16/01/2021

Çok eski değil, bakmayın, masal gibi anlattığımıza. Biz arkaik devirlerden kalma filler değiliz sonuçta. Ama öyleydi: Her köyde bir okul vardı.

Çok değil bundan otuz yıl önce, ülkenin geneli o denli yoksul ve fırsat eşitsizliği içindeydi ki, bugün yaşamın büyümeye eşlik eden olağan bir süreci olan okumak, o günlerde büyük bir kesim için tanrıların sofrasından ateşi çalmak gibi bir şeydi.

Uğruna her türlü fedakârlıklar yapılır, hatta kurbanlar verilirdi ve bu olağandı.

“Gün ışımadan yüksek tepelerdeki köylerinden bir yılan gibi kıvrılarak inen yollara dökülen, denize, kente ulaşmaya çalışan utandıkları bol gelen giysilerinin içindeki küçük adamları anımsıyorum… Pazartesi sabahlarının dinlenecek toprağı bizzat vaad eden Tanrı tarafından lanetlenmiş gibi duran hep yolcu Musa kavmini… Yanlarında bazı üstü başı dökülen, başları şapkalı, kalın bıyıklı, tabakalarından hırsızlama tütün sarıp içen babalar, peştamallı, yaşmağından bir tek gözü gözüken kara lastikli analar, çocuklarının on yıl sonra, o da belki, elde edecekleri diplomalar için kenti fethetmeye giderlerdi. Üç kök mısır ve fındığından başka bir şeyi olmayan babalar, yolu yolağı olmayan dağları aşarak, kollarının altında değirmen taşı kadar büyük mısır ekmekleri, “Urus patatesleri” kent yerinde çocuklarını okutmaya çalışırdı. Anneler, o namusun ve onurun hep sandıkta durması gereken yüzü, çocuklar okusun diye kent kapılarında hizmetçi dilenci oldu. Kimsenin kullanmadığı Rumlardan kalma bağlasan köpek durmaz yıkıntı evlere tonla kiralar ödeyerek küflenmiş mısır ekmeklerini her biri adam boyu farelerle bölüşerek okumaya çalıştılar,”

bir söyleşide böyle anlattığımdı.

O anda bana bile acıklı bir masal gibi gözükmüştü anlattığım. Undergraud bir Fellini filmi gibi… Oysa hepimizin yaşadığıydı.

Okumak böyle zordu da …Olmaya çalıştığımız ne mi?

Arzuları okulu bitirip ziraatçı, ormancı, polis, bilemedin hastabakıcı… olup devletin kasasına anahtar uydurmaktı. En büyük idealse öğretmen olmaktı. Şimdi o kadarcık mı, diyorsunuz belki? Ne yani, bilinen o kadardı. İnsan hayal ettiğini yaşar, bilmediğini de hayal edemezsin. Köy ve varoşların doktor, mühendis avukat olmayı hayal etmesi bugünün, milenyumun rüyasıdır. O dönemin zeki çocuklarının hele hele milletvekili, bakan, başbakan olmayı düşlemesi ya da gemileri olması akla ziyan bir düştü. Böyle bir düşe düşeni de ilk yatıra götürüp işetirlerdi ki, çarpılırsa düzelir, diye…

O dönemdi.

Ne zaman mı? Çok değil, bundan 30 -40 yıl önce…

Her yerleşimde ilkokul yoktu, ilçelerin çoğunda da ortaokul, lise … Ancak birkaç büyük kentte üniversite vardı.

Her köyü okul sahibi yapmak bir türlü mümkün olmadı, yine de çoğunlukta derme çatma okul yerine konulan yerler vardı. Denilebilir ki bütün ülke Atatürk dönemi dahil büyük emek verdi, okullaşmak için, ama şairin dediği gibi, gökteki yıldızlar kadar köylerimiz vardı, yolsuz, susuz, elektriksiz… yine de epey yol alındı, az bir şey kalmıştı ama başarılamadı.

Hatta birden olağandışı parlak bir zeka devreye girdi. O okullar, bin bir özveriyle yapılabilen okullar yok edildi, tek bir darbede… Bu toplumun ürettiği üstün akıl, Atatürk sonrası her yirmi yılda bir sancılarla doğurduğu o gösterişli, sorarsan en sureti haktan düşüncelerden biriyle her zamanki gibi ne yapılmışsa yok etti, gül bahçelerini viran eyledi.

Ama biz, Tanrı’nın sevdiği kullardandık; çocukluğumda evimizin yakınında ilkokul vardı. Yakın derken ben küçücük ayaklarımla en az bir saat yürürdüm.

Bizim ordaydı ya; ona bak sen

Çevre köylerden gelenlerin de devam ettiği çok eskiden açılan bir okulumuz bulunmaktaydı. Orada başladım okula. Şimdikilerin hiç anlayamayacağı büyük bir şanstı bu. O okul orada olmasaydı en çok en çok becerikli birer yorgancı ya da inşaat ustası olacak çok çocuk okudu, öğretmen, memur, doktor… oldu. Gel de kadere inanma… O sayede biz üç kardeş okuduk, bizi okutmak için çapını aşan babamı yollarda kurban vererek de olsa…

O günün koşullarına göre gelişkin olan okulumuz, çünkü ötekilerin çoğu beş sınıfın bir arada okuduğu tek sınıflıkken, bizim üç ayrı sınıfımız, üç öğretmenimiz vardı, sadece köye gerçek bilimin, çağın girdiği tek kapı olmakla kalmadı, yıllarca o yörenin çocuklarını okullara, çok daha iyi geleceklere, en azından daha bilinçli kadınlar, erkekler; iyi yurttaşlar olmaya taşıdı…

İyilik mi etti, bu bakışa göre değişir. Bazılarına göre huzursuz, doyumsuz, anarşist, terörist, uçta, ateist, komünist… yani ne varsa olumsuz onları yaratan yerler oldu okullar. Bazılarına göre de köy çocuklarını çağdaş dünyaya taşıyan, bilimle fenle donatan, yoksulluk ve karanlıktan kurtaran umut kapısıydı onlar.

Birinci grup düşüncelerinde baskın geldi, sorarsan aydınlık özlemiyle, sorarsan iyi niyetle güneşi yuvasında boğazladılar. Okulları kapattılar. Evet, sehven öyle yazmadım: Bu ülkede köylerin çağa açılan tek kapısı KÖY OKULLARI 90’lı yıllarda kapandı. Hem de alkışlarla…

Karar ne zaman alındı bilmiyorum, ama 1990’lı yıllarda uygulamaya konuldu. Binlerce köy okulu kaderine terk edildi. Batı neyse ama doğuda köyler, insanlar karanlığa mahkûm edildi. Olanaklar elvermişse merkezi yerlerde ilkokulla ortaokulu birleştiren ilköğretim okulları kuruldu, uzak köylerden parmak kadar bebeleri alıp bazen saatlerce uzaktaki okullara götürüp getiren taşımalı eğitime geçildi. Ki bunların hiçbiri ha deyince gerçekleşmedi, yılları buldu. Köylere bir iki öğretmen bulamayan devlet, merkezi okullarda çıtayı yüksek tuttu. Otuz öğrenciye bir öğretmen diyerek planlama yaptı, olmayan branş öğretmenleri aradı, öğretmen yetersizliğini aşmak için onlarca eğitim fakültesi açtı, yetmedi, panik ve telaş içinde kimi bulursa onu; dişçiyi, mühendisi, avukatı, ziraatçıyı, marongozu… her biri kendi alanında kalsa, elbette iş de bulsa mucizeler yaratacak insanları öğretmen yaptı. Bir kuşak eğitim adına boğazlandı. Bu hesapsız uygulama planıyla ve bolca yetiştirilen yüz binlerce öğretmen 2000’li yıllarda işsiz güçsüz kaldı. Tek günahları devletinin derin aklına güvenmek olan yüz binlerce genç, limoncular işsiz gezerken şimdi, peşlerinde gene aslı öğretmen olan zabıtalardan saklanarak limon satmaya uğraşıyor.

Sonrası malumunuz, geçtiğimiz yıllarda o uygulamada rafa kaldırıldı. Ne var ki köy okulları artık dönüşümsüz bir noktada…

Baykuşların bile tenezzül edip ötmeyeceği viranelere döndüler…

Gördüğümde içim kanadı… Dünyanın bir yerinde, batıda böyle bir şey yapabilirler mi bilmiyorum. Yaparlarsa halk, hiç gıkını çıkarmadan, sorgulamadan emeğinin, vergisinin öylece heba olup gitmesine katlanır mı onu da bilmiyorum.

Ben bu ülkede çok şeyi anlamadığımı, bilmediğimi, bilirsem daha da yalnız ve kimsesiz kalacağımı ancak bu yaşımda öğrendim, tabi becerebilirsem susmayı da…

Adamlar, George Washington oturmuştur diyerek tuvalet taşlarını tarih diye saklıyorlar, 250 yıllık devlet o kültürün bilinciyle okyanus ötelerine, burnumuzun dibine gelip dünya jandarması oluyor, bizimkilerse dahi siyasi manevralarından birini daha yapıp, ilkokulları kapattılar, bir kısmı henüz emzikte bebekleri ergenliğe girmiş gençlerle ilköğretim adı altında mecburi güya öğrenci yaptılar ve tabi bir yandan çok sayıda okul yapıp yeni müteahhitler yaratırken, öte yandan yüzlerce örneği gibi benim okulumu da kaderine terk ettiler.

Daha nitelikli eğitim, zorunlu 8 yıllık eğitim… gibi dışardan olumlu gözüken yanları olsa da özünde siyasi bir kurnazlık da taşıyordu. Lise mezunlarının üniversiteye girişlerinde ortaya çıkan alan seçimindeki ek puanlar ya da puan kaybı gösterecekti ki kararın özü tümden siyasiydi. Bir teknik lise mezunu, dahi olsa ağzıyla kuş tutsa bile sosyal bilim okuyamayacak ya da diyelim ki istedi, puanı da yetti ama avukat olamayacaktı. Bu parlak fikrin mucidi olan, güya bu yolla belli bir politik zihniyetin önünü keseceğini de sanan başta 12 Eylül politikası ve onun takipçileri olan anlayışı salt bu yüzden yargılamak gerekli.

Ne kadar başarılı oldular? Eğitim durumu ortada. Yıkılan okuluna bile aldırmayan, yiyecek ekmeği olmayan, ama şimdi çocuğunu okutmak için kentlere taşınmak zorunda kalan köylü bu deneyin bedelini ödüyor. Derin amaçları olan o politikanın sonuçları ne oldu görmek zor değil, eğitim sisteminin son on yılda baştan sona ters yüz edildiğini, şimdi köy okullarını açmayı planladıklarını, ama sadece planlamada kaldıklarını, hatta olası yeni bir siyasi art niyetin yapı taşı olduğunu da düşünürsek köy okulları artık bizim göreceğimiz değil.

Çocukların, gençlerin durumu?… Hiç sormayın, onlar bize Tanrı’dan armağan; bizim piyonlarımız, istediğimiz gibi üzerlerinde oynamak da hakkımız tabi(!), ama okullar?… İçler acısı…

Çok azı girişimci insanlarca kültür sanat evlerine çevrildi, o da batıda… Çoğu hiçbir şey yapılmadan ölmeye bırakıldı. Oysa çok şey yapılabilirdi. Köy evi, kütüphane, kültür evi, hatta düğün salonu… güzel bir şey olabilirdi.

Ama olmadı. Köyler gene karanlığa terk edildi. Çocuklar başından beri yoz olan Anadolu feodalitesine, İslam’da hiç yeri almayan ama şimdi egemenlerce varmış gibi dayatılan, akil adamlar diye göklere çıkarılan cahil cükala ruhbanlara teslim edildi.

İç kırıcı… O uygulama, eğitimde dünya sıralamasındaki yerimize ve bugüne baksak kolayca görünür, ne kadar işe yaradı? Net görünense, onlarca yıl birer eğitim yuvası olan Anadolu aydınlanmasının ilk askerleri ilkokullar şimdi bu halde.

Halkım, cami ve mezarlık dışında alın teriyle, olmayan parasıyla yaptığı tek tarihi imece olan okuluna ancak böyle sahip çıkıyor… Ulusal bazda yansımaları… Kelebek etkisi diye bir şey var be gafil, sen çocukları kime teslim etmiştin okullarını çalarak? Şimdi o çocuklar birer yetişkin ve oy kullanıyorlar.

Eğitimin bir uzmanlık ve derin düşünce ürünü olduğunu görmeden kışladan çıkıp hayata don biçersen bu kadar olur. Sen yaparsan olacak ha…

Allah at gözlüğünü büyütsün. Büyütsün de gör beni…

Ağlayanı bile yok..

Bin yıl önce demiş adam: Rahat yönetmek istiyorsanız cehaleti besleyin… Boşuna mı?

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir