NİLÜFER HATUN’UN İZİNDE, SANCAKTAR BABA’NIN YAMACINDA

Seneler önce (2013 zemherisiydi) yine mesleki sevimsiz bir vesileyle bu defa kadim şehir İznik’teydim. Osmanlının ilk payitahtının yanı başında Hıristiyanlığın tarihine, akaidine dair dini otorite sahiplerinin yaptığı yedi büyük “ekümenik”(1) toplantıdan ikisinin yapıldığı, Hıristiyan teolojisine dair tarihi, mühim kararların alındığı; asırlara uzanan tarihinde iki defa “Konsil”in (2) toplandığı ve bu dini saiklerle  mensupları arasında dini mistik açıdan adeta “Anadolu’nun Kudüs’ü” olarak rağbet gören İznik’teydim. Hayli dokunaklı hikâyesiyle Nilüfer Hatun adına yapılan imaretin bilahare müzeye dönüştürüldüğü, ülkemizdeki beş Hagia Sophia/Hikmetli Mabet’ten (3) birinin de olduğu Şehir.

MS 787’de yapılan İznik Konsili toplantısı

Aşıkpaşazade’nin, Bilecik Tekfuru’nun nişanlısı iken Şehrin zaptı/fethi sırasında Çakırpınarı’nda basılan düğün alayında esir alınıp oğlu şehzade Orhan ile evlendirilen, ismini antik zamanlarda “Lotus” çiçeğinden alan hazin hikayesiyle Nilüfer Hatun’un şehridir desek yeridir. Hani, Maşrık diyarından meşhur Seyyah Batuta’nın, “zevk-i selim sahibi saliha, fazıla bir hatundu” diye tarif ettiği, kudretli hükümdar I. Murat’ın güzelliği ve zarafetiyle dilden dile anlatılan zevk-i selim sahibi valide-i şahaneleri. Hükümdar kocasının yamacına kurulup Payitaht’ta keyfemayeşa hayat sürmek yerine, ömrünün sonuna kadar çok sevdiği ve nice han, hamam, çeşme, cami, medrese imaret ve hayratla imar edip ihyasına çalıştığı İznik’te yaşayan ve bu yüzden ahalinin pek sevip hürmetle, minnetle yad ettiği Hatun.

Vefatından sonra anısına yapılan imaretin bir süre önce Müze’ye dönüştürüldüğü yerde bu ruhaniyetten uzak, Memuriyetin/657’nin rehavetine kapılan Müze çalışanı rozettaşlarımın, kimi incir çekirdeğini doldurmaz, adeta “habbeyi kubbe yapan” bir tutumla birbirlerine yaşamı zehretmeleri ve giderek can güvenliklerinden endişe edecek boyuta vardırdıkları gayrı sürdürülemez bir vaziyeti sonlandırmak, sorumlularını tespit edip, lüzum ederse şehir dışına yol vererek, kuruma huzur sükûn temin edecek tahkikatla meşguldüm. Zor zahmet yer yer boğucu/kıyıcıydı, geleneksel teftiş rutininde gün boyu yek diğerini tekrar eden benzer ifadeleri zapta almakla geçen günlerim. Asgari hasbi, güven ve esenlikten uzak, ziyadesiyle bir müfettişe gösterilen o eğreti saygıyla sevimsiz, kasvetli bir hal alan teftiş rutinimde, Müze ortamında gün boyu “dedim-dedi” şeklinde, birbirinin aynısı beyanlara dönüşen ifadeleri dinleyip kayda geçerken, yer yer boğucu, dayanılmaz güçlüğü, kahru kasavetiyle, bir gün önce hemen şehrin yanı başındaki yamaçta, tarihi İznik şehrini ve elbette gölü en mutena noktadan temaşa keyfi veren “Türbe/Hazire”ye gündüz gözüyle çıkıp, başka yerde örneğine rastlanmayan, bayraklarla donatılmış türbesinde/makamında ziyaret ettiğim ve yörede “Bayraklı Baba” namıyla maruf Abdulvahap Hazretlerinin makamına attım kendimi, bir eşref vakitti.

Bayraklı Baba türbesi

Türbe ziyaretlerinde, bilhassa Ramazan ayında yaşanan, yurdum fanilerinin bildik olur olmaz çokça tartışmalı yer yer bidate varan dini/mistik ritüellerin tamamından azade, başka çok başka bir halet-i ruhiye ile çıkmıştım, o huzura…

Akşamın henüz geceye, gecenin bereket demine durduğu vakitlerdi…Zaten daha ilk günden Abdulvahap Ağbi’nin (müminler kardeşti madem, büyüğüm ağbim sayılırdı) ismi etrafında hemen her yerde/yörede benzerine aşina olduğumuz birbirinden farklı, mistik derinlikli tasavvufi öğelerle bezeli kimi oldukça  mübalağalı nice tevatürü, her defasında bıyık altı tebessümle dinlerken; sufiliğin riyazet, inziva ve uzlete dayalı ritüellerinden,  koçaklamanın en akıl almazına en inanılmazına  kadar, bu türlü çeşit hikâyat karşısında, Anadolu insanının tee Şamanizm’deki atalar kültünden süre getirdiği, Anadolu’daki nice inanıştan, pagan öğretilerden/öğelerden, israiliyat diye tabir edilen la-dini unsurlardan, nice uygarlık bakiyesi din inanç umdelerinde saklı terkipten, yek diğeriyle etkileşimiyle harmanlanan söz, irfan kültüründen beslenen bu nevi anlatıların dayanağı/menşei, ruh kökümüzde her dem yeniden yeşeren ve halk kültürümüzdeki yeri, folklorumuzdaki zenginliği besleyen yanıyla hoşlukla dinlediğim bu tevatürler…

Bilhassa cami cemaati olarak tabir olunan belli yaş üstü “Hacı emmi”lerin kültürel sürekliliğin aktarıcısı ve yerleşik geleneklerin teminatı olarak anlatıp durdukları bu yek diğerinden çarpıcı hikâyat…Mesleki olarak yurdun dört bir yanında müşahede ettiklerim, görüp gözettiğim anlatılarla derlediğim tecrübelerim ve hayat serüvenimin başladığı Memleketimizin uzak doğusu sayılan Iğdır’da, nicesini dinleyerek içinde büyüdüğüm “acem abartılı hikayeler”den dolayı gayrı aşina olduğum şeydi… Hele o Sancaklı Cenaplarına dair izhar etmiş olduğu keramet; işgalde cesaret ve hamiyetperver yüreği ile şehrin müdafaasında düşmana karşı gösterdiği şecaat, yararlılık ve kahramanlığa dair hayli söylenceye kulak kabartmış, Cuma çıkışı sohbet edip caminin metruk çayhanesinde çay içtiğimiz cemaatten piri fanilerin bahusus Hacı Salih Amcanın, İznik’in fethi sırasında Hazretin, “Defalarca koparılan başını, nasıl koltuğuna alıp kaleye tırmandığına, ne yaman bir Serdengeçti” olduğuna dair  hasbi, içten; dinleyicide sanki harbe iştirak etmiş, an be an gazayı müşahede etmiş bir vakanüvis tanıklığına dayanan beyanları, his heyecan/helecan yüklü anlatımı karşısında, büyüğümüze hürmeten nezaketi korumaya çalışarak, tebessümümü saklayıp yer yer beklenen eğreti hayret ve hayranlığımı da göstermeye çalıştıysam da, o gün Cuma çıkışı caminin avlusunda, bu anlatıya muhatap (maruz kalan da denebilir) taze baharındaki iki civandan, tevellüdü yakın olanın, Salih Dedenin bu lirik/epik/mistik yer yer korku sinemasından öğeler barındıran, heyecanlı şecaat ve kerametlerle dolu “Kesikbaş” anlatımından; sabinin, soluk yüzünde gördüğüm, esasen ecdadın şecaatine duyulan hayret ve hayranlıktan öte hafiften endişe ile ürpertiye varan bir korkuydu, oysa…Ve bunu, ne Salih Amca ne de aynı menkıbeyi bilmem kaçıncı kez aynı hayret ve hayranlıkla dinleyen diğer emmilerden (zamane gençliğinin ifadesiyle Dayılardan) fark eden de yoktu…törenin bildik kabullerinden ötürü zaten olmazdı, olmayacaktı da…

Yurdum fanilerinin ve Sürmeli Çukuru/İdirmava Kahvelerinin müdavimi hemşehrilerimden ziyadesiyle aşina olduğumuz, her geçen gün giderek artan şu “Memleket elden gidiyor” faslında bolca hamaset yüklü, yer yer yerel babalanmalara ve dahasına varan hamasetle mefluç söylemleri/söylenmeleri, serzenişleri.. Ellerini güneşe siper edip çıplak gözle Memleket ufuklarında “dış düşman”, misak-ı milli hudutları dahilinde bitmez tükenmez “İç düşman” arayışına durmaları karşısında, bu nevi söylencelerin, aklını/usunu kuşanmak yerine hislerine ram olmuş, hamaset ehli şark insanının yüreğinde/canında hasıl ettiği o geçici “plasebo” esenliği, huzuru; kabul edilmese de anlaşılır şeydi, doğrusu…

İdirmava kahvelerinden bir görünüş

Bu meyanda, hamaset yüklü mitolojik/destansı bu anlatılara kayıtsız kalan fanilere dönük, kimi ima ve ihsaslarla yapılan zımni nitelemeler, yer yer parmak sallamaya, “aforoz” etmeye varan accaipliklere; vatan/millet bahsinde, bu eşhasa izafe edilen kimi hakaret, tehdit içeren garabetlere dair söyleyeceklerimiz de vardı ama, Nağırçı Ewdo’nun, “Gulla giran, bîra bê binîye/Kahırlı ağır dert, dipsiz kuyu” dediği üzre mevzu derindi ve bu mecraya sığmayacak kadar bahsi diğerdi, şimdilik.

Evet, Şehrin hatta yörenin manevi dinamiklerinden kabul edilen Sancaktar Baba Hazretlerine atfedilen ve memleketin sathı mailine yayılan hamasete koşut her geçen gün artan bu vatanperverlik payesi sosyopsikolojik açıdan ayrıca kayda değerdi, elbette…

Sadede dönersek, baba cenaplarına dair anlatımların tesirinde, artık her akşam mutat rutinim olan günün sıkıcı, boğucu teftiş mesaisinin bitiminde otele varıp tebdili kıyafetle sahildeki acılı özgün sosu ve  leziz köftesi ile meşhur  “Köfteci Yusuf” ziyaretinden sonraki İznik göl sahil yürüyüşlerinin de mide fesadına varan vaziyeti teskin etmemesinden mi gün boyunca alınan ifadelerde tekrar eden mevzuların hiçbir kreatif unsur içermeyen tekdüze sıkıcı sevimsizliğinden mi, sorun ve sıkıntıların kaynağı olarak gösterilen Müze personelinden bir faninin ismi etrafında dönen onca lakırdıdan mı bilmem, belki de öteden beri yamacında sükunet huzur bulduğumuz, güven, umut ve zindelik veren Dağın/Dağların görkemli bereketinden olacak ki, gecenin bilmem kaçında gölün kıyısında bir sıcak merhaba ve kısa bir hasbihalden sonra, yarasına dokunduğum civanın yaşadığı “İnce sızı”sını görmüş, ismi bende saklı bir delikanlıyı, Hazretin huzuruna çıkarsak, bir parça huzur bulacağına ikna edip, motorunun terkisine atlayıp o keskin virajlardan ürpertiyle yol alıp Dede cenaplarının huzuru âlisine varmıştık…

Selam, destur, niyaz faslından sonra yanımdaki, sevdanın en karasıyla yaralı civanın meramını; daha mahalle mektebinde başlayan “liseli sevdasına” sırtını dönerek o bankacı çocuğa varan sevgilinin, bivefa halini, Üstadın, “üçüncü şahsın şiirinden” göndermelerle anlattıysak da hazret, şimdilerde şu nevzur “kişisel gelişim” şeysilerinin, kuşak koçlarının (z) kuşağı diye tarif ettiği çokça “ben sevdim, eller aldı” yolundaki bildik/tanıdık bu mevzuya  gına getirmişçesine pek itibar etmeyince; acizane, delikanlının gönlünün harını dindirecek, yüreğine su serpecek birkaç kelâm edip, mevzuyu bağlayım derken, delikanlı cebindeki vesikalık resmi çıkarıp cinsi latifin mah cemalini bir kere daha rikkatle temaşaya durup, “Ağbi, şu ela gözlere bak, öpmeye değil bakmaya kıyamazdım” diyerek, resmi gösterince, anladım ki bu meşum hikayede mevzu derin, vaziyet müşküldü…

Ve yarayı soğutmak/sağaltmak için önce kederi deşmeli, akıtmalıydım o ukdeye dönüşüp yüreğine bar olan cevri cefayı, ufuneti…Başladım; bu vadide nice civanın yüreğini sızımlatan o kederin memleketin dört bir yanında nasıl kol gezdiğini, ezel/evvel olan bu kederle yüreğine köz düşen canların, o yürek yangınlarıyla çığırıp yaktıkları Türküleri/stranları anlattıkça anlattım. Düştüğü gönülleri kor kor yakıp kavuran, akim kalmış bir türlü yek diğerine vasıl olamamış, her yürek yangınında yeniden yaşanan bu sızının, Anadolu’yu nasıl bir hüzün diyarına dönüştürdüğünü…Vuslat deminin bereketiyle hasıl olan o muazzam şehrayn demini Y. Kemal Üstadın…… olmadığını…Ne de olsa “elle gelen düğün, bayramdı” kabulüne yakın kılmaya çalıştım, türbe yoldaşım civanı…

Bir ara sözü yörede “Medresâ Sor” olarak bilinen “Kırmızı Medrese’nin Dersiamı Mela’nın bu zarif sızıyla yazdığı Divan’dan beyitler de okudum; yârin/yavuklunun aşığını bir girdap gibi, çekip boğduğu gamzesinden, en mahir avcının attığı kementten daha tesirli bir silaha dönüşen şev karası zülüflerinden, iki kaşın arası, maşûkun meyli muhabbet kıblesinden, ehline secdegâh olan şirin şerbet leblerinden ve elbette ay ışığında gül yanakta beliren Belgin Doruk/Ayşe Şan maskından aşina olduğumuz, 18 bin alemin sırlarını mündemiç olduğu rivayet olunan “Kara Ben”inden, her canın kalbinin üstüne dercedilmiş olan “Nokta-i Süveyda” nın (4) sırrından; hani kalbin üstündeki o siyah noktanın rakib-i can olan dilbere/sevgiliye akması, antik alemde Erosun oku attığı o kutlu an ki kadim gelenekte eskilerin “gönlü akmış” diye şirince tabir ettiği o kalbin pıhtı atması (evet tam da buydu) ve dahasından da söz ettim…Bir an can evine bar olan kederiyle yamacıma çöken, sonra başını dizime koyarak hıçkırıklarla ağlayan civana, çocukluğumda köyümüzün ağ sakallı/söz büyüğü  Meşşedi’den, Nağırçı Ewdo’dan dinlediğim kadim Mezopotamya’da, nice fukaralığın kol gezdiği ıstırap ikliminde yeşeren o hazin aşkı; Kürt imamın medrese Feqî’si/talebesi oğlunun türlü dünyalıklarla kavlinden dönüp, eli böğründe bıraktığı o göz güzeli gayrı Müslüm/Êzidi kıza olan muhabbetinden söz etmeye…Ne de olsa bu vadide yaşanan ıstırabın tadı tınısı, dokunduğu yerde hasıl ettiği keder, hüzün dünyanın dört bir yanındaki kul tanelerinin göz yaşlarının rengi acısı gibi hep aynı değil miydi?.. O dilberin, kavline sadık kalmayan feqî’nin (5); sözüm ona ırk, dil, din, mezhep, kıble, mevki, konum gibi dünyalık farklılıklardan bahisle, insanın kadim tanımından kopup savrulduğu yerde, bu sayıp dökülenlerin yekpare tamamını elinin tersiyle ve elbette aşk’la alaşağı ederken dediği rivayet olunan o meşhur tirata getirmiştim sözü:

“…Rabbimizin bahşettiği bu mukaddes hissiyatla dolup taşarken yüreğim, vuslatımıza engel/mani gördüğün bu farklılıklar de neyin nesi a canım, senin sevdanla senin yolunda/uğrunda serpilip meyveye duran bu görkemli civan bedeni bu şirin canı…

Şu dağların yüceltilerinde uçuşup ötüşen kınalı keklik gagasını andıran bu….  şimdi sana değil de …ahh sevdiceğim? Hem de Peygamber bildiğimiz “Tavus Kuşu”nun kanadındaki her pul kadar seni sevmişken oyy…”

Bu, hazin aşk mesellerini her anlatışında, ahalinin özellikle civanların hayret hayranlıkla yazıklanıp, hayıflanmaları karşısında, yamacına yığışanların aşina olduğu o refleksle, Meşşedi;  bağdaş kurduğu yerde her mevsim çiyninden eksik etmediği sakosunun cebindeki ata yadigarı Kirmanşah tabakasını çıkarıp parmak kalınlığında sardığı sarı yar saçını andıran tütünden derin bir fırt çektikten sonra Ağrı’nın herdaim karlı buzullarla kaplı yüceltilerine doğru bir atf ı nazar ettikten sonra çehresinden hiç eksik etmediği o mütebessim ve müşfik eda ile “Way Malaminee!…Gûlê rabe, sibêye…” diyerek kadim zamanlarda kalmış bir kara sevdaya, belki de cümle sevdaların “kara”sına selam olurdu adeta…Niyeyse…Neyse…

Meşeddi, Ağrı Dağı’nın zirvesine bakıp düşünceli düşünceli sigarasını tüttürüyor 

Ve elbette cins-i latifin bu kelâmıyla gark olduğu o deruni hayret ve haşyet ile irkilerek doğrulan civan Feqî’nin; verdiği, ancak muhtelif sebeplerle/endişelerle bu mecrada burada yazmaktan imtina ettiğim, ama ehli dostlarımın bildiği o cevabi tiratla iki büklüm olan Dilberin/Gejê’nin halini …halipürmelalini  de en dokunaklı en insansı tınıyla anlattım…Konuştukça, anlattıkça ben de yamacımdaki, sevdanın en karasıyla yaralı civan da bu nevi evvel/ahir, kahır keder yüklü hallerin kimseye münhasır olmadığını düşünerek bir nebze soluklandık ve başladık bu vadide yakılmış sevda türkülerini usulca terennüm etmeye, taa ki bu sohbete neresinden beri kulak kabarttığını bilmediğimiz o meczup kişinin elinde badesiyle, selamıyla irkilip kendimize geldik…Hazretin huzurunda meczup o zatın iştirakiyle, sacayağını kurup Anadolu’nun kadim asırlarından süzüle gelen nice vuslatsız aşkın hikayesi, kimi mitolojik destansı anlatıyla bir doyumsuz sohbete, en insani yanıyla bir has hasbihale koyulduk ki bunu da yakında “Meczupla Meczup Olmak” başlığı altında hikaye edesimdi…

DİP NOTLAR:

  • Ekümeniklik: Hıristiyanlığın farklı mezhepleri ve/veya grupları arasında birleşmeyi sağlama veya iş birliği kurma çabasıdır.
  • Konsil: MS 325 ve MS 787 tarihlerinde Hıristiyanlığın içerisindeki bazı konuları tartışmak için yapılan İznik’te yapılan iki toplantıya verilen isim
  • Hagia Sophia: Kutsal Bilgelik anlamına gelir.
  • Nokta-i Süveyda: Kalbin içindeki siyah nokta anlamına gelir. Birçok anlam taşımaktadır. Tasavvufta, aslına dönüşü sembol eder. Burası kalbin en değerli yeridir. Can özüdür ve sevenin canı buradadır.
  • Feqî (Kürtçe): Din öğrenimi gören kimse, öğrenci

 

Benzer Haberler

1 Yorum


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir