Erivan tarafından gelen hafif bir esintinin bile kendilerini mutlu ettiğini; göz ucuyla olsa bile şehrin yeşilliklerini ve siluetini uzaktan görmekle, hasretlerinin azıcık dindiğini bir sır gibi saklayarak yaşlanıp gittiler.”

***

Erivan’ı görme şansım olmadı. Pembe renkli, volkanik tüf ve andezit taştan yapılma binaların süslediği Erivan’ın, “Pembe Şehir” unvanını hak ettiğini düşünüyorum.

Çocukluğum Iğdır’da geçti. Her köşe başında pembe renkli, kesme taştan yapılma onlarca bina vardı. Mimarisine ve ön cephesinin güzelliğine aşıktım. 1920’den sonra Iğdır’da bir daha bu türden evler yapılmadı. Yeni yapılan evler, güneşte kurutulmuş kerpiç ve kaba taştan yapılma kâgir binalardı. Ön cepheleri (fasat) sıradandı, hiçbir estetiği yoktu.

Iğdır’da pembe renkli taştan yapılma Ermeni binası

Daha vahimi, 1980’li yıllardan itibaren bahçe içindeki bu evlerin yerinde betonarme binalar yükselmeye başladı. Hiçbir vali (kaymakam) veya belediye başkanı, Ermenilerden kalma pembe renkli kesme taştan yapılma binaların onarılmasını, müze veya kamu binası olarak kullanılmasını da kendisine dert etmedi. Bu gelenek maalesef halen devam etmektedir.

 İSTANBUL VE ERMENİ “BALYAN” AİLESİ

Iğdır’dan sonra İstanbul’da yaşadım. Yatılı okuduğum Kabataş Erkek Lisesi’nin mimarisine hayrandım. Sonraki yıllar öğrendim ki, Ortaköy Camii’nden (dahil) Dolmabahçe Sarayı’na (dahil) kadar uzanan ve Feriye Sarayları olarak bilinen bütün bu binaların mimarları, soyadı “Balyan” olan Ermeni bir aileye mensuptular.  Dededen toruna beş kuşak Balyan Ailesi, Mimar Sinan’dan sonra İstanbul’a damgasını vuran ikinci mimari akımdır.

Balyan Ailesinin önemli mimarlarından Sarkis Balyan

Üniversite eğitimime İTÜ Gümüşsuyu ve Maçka yerleşkelerinde okuyarak devam ettim. Bu binalar da “Balyan” ailesinin eserleriydi.

Balyan Ailesinin İstanbul’daki başlıca mimari projeleri şunlardır:

  • Sarayburnu’ndaki sahil sarayı (1875’te yandı)
  • Dolmabahçe Sarayı
  • Ortaköy Camii
  • Beylerbeyi Sarayı
  • Valide Sultan Sarayı
  • Defterdar Sarayı
  • Aynalıkavak Kasrı
  • Nusretiye Camii
  • Selimiye Kışlası ve çevre yapıları
  • Davutpaşa Kışlası
  • Beyoğlu Kışlası
  • Darphane-i Amire
  • Valide Bendi
  • Topuzlu Bendi
  • Yangın Köşkü
  • Beylerbeyi Sarayı
  • Beşiktaş Makruhyan Ermeni Okulu
  • Çırağan Sarayı
  • Pertevniyal Valide Sultan Camii
  • Zeytinburnu Barut Fabrikası
  • Beşiktaş-Akaretler 138 daireli evler
  • Harbiye Nezareti (Bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Taşkışla binası)
  • Mekteb-i Tıbbiye (Bugünkü Galatasaray Lisesi binası)
  • Maçka Silahhanesi (İTÜ Maçka Yerleşkesi)
  • Gümüşsuyu Kışlası (İTÜ Gümüşsuyu Yerleşkesi / Mezun olduğum bina)
  • Baltalimanı Yalısı
  • Galatasaray Adasındaki (diğer adıyla Sarkis Bey Adası) köşk
  • Adile Sultan Sarayı (Kandilli)
  • Yıldız Sarayı
  • Çadır Köşkü
  • Malta Köşkü
  • Şale Köşkü
  • Çit Kasrı
  • Çağlayan Kasrı (Kağıthane)
  • Ayazağa Köşkü (Maslak)
  • Kalender Köşkü
  • Zincirlikuyu Kasrı
  • Tokat Köşkü (Beykoz)
  • Alemdağ Av Köşkü
  • Abdülaziz Av köşkleri (Validebağ ve Ayazağa)
  • Sultan Çiftliği Köşkü (İzmit)
  • Kâğıthane Camii
  • Bahariye Nezareti
  • Akaretler Sıra Evleri 138 daireli evler (1874)
  • Mekteb-i Tıbbiye (bugünkü Galatasaray Lisesi binası)
  • Hekimbaşı Av köşkü
  • Hareket Köşkü
  • Çağlayan Kasrı (Kağıthane)
  • Bahariye Nezareti
  • Hamidiye Saat Kulesi

Kısacası, Mimar Sinan ve Balyan Ailesinin eserlerini çıkarırsanız İstanbul’da Ayasofya’dan başka ciddi bir eser geriye kalmaz. Acaba her İstanbullu Ermeni Balyan Ailesinin İstanbul’un şehir kimliğine yaptığı bu olağanüstü katkının farkında mıdır?

 ANKARA’NIN ŞEHİR KİMLİĞİ

Aile fertlerimin bir kısmı Ankara’da oturduğundan yolum arada bir Ankara’ya düşerdi. En çok Ulus’taki ve farklı semtlerdeki pembe andezit taştan yapılma binalardan hoşlanırdım. Bana Iğdır’ı ve çocukluğumu hatırlardan bu binalardan aklımda kalanlar Merkez Bankası, Ziraat Bankası, Genel Kurmay Binası, Yargıtay, Bakanlıkların görev yaptığı binalar, bugünkü Meclis Binası, Anıtkabir vb yerlerdi.

Aradan yıllar geçti. Gerçeği öğrenince çok şaşırdım. Bütün bu binalar tek bir mimarın imzasından çıkmıştı: Avusturya Almanı Clemens Holzmeister.  Bugün Clemens Holzmeister’ın eserlerini Ankara’dan çıkarırsak geriye beton yığını kalır. Acaba her Ankaralı bu büyük ustanın adını biliyor mu?

Clemens Holzmeister’ın 1938 yılına kadar tasarladığı Ankara’daki başlıca eserleri şunlardır:

  • Millî Savunma Bakanlığı (1928-1931)
  • Genelkurmay Başkanlığı (1929-1931)
  • Millî Eğitim Bakanlığı (1929-34)
  • Ordu Evi (1929-1931)
  • Bayındırlık Bakanlığı (1929-1934)
  • Kara Harp Okulu (1930-1935)
  • Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü (1930-1932)
  • Merkez Bankası (1931-1933)
  • Güven Anıtı (1931-1936) (Heykeltraş Anton Hanak’la birlikte)
  • Güvenpark Zafer Bulvarı (1932-1934)
  • Vilayetler Meydanı (1932-1934)
  • Atatürk Evi, Ankara (1932)
  • Ulus Emlak Bankası (1933-34)
  • Yargıtay (1933-34)
  • Avusturya Büyükelçiliği (1933-35)
  • Vilayetler Meydanı (1933-1935)
  • İçişleri Bakanlığı (Dahiliye Vekaleti) Binası (1934)
  • TBMM Binası (1938-63)

 

CLEMENS HOLZMEISTER (klemıns holtsmaystır) KİMDİR?

Avusturya Almanı Clemens Holzmeister, 27 Mart 1886 tarihinde Avusturya’nın İnnsbruck şehrinin 15-20 km güneyindeki Fulpmes isimli kasabada Brezilya vatandaşı olarak dünyaya geldi.

Ailesinde ilginç bir durum yaşanır: Büyükbabası, yanına eşini ve yedi çocuğunu alarak Brezilya’ya göç eder, ancak talihsiz bir şekilde yolculuk sırasında koleradan ölür. Eşi, yedi çocuğuyla birlikte Brezilya toprağına ayak basar. Aile, Brezilya vatandaşlığına geçer.

Yedi kardeşin en büyüğü olan Josef Holzmeister, Clemens Holzmeister’in babasıdır. Kahve yetiştiriciliği işine girer. Evlenir. Yedi çocuğu malaryadan ölünce, çaresiz bir şekilde Fulpmes’e geri döner. Dört çocuğu daha olur. Eşi ölünce ikinci evliliğni yapar. Bu evlilikten de dört çocuğu olur. Clemens Holzmeister, ikinci evliliğinden olan ikinci çocuğudur.

Josef Holzmeister, demirci ustası ve marangoz olarak çalışmaya başlar. Demiri ısıtıp döverek ilginç şekiller verme konusunda yeteneklidir. Clemens Holzmeister, çocuk olarak, babasını dikkatle gözlemler, geleceğin mesleğinin ilk tohumları da böylece zihninde yer etmeye başlar.

Clemens Holzmeister, İnnsbruck şehrinde Realschule olarak bilinen mesleki ortaokula başlar. Okulda sıkıntılar yaşayınca Cimbria Katolik Ortaokuluna kaydını yapar. Münihli bir sınıf arkadaşının etkisinde kalarak Mimarlık okumaya karar verir.  Viyana Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümüne kaydolur. Askere gitmemek için Brezilya vatandaşlığından çıkmaz.

1913’te Inssbruck şehrinde Judith Bridarolli ile evlenir. Viyana’ya yerleşir. 1914’te oğlu Guido dünyaya gelir. Viyana’da doktorasını tamamlar, 1919’de Innsbruck’taki Devlet Ticaret Okuluna öğretmen olarak atanır. 1920’de kızı Judith dünyaya gelir. 1924-25 yıllarında Luis Trenker ile birlikte Kuzey İtalya’nın Bolzano şehrinde ortak bir mimarlık bürosu açar.

Şansı yaver gider. Viyana Şehir Mezarlığında “Feuerhalle Simmering” ismiyle bir krematoryumun mimari projesini çizer. Bu başarısından dolayı Viyana Güzel Sanatlar Akademisine Profesör olarak atanır. Bu görevini 1928 yılına kadar devam ettirir. Profesörlük görevini devam ettirirken dış ülkelerden gelen proje tekliflerini de geri çevirmez.

Clemens Holzmeiser, 1940-49 yılları arasında da İTÜ Mimarlık Fakültesinde öğretim görevlisi olarak çalışır. 12 Haziran 1983’te Salzburg’da vefat etti.

 

ALBERT LEO SCHLAGETER

Durup dururken Albert Leo Schlageter isminden niçin bahsediyorum?

12 Ağustos 1894 doğumlu Schlageter, Birinci Dünya Savaşı’nda bir Alman subaydır. Almanya, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilir. Schlageter, mücadelesine devam eder. Fransız işgal güçlerine karşı sabotaj eylemleri planlar. Demiryoluna yaptığı bir sabotajda yakalanır. İdam edilir (26 Mayıs 1923). Kısa sürede Schlageter, Alman direnişinin ve onurunun simgesi olur. Hatta, Hitler, Mein Kampf isimli eserinde Schlageter’den övgüyle bahseder. Nazi Almanya’sında ulusal kahraman ilan edilir. Düsseldorf şehrinde, infaz edildiği yere yakın bir anıt dikilmesine karar verilir. Clemens Holzmeister, 1926’da anıtın projesini çizer. 23 Mayıs 1931 tarihinde anıt, büyük bir Nazi töreniyle açılır. Clemens Holzmeister, büyük bir ün kazanır.

Anıt, 4 metrelik kaide üzerinde 27 m yüksekliğinde çelikten yapılmış bir haç şeklindedir. Kısa sürede Nazi taraftarları için siyasi bir anma ve kült yeri olur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1946 yılında Düsseldorf Belediye Meclisi’nin kararıyla anıt yıktırılır.

Clemens Holzmeister tarafından projesi çizilen Schlageter Ulusal Anıtı

İroni şuradadır: Clemens Holzmeister’ın diktiği “Schlageter Anıtı”, Naziler için bir külte, ulusal bir tapınmaya dönüşür, ama Hitler, Clemens Holzmeister’ın mimarı üslubuyla barışık değildir. Clemens Holzmeister, olası bir felaketten kendisini korumak için başta Türkiye olmak üzere Brezilya, İtalya gibi diğer ülkelerde vakit geçirir. Bu sayede Ankara da anıtsal-modern mimariyle inşa edilmiş binalarla şehir kimliğine kavuşur.

Clemens Holzmeister, İkinci Meclis Erzincan Milletvekili, eski Büyükelçi Mehmet Hamdi (Arpağ) Bey’in daveti üzerine 1927 yılında Ankara’ya gelir. Genel Kurmay Başkanlığı binasını projelendirmekle görevlendirilir. Sonraki yıllar onlarca projeye imza atar. Bunların içinde bugünkü TBMM binası da vardır. Anıtkabir’in de Holzmeister’ın 1940-49 yılları arasında İTÜ’de öğretim görevlisi olarak çalıştığı yıllarda asistanı ve meslektaşı olan Emin Halid Onat’ın bir projesi olduğunu unutmayalım.

İTÜ Mimarlık Fakültesinde Öğretim Görevlisi olduğu yıllar: Oturanlar soldan sağa, Emin Halid Onat (Anıtkabir’in mimarı), Clemens Holzmeister, Friedrich Hess ve Paul Bonatz

Soldan sağa: Ziya Payzın, Sadun Ersin, Orhan Alsaç, Mukbil Gökdoğan, Kemal Ahmet Aru, Prof. Clemens Holzmeister, Cahit Karakaş, Hayati Tabanlıoğlu, Vedat Dalokay, Behruz Çinici

 CLEMENS HOLZMEISTER TÜRKİYE’YE GELİŞİNİ ANLATIYOR:

“Türkiye’den davet almam da Reich’a (Almanya’ya) çağırılmamla neredeyse aynı zamana denk gelmişti ve bu benim için tabii ki çok tuhaf bir durumdu. Kısaca bahsetmem gerekir. Türkiye’nin babası Atatürk, modern Türkiye’yi kurmuş olan bu harika şahsiyet, aslında temelde ülkeyi Anadolu’yla sınırlandırmış gibiydi. Ancak yeni bir başkent kurdu; çünkü eski İstanbul’da farklı milletlerden insanlar çoğunluktayken, Türkler azınlıktaydı. Bu, yeni bir başkent yaratılmasının derinde yatan sebeplerinden biriydi. Diğer sebep ise tabii ki stratejik olandı: Savaş zamanında doğrudan tehlike altında olan boğazlar bölgesinden çıkıp Anadolu’nun merkezine konumlanmak. Tarihi Hitit Dönemi civarına dayanan, sonrasında Roma yerleşimi olarak da bilinen eski, çok eski bir şehir olan bu merkezin ismi de Ankara’ydı. Burada, muhteşem yazıtlarıyla Augustus Tapınağı hâlâ ayakta durmaktadır.

 Bu şehir çorak toprakların ortasında konumlanmıştı. Anadolu bitap düşmüş olsa da Ankara onun tam merkezindeydi. Atatürk’ün zihninin derinlerinde yatan görev, bu şehri devasa eserlerle yaşama döndürmekti. İşte bu amaç doğrultusunda Türkiye’ye davet edildim.

 1928 yılında göreve çağrılmam kendisinin o zamanki büyükelçisi Abdülhamit Bey aracılığıyla oldu ve titreyerek bu ülkeye geldim. Fransızcayı çok az anlayabiliyordum ve Türkçem hiç yoktu. Bu şekilde sabah erkenden İstanbul’dan yola çıkıp Ankara’ya ulaştım. Yolda camdan dışarı baktığımda gördüğüm tek şey uçsuz bucaksız düzlüklerdi. Bomboş düzlüklerden başka hiçbir şey yoktu görünürde, ben burada ne yapacağım?

 Dışarıda bir bölük asker ve başlarında onlardan sorumlu bir subay vardı. Subay araca yaklaştı ve sordu:

“Profesör Holzmeister siz misiniz? Görevim sizi Bakan Bey’e götürmek.”

Ve bu şekilde, bahsettiğim bölüğün refakatinde şehre girdim. Ben hayatımda hiç asker olmadım ve oldum olası askerlere karşı büyük bir korku, ya da şöyle söylemek daha doğru olacak, büyük bir saygı duymuşumdur. Anlattığım şekilde Bakan’ın yanına götürüldüm. Girdiğim odada beklediğimin aksine sivil giyim içerisinde, çalışanlarının eşlik ettiği çok değerli bir adam, Abdülhalik Renda oturuyordu. Beni selamladı ve bana Atatürk’ün vereceği göreve, yani başta Ankara’da olmak üzere Türkiye’de yapılar inşa etmeye hazır olup olmadığımı sordu. Görevlerden ilk ikisi de Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı yapılarının inşası olacaktı.

 Cesurca ve sakince “Evet” dedim. O sırada yanımda refakatçi olarak kendisine çok müteşekkir olduğum biri vardı. O kişi artık hayatta olmayan mühendis Arthur Waldapfel’dı. Yıllardır Avusturyalı bir firmanın görevlendirmesi ile Ankara’daydı. Mükemmel derecede Türkçe konuşuyordu ve bütün bu ön görüşmeler esnasında bana çok büyük yardımları oldu. Sadece bu da değil. Aynı zamanda şantiye şefim hem mühendisim hem de statikçimdi.

 Bu görüşmeyi takip eden iki hafta içerisinde kendilerine bir tasarım sunmak için uğraştım ve hedeflediğim sürede sunumu gerçekleştirdim. Bakanlık yapısının müstakil mi, diğer yapıyla birleşik mi olacağı konusundaki talepler henüz netleşmemiş olmasına rağmen, tasarruf amacını da ön planda tutarak kurumları tek yapıda toplayan bütünsel bir tasarım hazırladım. Ama generallerin yorumu şu oldu: “Hayır, bu gerçekleştirilemez. Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı birbirinden farklı kurumlar. İki yapı ayrı ayrı ama yan yana konumlanmalılar.”

 Millî Savunma Bakanlığı bünyesinde barındırdığı çok sayıda memur sebebiyle Genelkurmay Başkanlığı yapısından çok daha büyük bir alana ihtiyaç duyuyordu. Bana tebliğ edilen görev ise iki yapının da eşit derecede sembolik ve anlamlı görünmesiydi. Bunu gerçekleştirdim. Millî Savunma Bakanlığı yapısını bir meydan etrafında konumlandırırken Genelkurmay Başkanlığı yapısını açılmış kanatlarıyla dışarı dönük olarak tasarladım; bu tasarımlar Beyefendi’nin çok hoşuna gitti.

 Sonbaharda sunumunu yaptığım tasarımların mimari projelerini bir yıl sonra inşaata teslim edebildim. Bu noktada büyük bir öncülük sergilemek zorunda kalmış olduğumuzun da göz önünde bulundurulması gerekir. Çünkü inşaat işi Türklere yabancı bir konuydu. Bunun sebebi de Türkiye’de inşaat işlerinin o güne kadar Ermenilerden soruluyor olmasıydı. Ulaşılabilir bir hedef koymak, duvar örmek, beton karıştırmak gibi bütün bu işleri, en başta dostum Waldapfel’la beraber olmak üzere ülkede birer öncü olarak yürüttük. İnşaat bir yıl sonra sona erdiğinde bu, Türkler için inanılmaz bir durumdu. Üstelik inşaat maliyeti de tam olarak hesapladığımız kadar tutmuştu. Türkler için yeni olan da işte buydu ve sonucu da o esnada başbakanlık koltuğuna oturmuş olan İsmet İnönü’nün benimle bir dizi başka görev paylaşması oldu.

Bahsettiğim dönem 1928 ile 1932 arasıydı, süreç istenen şekilde devam etti ve başta bakanlık yapıları olmak üzere bir dizi inşaat işi aldım. Bu esnada işi Ankara için bir nâzım planı hazırlamak olan bir şehir plancısı da göreve başlamıştı. Çok iyi bir plancı olan Jansen, Alman’dı ve Ankara’nın nâzım planını hazırladı. Bunun anlamı, kentin ana işlev bölgelerinin belirlenmesiydi. “Burası merkez, burası yönetim, burası konut, burası endüstri ve burası da trafik.” gibi.

 Bu bölgeler planlandı ve plan Atatürk tarafından imzalandı. Eğer Atatürk bir şeyi imzaladıysa, o görevi yerine getirmemenin bedeli kellenizi kaybetmekti. Bu şekilde Bakanlıklar Bölgesi de teşkil edildi ve tüm bakanlıklar içinde konumlandırıldı. En son olarak da İçişleri Bakanlığı ve onunla bağlantılı Emniyet Abidesi işi vardı. Sıra bu işe gelince Anton Hanak’ı çağırdım. Benimle birlikte Ankara’ya geldi ve tüm bunlar üzerine […] Anıt, Bakanlıklar Bölgesi’nin tepesinde yer alıyor ve ona çok değer veriliyor.

 Bir başka görev de (bu aslında aralarında en keyifli olanı) Çankaya’nın tepesinde inşa edilen Atatürk Köşkü’ydü. Atatürk orada, yukarıda ikamet ediyor ve ülkeyi elinde asasıyla yönetiyordu. Eski, biraz metruk bir Ermeni evinde…

Şantiye yöneticimle birlikte davet edilişimize gelince… Orada bütün bakanlarıyla beraber toplanmıştı ve Waldapfel beni önceden duruma hazırlamıştı bile. Dikkatli olmalıydım. Atatürk, kendisinin huzuruna çıkmak için büyük salona doğru gelen konuklarına biraz takılmaktan keyif alıyordu. Çünkü yol üzerinde konukların karşısına çıkan bir ayı postu daha önce birçok ziyaretçiyi korkudan tökezletmişti. Waldapfel dikkatimi ayı postuna çekmiş ve beni bu konuda uyarmıştı. Ben de tabii ki dikkatli oldum ve sağlam adımlarla Atatürk’ün masasına ulaştım. İlk sorusu şu oldu:

 “Profesör, ne düşünürsünüz? Şimdi bu evi yıkıp yerine benim için yeni bir köşk mü inşa etmeliyiz?”

Ve ben hemen cevap verdim:

“Ama Ekselansları, böyle bir şeyi nasıl düşünebilirsiniz? Bu ev Türkiye için bir anıt konumunda çünkü siz yeni Türkiye’yi bu evden inşa ettiniz. Burası bir anıt olarak kalmalıdır.”

“Peki ne yapmalıyız o zaman?” dedi.

Ben de şöyle cevap verdim:

“Yan tarafta harika bir arazi var. Yeni köşkü oraya inşa edelim ve eskisini de koruyalım.”

Bu cevap çok hoşuna gitti ve Atatürk’ün emriyle en iyi zanaatkârların Ankara’ya çağrılması sağlandı. Ustalık gerektiren ince işler Avusturyalı sanatçılar ve zanaatkârlar tarafından yürütüldü. Sürecin bir başka sonucu da bahsi geçen bu çalışkan ustalardan bazılarının Türk gençlerinin eğitimi amacıyla oradaki okullara yönlendirilmesi oldu.

Sonuç olarak köşkün inşası bir buçuk yıl içerisinde, Atatürk’ün de büyük memnuniyetiyle, sonuçlandırıldı. Onunla evdeki bir karşılaşmamızı anımsıyorum. Genelde sonuçtan o kadar memnundu ki, bir an önce köşke taşınmak için can atıyordu. Ama bir seferinde beni sınadığını hatırlıyorum. Beni banyoya, klozetin başına kadar götürüp bir sigara ikram etmiş, sonra da izmariti klozete atmamı istemişti. Ben de öyle yapıp sifonu çektim, ama izmarit hâlâ klozetin içinde duruyordu. Atatürk çok gülmüş ve nüktedan bir şekilde “Şimdi bu yapı kötü bir yapı mı oldu?” diye eklemişti. Ben de hemen bir tedbir alıp sifon sorununu çözmüştüm. Onun oynadığı küçük oyunlardan biriydi bu. Çünkü, örneğin köşk ziyarete açılıp da yapıyla ilgili eleştiriler yapılmaya başlandığında, Atatürk Fransa Büyükelçiliği’nin mimarı olan Albert Laprade’dan köşkle ilgili fikirlerini özellikle de yazılı bir rapor olarak almıştı. Metinde yapının yeni dönemde inşa edilmiş en güzel köşklerden biri olduğuna dair yorumlar yer alıyordu. Atatürk bu metnin karşılama odasına asılmasını ve ziyarete gelen konuklar tarafından diğer her şeyden önce okunmasını teşvik etmişti. Bunu yapmadan diğer tartışmalara girmek yasaktı. İşte her mimarın böyle işverenleri olmalı.

Son olarak, bir de Ankara’daki Avusturya Büyükelçilik yapısının inşasını üstlendim. Şimdi bunlara bir şey daha eklemeliyim. Savaşın Avrupa’yı sardığı yıllarda aslında Türkiye de bundan oldukça etkilenmiş durumdaydı. Tarafsız kalınmış olmasına rağmen savaşın etkisiyle ülkede inşaat işlerinin sona erdiği bu dönemde, özellikle iki işle meşgul oldum. Birincisi, bulduğum her fırsatta ülkeyi gezmek, öğrenmek, çizimler yapmak, eşimin fotoğraflarını çekmekti. Hayatımda bir de okul vardı.

İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğretmen olarak görevlendirildim ve burada çok sayıda öğrenci yetiştirdim. Eğitimi Almanca veriyordum çünkü öğrencilerin çoğu Almanca biliyordu. Birlikte çok başarılı bir eğitim ortamı oluşturduk. Hepsi çok genç ve çalışkan insanlardı ve bu genç mimarlar bugün ülkede söz sahibi oldular. Daha geçen sene Meclis Başkanı tarafından Ankara’ya davet edildim. Mevcut parlamento yapısının büyütülmesiyle ilgili yorumlarımı alma amaçlı bu daveti de mutlulukla kabul ettim. Eşimle birlikte 1 Mayıs’ta Ankara’ya uçtuk ve çiçeklerle, krallar gibi karşılandık. Ve bizi karşılayanlar arasında kimler de vardı? Bir dizi eski öğrencim. Bir kısmı parlamento yapısının inşasında da önemli rol oynamış sadık ve cesur öğrencilerim.

Bu şekilde karşılandık, harika bir otele yerleştirildik ve bir hafta boyunca gerekli yapısal müdahalelerle ilgili tartışmalar yürüttük. O zamana kadar yapılmış olan önerilerin tersine, ben mevcut parlamento yapısının korunması gerektiğini ifade ettim ve diğer herkes de memnuniyetle bu fikrimin arkasında durdu. Çünkü parlamento onlar için neredeyse kutsal bir kavram, bir mabetti. Bir yandan da bunu sormak gerekirse, neden acaba? Sadece mimarisiyle değil, yapımında kullanılan yöresel malzemelerden ötürü de insanlar yapıya özel bir yakınlık hissediyorlardı. Özellikle de mermerler sebebiyle. Göçmen olarak yaşadığımız yıllarda benim de peşine düşüp, ülkenin türlü yöresinde arayıp bulduğum bu harikulade kırmızı, siyah, yeşil ve mavi mermerleri Türkler çok beğeniyordu. Dolayısıyla bu yapı korunmalıydı. Mevcut yapının korunduğu ve gerekli ek yapıların mevcut yapıyla ilişkilendirilerek araziye yerleştirildiği öneriler geliştirdim ve bazı prensip eskizleri hazırladım. Bunların hepsini özünde birkaç eski öğrencim ve bir kısım uzman önünde hazırlarken; bu işi ta Viyana’dan buraya yürütemeyeceğimi dile getirdim ve buradaki üç çalışkan öğrencimin önerdiğim planların geliştirilip uygulanmasından sorumlu tutulmasını önerdim. Tabii ki o zamana kadar yapmış oldukları işleri de görmüş ve bu işi yürütebileceklerine kanaat getirmiştim.

İş aynen söylediğim gibi yürüdü. Daha dün bahsi geçen öğrencilerimin bir tanesinden mektup aldım. Noel’de tashih almak amacıyla benim yanıma geleceklerini söylemiş. Gördüğünüz gibi, bunlar tabii ki insanın her gün yaşayacağı türden deneyimler değil. Türkiye’ye duyduğum bu haz… Türkiye’yi çok sevdik, bunu söylemeliyim. Orada harika bir hayatımız oldu. Boğaz kıyısında bir atölyemiz vardı. O zamanlar bir atölye kurma ihtiyacım doğmuştu ve Tarabya’da otel olarak kullanılan oldukça büyük ve geniş, eski bir yapı buldum. Orayı kiraladık. Harikulade bir yaşamdı. Palmiyeleriyle, sükûnetiyle, heybetiyle Boğaz’ın güzelliği. Özgür ama vatanımdan koparılmış…”

SONUÇ

Diğer iller gibi Iğdır da 14 Mayıs seçimlerini dört gözle bekliyor. Meclise ilk kez gidecek değerli milletvekillerine, TBMM’nin projesinin Clemens Holzmeister isimli bir Avusturya Almanı tarafından çizildiğini, bu ismi saygıyla yad etmeleri gerektiğini hatırlatmak istedim.

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi Binası (1920-1924-Ulus)

İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi Binası (1924-1960- Ulus)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Binası (1960-bugün)

 

NOT: Yeni seçilecek milletvekillerimize gönülden başarılar diliyorum!

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir