Değerli Okuyucular:

Her kültürde “baba” figürü bir başkadır. Bunun nedenini anlamak veya tanımlamak oldukça zordur. “Kürt Baba”, dünyadaki “baba figür”leri içinde en zor, en karmaşık, en ilginç olanıdır. Abartmıyorum. Lütfen bu dostunuza inanınız!

Hani bilirsiniz, Nazım Hikmet, bir şiirinde ressam dostu Abidin Dino’yu bilerek zora sokmak için sorar: “Bana mutluluğun resmini yapabilir misin?”

Bunun gibi, “Bana bir Kürt Baba’nın tasvirini yapabilir misin?” diye, cevabı imkânsız bir soru sormanız da mümkündür. İnanın bana, bu soruyla boğuşmak en usta kalemlerin tasvir ve hayal gücünü hayli hayli aşar.

Kürt Baba

Nefretin, sevginin, dışlamanın, kucaklamanın, baskının, alay etmenin, sessizce gurur duymanın, cezalandırmanın, ödüllendirmenin, ihmal edilmenin, kanat germenin, gözyaşının, kıskançlığın, intikamın, pişmanlığın sarmaş dolaş olduğu, yani her türden zıtlıkların kucaklaştığı, bir Tebriz halısı gibi binlerce motifin iç içe geçtiği böyle bir sosyal betimlemeyi siz değerli okuyucularıma hakkıyla aktarmanın kolay bir iş olmadığını itiraf etmeliyim.

Bu yazımda sizleri hem çok uzağımızda hem çok yakınımızdaki “Kürt Baba” gerçekliğiyle tanıştırmak istiyorum.

Önce sizlere bu konuyu niçin ele aldığımı, hangi konuşmanın buna neden olduğunu açıklamak isterim.

BİR YAZARIN MEKÂNI

Her yazar, ilham için bir mekân tercih eder:

Kimisi, evinin bir köşesini çalışma odası yapar. Duvarlarını, gönlünü ve ruhunu açacak yağlıboya resimlerle donatır. Sevdiği aile büyüklerinin fotoğraflarını, varsa köpeğinin, kedisinin resmini masaya yerleştirir.

Kimisi bir kafeteryayı, kimisi büyük bir müzenin sessiz bir köşesini, kimisi de uzun tren yolculuklarına çıkarak veya dağların yüksekliğine sığınarak ruhunun sessizliğine, yaratıcılığının zirvesine ulaşır.

İsterseniz ünlü bazı yazarların alışkanlıklarına bir göz atalım:

“Lolita” isimli kitabıyla dünya edebiyatının baş köşesine kurulan Rus asıllı Amerikalı yazar Vladimir Nabokov, düşüncelerini önce dizin kartlarına yazar, kartotek dediğimiz bir kutuya yerleştirirdi. Aklına yeni düşünceler gelince, yeni bir dizin kartına not edip araya sıkıştırırdı. Bu süreç tamamlandıktan sonra her dizin kartından bir paragraf yazar. Sonra da paragrafları birleştirip bir bölüm oluşturur; bu şekilde yazarak kitabını tamamlardı.

Nabokov’un dizin kartına aldığı notlar

Nabokov’un dizin kartlarını yerleştirdiği kartotek kutu

Nabokov, pencereden ağaçlı bir manzarayı görebilecek evinin bir köşesine yerleştirdiği masaya oturur, önce dizin kartlarının üzerine bazen anlamsız desenler çizerek ilham perilerini davet eder, düşünceleri derinlik kazanınca kısa notlar halinde dizin kartına aktarırdı.

              Fransız yazar Balzak

Bazı yazarlar, kalabalık ve gürültülü mekanları tercih eder. Fransız edebiyatının dev ismi Balzak, ya gürültülü, kavgalı bir meyhanenin bir köşesine kurulur, masasından şarabı ihmal etmeden, karakterleri ve yaratıcılığıyla baş başa kalır; ya da gecenin bir yarısı uyanır, sonu gelmeyen acı kahve fincanlarını arka arkaya devirerek (günde 50 fincan), günde 15 saatlik bir çalışma temposuyla roman kahramanlarına can verirdi.

Hani şu çocukların ve yetişkinlerin izlemekten yorulmadığı Harry Poter serisinin ünlü İngiliz yazarı J. K. Rowling, kitaplarını Edinburgh’taki The Elephant House isimli mekânda yazdı. Kendisiyle röportaj yapan bir gazeteciye itiraf eder: “Hiç şüphesiz yazmak için en ideal yer bir Cafe’dir.”

Harry Poter’in yazıldığı Cafe

Yazma alışkanlığı konusunda en sıra dışı karakterlerden birisi de Dostoyevski’dir. Bütün bir gece, masaya oturup karakterlerin ismini, özelliklerini, romanın kurgusunu bir defterin iki açık sayfasına minnacık yazılarla not eder, arada bir canı sıkıldıkça birkaç resim karalar, sabaha doğru yatağına giderdi. Öğleden sonra, divana boylu boyunca uzanır, gece üzerinde çalıştığı sayfaya bakarak romanını sekreterine (eşine) sesli bir şekilde dikte ettirirdi.

Dostoyevski’nin romanını dikte ettirmeden önce hazırladığı notlar

Ben, naçizane bir yazar olarak, bu dev isimlerin arasında kendimce bir alışkanlığa sahibim. Sabah erkenden bir Cafe’de oturup yazmak yıllardır bir alışkanlık oldu. Her ne kadar Kovid süreci, bu alışkanlığımı bir süreliğine ertelememe neden olsa da son birkaç aydır tekrar Cafe’nin sıcaklığına kavuşmuş olmanın tatlı sevinci içimi doldurmuş durumdadır. Eve dönünce hafif bir uykuyla yorulan zihnimi dinlendirir, bu kez ikili koltuğa oturup, kedimin tüylerini okşayarak yazmaya koyulurum.

Pandemi sonrası kendime yeni bir mekân arayışına koyuldum. Dairemden uzak olmayan, Esat Caddesindeki “Simit Center” ruhumu okşadı. Vanlı dört kardeşin omuz omza vererek işlettiği mekânda yazılarımı yazmaya koyuldum.

SİMİT CENTER

Ve bir gün kardeşlerin en büyüğü Yusuf, davetim üzerine gelip masama oturdu:

“Adım Yusuf Olama. 1977 Van merkeze bağlı Aktaş köyü (şu an mahalle) doğumluyum. Babamın adı Tevfik annemin Sorgül’dür. Yedisi erkek, dokuz kardeşli bir aileye mensubum. Kardeşlerim yaş sırasına göre Yusuf, Doğan Mehmet, Turan, Sevim, Fırat, Vedat, Servet ve Gamze’dir. Şemski Aşireti mensubuyuz. Aile şecerem şöyle devam eder: Tevfik / Halis /Abdullah /Mele İbrahim.

Yanılmıyorsam beşinci dedemiz İran’dan Van’a göç etmiş. Anlattıklarına göre, bir dedemiz Tebrizli Azeri bir hanımla evlenir, Urmiye’den Tebriz’e taşınır. Daha sonra bilinmeyen bir nedenle Van’a göç eder. Büyük babam, çocukluk yıllarımda, Ermeni komşularla olan dostluğunu sıkça anlatırdı. Hatta Ermeni Tehciri sırasında yalnız kalan bir Ermeni kadını da kendisine eş olarak alır.

Bir gün babamla amcaoğlu arasında husumet peyda eder. Silah ihbarı yapılır. Bu koşullarda babam köy yerinde daha fazla kalamayacağını anlar, beni ve annemi yanına alarak Batı’ya, Denizli’ye göç eder. İnşaat işçisi olarak çalışmaya başlar. Bu koşullarda ilkokula başladım. Üçüncü sınıfı bitirmek üzereydim ki, amcaoğlu Denizli’ye gelip barıştı, babam da beni ve annemi alarak köye geri döndü.

Babam artık inşaat sektöründe çalışmayı bir yaşam biçimi olarak kabullenmişti. Tek başına çıkıp Bodrum’a gitti. Kazandığı paraları keyfince yiyordu. Babam, arada bir köye uğruyor, kardeş sayımız da artıyordu. Bir gün babamın Kıbrıs’a gittiğini öğrendik. Tecrübe kazanmış, biriktirdiği sermaye ile kendi işini kurmuştu. Babam, ailesini ihmal etmeye devam ediyordu. Kazandığı paraları har vurup harman savuruyor, sanki geride bıraktığın bir karısı ve sayısı gittikçe çoğalan çocukları yokmuş gibi hareket ediyordu.

Babam Kıbrıs’tayken ben de Tekirdağ’a, bir akrabanın yanına gittim. 14 yaşındaydım. Tuğla fabrikasında çalışarak ekmek paramı kazanmaya çalışıyordum. Ben, çocuk yaşta binbir zahmetli işlere girip çıkarken babam Kıbrıs’ta büyük paralar kazanıyor, aynı keyifle de gününü gün ediyordu. Babamın bu ilgisizliği ve acımasızlığı çocuk yüreğimde bir kızgınlık ve nefretin doğmasına neden oluyordu. Annemi 5-6 ay köy yerinde kendi kaderine terk edip Kıbrıs’ta keyif çatıyordu.

Aradan zaman geçti. Bu kez Ankara’nın Ulus semtinde oturan dayımın yanına gittim. Simit satarak hayatımı kazanmaya başladım. Simit tepsisini dolduruyor, kafamın üzerine yerleştirip, sokak sokak dolaşmaya başlıyordum. En çok korktuğum zabıtalara yakalanmaktı. Önceleri kolay av oluyordum, zamanla kafamda tepsiyle hızla koşma yeteneği kazandım.

Ulus’ta “İsmetpaşa” olarak bilinen bir mahalle vardır. Barların, pavyonların, belalı kimselerin volta attığı bir yerdi. O yıllar Ankara’da belalı anlamında iki mahalle ün kazanmıştı: İsmetpaşa ve Çinçin. Her ikisi de “belalı olmak” konusunda yarış halindeydiler. Söylenenlere göre İsmetpaşa bir adım öndeydi.

Sigara tiryakisiydim. Bir gün sadece simit üretimi yapan Çorumlu bir ustanın yanına gittim: “Sizden sadece sigara parası istiyorum. Bedava çalışacağım. Ustalığı öğrenmek istiyorum.” Çorumlu, vefalı ve yufka yürekliydi. Beni, Kırıkkaleli simit ustası Pire Mehmet’in elinin altına çırak olarak verdi.

Simit imalathanemiz bir binanın zemin katında, kötü koşullarda üretim yapıyordu. Bugün olsa, Sağlık ve Tarım Bakanlığı kapısına kilidi vururdu.

Çorapları delik Yusuf, Ankara günlerinde

“Pire Mehmet”, simit dünyasında çok bilinen ve saygı duyulan bir isimdi. Günde 12 çuval simit üretirdi. Her bir çuvalda 700 simit vardı. Pire Mehmet, 1,50 boyunda, sürekli takım elbisesi ve beyaz gömleğiyle dolaşırdı. Sessiz birisiydi. Sabah erkenden mesai yapar, kollarını sıvar, arada bir tezgah altına yerleştirdiği şaraptan bir yudum alır, çalışmasını ara vermeden akşama kadar devam ettirirdi. İki yıl boyunca Pire Mehmet’in yanında işçi olarak çalıştım. Yavaş yavaş ustalık deneyimi kazandım. Usta olarak çalışmaya başladım. İyi para kazanıyordum.

Yusuf, kafasında simit tepsisiyle Ankara sokaklarında

İki ustanın işini tek başıma yaptığım için bir ara çift maaş hakkını kazandım. Ustalık ünüm, etrafta biliniyor, durmadan teklifler alıyordum.

Bir ev kiralayıp, köydeki kardeşlerimi sırayla getirmeye başladım. Onlar da bir zamanlar benim yaptığım gibi kafalarının üstünde tepsiyle dolaşıp simit satmaya başladılar. Elimize iyi para geçiyordu. Biz ne yapıyorduk biliyor musunuz, paranın tamamını köye, babamıza gönderiyorduk. O da bizim parayla ona buna hava atıyor, her düğüne gidiyor, pahalı pahalı takılar takıp kendisini sevdiriyordu.

Yanıma gelen kardeşlerime kol kanat geriyor, ekmek parası kazanmalarına yardımcı olmak için elimden geleni yapıyordum. Kardeşlerimin hiç birisinin okul hayatı olmadı. Babam eğer bizden para talebinde bulunmasaydı, bu paralarla kardeşlerimi okutabilirdim. Kardeşlerim de babamın bu bencilliğini bildikleri için hayatları boyu içlerinde babama karşı bir kızgınlık duygusuyla büyüdüler, mesafe koydular.

2004 yılında Gölbaşılı bir ortağımla şu andaki Simit Center’i açtım. Sadece simit satıyorduk. Esat bölgesinde başka simit üretimi yapan yer yoktu. İyi para kazanıyorduk. Bu kez biriktirdiğim parayla Turan Güneş Bulvarında bir ev satın aldım. Bir kısım paramı arsaya yatırdım. Çukurambarı’nda da bir gecekondu evimiz vardı. Çok geçmeden babam, endamı huzur etti. Bütün bu gayri menkulleri sattırıp, paraları alıp köye gitti. Güya arsa alıp büyük işler yapacaktı. Sonradan öğrendik ki bizim binbir zahmet biriktirdiğimiz paraları har vurup harman savurmuştu. O günden sonra babamızla olan bağımız para anlamında koptu. Kazandığım parayla, kardeşlerimi evlendirip ev sahibi yaptım. İki kız kardeşimin de evliliğine yardımcı oldum. Babam ve annem, kışın Ankara’ya yanımıza gelirler; yazın köye dönerler.

Babam Hacca gitti. Arada bir köye uğrarım. İşin garip tarafı, paramıza ve kendi çocuklarının nimetlerine el koyan babam, ‘’Hacı Tevfik olarak kendi köyümüzde ve civar köylerde sevilip sayıldığı için, ‘Ooh! Hacı Tevfik’in oğlu!’ diyerek beni övgü ve sevgiyle karşılarlar. İçimde garip bir duygu oluşur: Bir yandan, servetimizi tarumar eden, annemi yalnız bırakıp uzaklarda keyif çatan, okul hayatımıza ilgisiz bir baba, diğer yandan halkın sevip saydığı bir baba…  

Zaman zaman kendimi suçluyorum. Ailenin en büyüğü olarak, babamla arama mesafe koyup, kardeşlerimin okumasına yardımcı olabilirdim. Şu anda dört kardeş ortaklı olarak Simit Center’i işletiyoruz. En büyük hedefimiz çocuklarımızı okutmak, onlara sahip çıkmaktır. Sonuçta bu fani dünyada geride bırakacağımız tek şey, ‘iyi bir eş, iyi bir baba’ duygusudur.”

(Soldan sağa) Doğan, Turan, Mücahit Özden Hun,  Mehmet, Yusuf (Çocuk Mehmet oğlu) Eren  

KÜRT BABA

Yusuf’un bu anlatımı tanık olduğum “Kürt Baba” modellerinin zihnimde canlanmasına neden oldu. Aşağıda okuyacağınız “Kürt Baba” tanımını, çocukluğumdan beri gözlemlediğim ve içinde yaşadığım sosyal ortamdan çekip aldığımı bilmenizi isterim.

Kürt Baba; Cefakardır, Fedakârdır: Kürt Baba, insanın hayal gücünü aşan bir cefakârlıkla çocuklarına sahip çıkar.

Bir kış günüdür. Şehir merkezinden uzakta, dağlar arasında kaybolmuş bir köyde, çocuk damdaki karı temizlerken, ayağı kayar, yere düşer. Kafasına şiddetli bir darbe alır. Baygındır. Baba, oğlunu eşeğine yükler. Sıkıca bağlar. Her tarafı kalın bir kar tabakası örtmüştür. Yoğun kar yağışı devam etmektedir. Eşek yarı yolda pes eder, yerinden kalkamaz. Baba, oğlunu sırtlar, yürüyerek şehir merkezine ulaşır. Hastaneye varır. Oğlu, yoğun bakıma alınır. Soğuktan kangren olan babanın ayak parmakları kesilir. Baba kendi başına gelen felakete aldırmadan durmandan, “Mısto çawan e? / Mısto nasıl?” diye sayıklamakta ve sormaktadır.

Erkek evladı olmayan bir baba, beş kızının okuması için Van’da bir ev kiralar. Binbir zahmet çalışarak kız çocuklarının yüksek öğrenim sahibi olmasını sağlar. Şimdi, kızları avukat, doktor gibi mesleklerle insanlığa hizmet vermektedirler. Babalarının bu ulvi davranışı da bölge insanının zihnine örnek davranış olarak kazınmıştır.

Kürt Baba; Zalimdir, Zorbadır:

Kürt Baba, zalimdir. Çocuklardan sevgisini esirger. Ne dokunur ne kucaklar ne de öper. Övgü, hoş bir söz ağızdan çıkmaz. Ödül yoktur ama hep ceza hep ceza… Hiçbir neden yokken eline kayışını alır, çocukları odaya kapatıp tek tek döver. Sofraya ilk o kurulur, yemek ilk ona servis edilir. Her sözü bir emirdir.

Yılmaz Güney’in SÜRÜ filminden bir sahne: Baba (Tuncel Kurtiz), oğlunu (Tarık Akan) acımasızca tekmelerken

Erkek çocuklarını kendisi için bir hizmetçi, söylediklerine tartışmasız itaat eden bir köle olarak görür. Haklarını gasp eder. İsterse okula gitmelerine bile engel olabilir. Kısacası erkek çocukları, her haktan yoksun, babaya sessizce itaat eden, gerektiğinde babanın kan davasını güden, bunun için ölen, cezaevine giden önemsiz yaratıklardır.

Kürt Baba; evin, ahırın, bahçenin sonu gelmez iş sorumluluğunu karısı ve kız çocuklarının omzuna yükler. Kız çocuğu, babanın rıza gösterdiği kimseyle evlenmek zorundadır. Kızın görevi, başlık parasıyla babayı zengin etmektir. Yoksa da dışlanır, ötelenir, inkâr edilir, yok sayılır.

Babasının acımasız ve sonu gelmeyen dayaklarına artık tahammül edemeyen bir akraba çocuğu anneme sığınmış, haftalarca bizde kalmıştı. İstemediği birisiyle evlenmek istemeyen genç bir kız, babasının zorbalığına ve tehditlerine dayanamayarak, ahırda iple intihar etmeyi yeğlemişti.

Kürt Baba; Vefalıdır, Sevgi Doludur:

Kürt Baba, yufka yüreklidir. Çocuklarından ayrılınca veya uzun bir aradan sonra onları görünce, gözleri yaşarır. Ateşler içinde yatan çocuğunun başında uyuya kalır. Okumaları için elinden geleni yapar. Gecesini gündüzüne katar, çalışır. En zor işlere girip çıkar. Okula giden çocuklarıyla gururlanır. Evde ders çalışmalarını görmek yüreğinde gizli bir sevinç kaynağı olur, benliğini ruhani bir mutluluk sarar. Liseye, yüksek okula gitmeleri için varını yoğunu ortaya koyar. Kız çocuğu ile erkek çocuğu arasında ayrım yapmaz. Her ikisini de eşit görür, sever, kucaklar. Onlar için bu dünyada var olduğunu bilir.

Kürt Baba; Vurdumduymazdır, İlgisizdir:

Kürt Baba, çocukları kendisine bir yük olarak görür. Ne onlara baskı yapar ne de ilgi gösterir. Baba hem vardır hem yoktur. Çocuklar, boşlukta kalmış gibidirler.  “Yaşam” denilen dalgalı denizde boğulmadan yol almaya çalışırlar. Yüreklerinde derin bir sızı vardır: Ne olur babamız bizi biraz önemsese, biraz ne yaptığımızla ilgilense, başarımızla övünse? Ancak bu bekleyiş boşunadır. Kürt Baba; eve, karısına, çocuklarına karşı ilgisizdir.

Kürt Baba: Oğluyla dalga geçer, alay eder:

Kürt Baba, bazen misafirlerin veya dostlarının huzurunda oğluyla dalga geçer, alay eder, onurunu kırar. Çocuğun özgüvenini yerle bir eder. Yeteneksizliğinden, beceriksizliğinden dem vurup, “Bundan adam olmaz!” diyerek kesin bir görüş belirtir.

SONUÇ

Kürt Baba, yukarıda saydıklarımın toplamıdır. Hem döver hem sever; hem kızar hem ağlar; hem ilgisizdir hem övünç duyar; hem fedakârdır hem bencildir; hem kıskançtır hem cömerttir.

Kısacası, KÜRT BABA zıtlıkların vücut bulduğu bir abide; nevi şahsına münhasır, “baba rolünü oynayan” bir Âdem oğludur.

 

ÖNEMLİ NOT: Değerli Okuyucular! Yukarıdaki yazı bir gün yayımda kalınca sevdiğim dostlarımdan eleştiriler aldım: Genel itiraz şu argüman etrafında dolanıp dolaşıyordu: “Bu tanım ve tasvirler bir ırka özgü olmayıp doğanın her canlıya verdiği yaşama içgüdüsünün,soyu sürdürme dürtüsünün içinde bulunduğu toplumun ekonomik ve sosyal yapısı ile şekillenir. Kürt Baba’nın yerine Türk, Fars, Ermeni, Gürcü desek de pek fark olmaz kanısındayım.”

Ben de bu değerli dostlarıma cevaben aşağıdaki metni kaleme aldım. Burada sizlere takdim etmek isterim:

“Değerli Okuyucularım! Yorumlarınızı yeni fark ettim. İçerik olarak aşağı yukarı aynı… Zaten Akay Hoca’mız da yaptığı ikinci yorumda bunu teyit ediyor. Cevaplarınız aynı doğrultuda olduğu için her iki benzer argümana tek cevap vermemi umarım saygısızlık olarak görmezsiniz.

Öncelikle şu “IRK” tanımına bir açıklık getirelim. “Irk” yerine “Etnik” kelimesi daha doğru ve uygun kullanımdır. “IRK” kelimesinin kültürel ve sosyal boyutu yoktur. Nasıl at ırkları, köpek ırkları varsa insan ırkları da vardır. En son yapılan bilimsel çalışmalara göre insanoğlu beş ırka ayrılıyor:

  1. Kafkas Irkı: Kafkasya, Akdeniz, Kuzey ve Doğu Avrupa, Kuzey Afrika, Anadolu, Hindistan
  2. Moğol Irkı: Çin, Japon, Eskimo
  3. Kongo Irkı (Congoid): Zencileri (Siyahileri) ve Afrika pigmenleri (kısa boylular)
  4. Capoid Irkı: Kongo Irkı dışındaki Afrika ırklarını kapsıyor
  5. Avusturalya Irkı (Australoid)

Kürt etnik grubunu ele alarak yazıma devam edebilirim:

Yayınlanan yazımın başında da ifade ettiğim gibi, Kürt etnik grubundaki baba tanımı kompleks bir yapı arz  eder. Hiçbir etnik grupta böylesine değişken ve farklı davranış biçimlerinin iç içe geçtiği bir baba figürü yoktur. İsterseniz bir dünya yolculuğuna çıkalım:

  1. Amerikalı Baba: Amerikalı baba, çocuğunu dövemez; azarlayamaz; fiziksel olarak dokunamaz (başını okşayabilir); eğitim ve kariyerine karışamaz; dalga geçemez; alay edemez; zorla bir işte çalıştıramaz; emir veremez; 7 yaşındaki çocuğunun odasına bile kapıyı çalarak girmek zorundadır. Baba-Çocuk ilişkisi tek boyutludur: Baba, çocuğunun ve evin geçiminden kendisini sorumlu tutar, yoğun olarak çalışır. Çocuk da, özgür ortamın ona sunduğu nimetlerin değerini bilerek ebeveynlerini yormayacak şekilde kendi sorumluluğunu üstlenir. Çocuk, 18 yaşına geldiğinde artık babanın sorumluluğu bitmiştir. Çocuklar da bunu bilir, evi terk edip iş veya eğitim hayatına atılır. Yani ilişkiler değişken, karmaşık, kompleks değildir. 18 yaşından sonra da çocuklar istedikleri kimseyle evlenebilirler. Babanın onayını almak zorunnda değildirler. Aileden kopan çocuğun, ebeveynlere karşı herhangi bir maddi veya manevi sorumluluğu da yoktur. İsterse ebeveynlerini ölünceye kadar görmeyebilir. Kimse de bu çocuğu lanetleyemez.
  2. Fransız Baba: Fransız baba, çocuğunu dövemez. Baba-çocuk, iki arkadaştırlar. Seks dahil her konuyu özgürce konuşabilirler. Baba, eğitim konusunda çocuğunu özgür bırakır. Çocuğuna emir vermez ama nasihat etme hakkını kendisinde görür. Nasihat, asla zorlamaya veya yönlendirmeye dönüşemez. Çocuğuna fıkra anlatabilir ama onunla alay edemez. Baba, bir mecburiyet olarak değil ama bir onurlandırma jesti olarak çocuklarının evlilik konusunda kendisine danışmasını bekler. Evlilik sonrası önemli günlerde buluşmak, büyük aile duygusunu yaşatmak da beklentiler arasındadır.
  3. Japon Baba: Japon baba, çocuğuyla övünür. Azarlamaz. Dövmez. Son çare olarak sözlü sert nasihat devreye girer. Babadan sözlü azar işitmek bile bir Japon çocuğu için sanki dünyanın sonuymuş gibi bir duygudur. Baba, sevgi duygusunu esirgemez ama çocuğundan tartışmasız bir saygı bekler. Çocuklar da babalarına karşı bu sonsuz saygıyı evliliklerinden sonra da ebeveynlerinin ölümüne kadar devam ettirirler.
  4. Arap Baba: Arap baba, çocuğuyla ilgili değildir. Ne okul hayatına yön verir ne de diğer sorunlarını kendisine dert eder. Arap kültüründeki özgür çocuk, Amerikalılarda olduğu gibi ebeveynlerine karşı sorumluluğunun bilincinde değildir veya ebeveynleri önemsemez. Baba, otoritesini kurar ama uzaklaşınca, yay boşalır, çocuk kontrolsüz bir yaşamın içinde bulur kendisini.
  5. Anadolu Türk Baba: Türk baba, çocuğuyla gururlanır. Dokunur, kucaklar, sever. Hatta birlikte yatar, kalkar, maç izler ama hafif bir otorite kurmayı da ihmal etmez. Baktık ki baş edemiyor küser ama fiziksel şiddetten mümkün olduğunca uzak kalır. Fedakarlığını belli eder. Çocuk, kendisini güvende hisseder. Babasını her zaman yanında hisseder. Bu yüzden bağımsız yani bireysel bir kişilik geliştiremez. Çocuk, 18 yaşına geldiğinde bile evden uzaklaşmak zor gelir. Bu durum aile için de zordur. Hatta, 18 yaşındaki çocuk, üniversite için başka bir şehre veya askere gidince, aile fertleri ve çocuk gizlice veya açıkça ağlar. Aile bir duygu kümesidir. Bu duygu yoğunluğu diğer kültürlerde yoktur. Kürt baba ağlamaz; Türk baba ağlar. Türk baba gurbete giden çocuğu için bin kez üzülür; Kürt baba, bir kez bile üzülmez.

Yazacak daha çok şey var! Sizler de takdir edersiniz ki Facebook sayfasında sabır sınırlıdır. Saygılarımla.”

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

2 Yorum



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir