Değeri Okuyucular:

Yaz sıcağı ve tatil havası, zihninizi gevşetmiş, okuma isteğinizi artırmış olmalı. İşte böyle bir günde, başımdan geçen bir olayla huzurunuza çıkmak istedim.

***

HOUSTON ŞEHRİ

1997 yılı Ağustos ayıydı. Houston’da çalıştığım petrol şirketi Chevron (şevrın), Orta-Doğu’daki yatırımlarını genişletmek istiyordu.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünü izleyen yıllardı. Dünyadaki enerji kaynakları hızla el değiştiriyor, yeni yatırım fırsatları doğuyordu. Chevron da bu arayış içerisinde Mısır Genel Petrol Şirketi (EGPC) ile Kızıldeniz, Akdeniz, Süveyş Körfezi ve Sina Yarımadası’nda birlikte keşif faaliyetleri yapmak için bir iş birliği anlaşması yapmak peşindeydi.

İki şirket arasında ön görüşmeler Houston’da yapılmış, ikinci görüşmenin Kahire’de yapılmasına karar verilmişti.

Şirkette, Orta-Doğulu kökenli uzmanlardan birisi belki de en önemlisiydim. Fransızca biliyordum, üstelik Mısır Arapçasını (diğer lehçelerden çok farklı!) da az-çok anlıyordum.

Doğrusunu isterseniz, şirketteki gerçek Amerikalı mühendisler, gönderilecekleri yabancı ülke seçiminde dikkatliydiler. Mısır’da Müslüman Kardeşler Örgütü’nün özellikle Avrupa ve ABD’li turistlere karşı şiddet eylemleri sık sık basına yansıyordu.

Şirket yönetimi; Venezuela, Kolombiya, Nijerya gibi fidye amaçlı insan kaçıran ülkelere eleman göndermekte zorlanıyordu. Fidye amaçlı kaçırmalar, ölümle sonuçlanmıyor, pazarlık yapılıyor, sonuçta şirket istenen parayı ödüyordu. Ancak Müslüman Kardeşler Örgütü, kaçırmaya gerek duymuyor, turistleri gördüğü yerde öldürüyordu. Böyle olunca, ekibe cesaret olur diye Kahire’ye gitmem kaçınılmaz olmuştu.

KAHİRE

Kahire’ye ilk gidişimdi. Toplantıda neyin tartışılacağı belliydi. Projelerle ilgili detay bilgi üzerinde günlerce çalışmıştık. Sahada keşif yapacak Jeoloji mühendislerimizin kafasında bir düzine soru vardı. Muhatabımız EGPC mühendislerinin bu konuda bizleri aydınlatması gerekiyordu. Ben de keşif yapılacak bölgenin siyasi ve yatırım ortamıyla ilgili bir rapor hazırlayacaktım.

Tahrir (Özgürlük) Meydanı

Uçağımız, Kahire havalimanına inince, kavurucu bir sıcaklık bizi karşıladı. Valizlerimizi alıp dışarı çıktık. Taksiciler, birbirlerini itekliyor, müşteri kapmaya çalışıyorlardı. Her taraf döküntü ve maalesef pislik içindeydi. Kısacası, ABD’den sonra, Kahire çok düzensiz ve korkutucu gelmişti.

Bırakınız ABD’den, Teksas’tan bile dışarı adım atmamış Amerikalı arkadaşlar, görüntüden korkmuş, sanki Müslüman Kardeşler Örgütü bizleri o an ya kaçıracak ya da kurşuna dizecekmiş gibi, korkuyla, anaç tavuğa sığınan civcivler gibi, yanımdan ayrılmıyorlardı. İki taksiye binip yola koyulduk.

Trafikte saatlerce zaman öldürdükten sonra nihayet Tahrir (Özgürlük) Meydanındaki The Nile Ritz-Carlton Oteline vardık. Kapıdan içeri girince sanki başka bir dünyaya gelmiş gibi olduk. Klimaların serinliği, Nil Nehrinin uzaktan görünüşü, otelin geniş lobisi, temizliği içimizi rahatlattı. Odalar da geniş ve mükemmeldi. Amerikalı arkadaşlar, “Öldürseniz de otelden dışarı adımımı atmam,” diyerek sohbet edip gülüşüyorlardı. Neşeleri yerine gelmişti. Sabah 9’du. Akşam yemeğinde buluşmak üzere ayrıldık. Herkes sabırsızca odasına çekildi.

Dil ve kültüre olan merakım beni dışarı attı. Önümde koskocaman bir gün vardı. Nerdeyse ezberlemiş olduğum İngilizce-Arapça (Mısır Arapçası) konuşma kılavuzunu elime alarak Tahrir Meydanı’na çıktım. Kahire Arkeoloji Müzesi, uzak değildi. Akşama kadar müzeden çıkmadım. Özel bir rehbere 50 dolar verdim. Rehber, Fransızca konuşmayı tercih etti. Konusuna hakimdi, anlattıkları beni etkiliyordu.

Kahire Arkeoloji Müzesi

 İKİNCİ GÜN: TOPLANTI

Otele dönünce EGPC yetkilisini aradım. Onlar bizi EGPC binasında ağırlamak istiyorlardı, ama Amerikalı arkadaşlar otelden dışarı çıkmaya istekli değillerdi. EGPC yetkilisine arkadaşların içinde bulunduğu ruh halini nazikçe anlattım, ikna etmeye çalıştım. EGPC ekibi, ikinci gün, öğleden sonra, otele geldi.

Geniş bir toplantı odası vardı. Mısırlı meslektaşlarımız  hoş sohbet insanlardı. Zevkli bir toplantı oldu. Karşılıklı bilgi alışverişi tamamlandı. Ben de raporumu hazırlamak için gereken notları aldım. Eğer gerekirse ikinci bir toplantı yapmak dileğiyle ayrıldık.

Amerikalı arkadaşlar bir an önce Houston’a dönmek için sabırsızlanıyorlardı. Gönüllerinde ne piramitleri ne El Ezher camisini ne müzeleri ziyaret etmek ne de Nil’de yelkenli tekne turuna çıkmak planı vardı. Tek istekleri ölmeden ailelerine kavuşmaktı. Ancak unuttukları bir şey vardı: Kahire’ye bir haftalığına gelmiştik!

ÜÇÜNCÜ GÜN: SELAHATTİN EYYUBİ

Mısırlı arkadaşlar, Kala Salahaddin’i (Selahattin Eyyubi Kalesi) görmemi tavsiye ettiler. Bir taksiye binip kaleye gittim. Kürt Selahattin Eyyubi’nin bu kadar çok sevildiği başka bir şehir var mı acaba? “Selahattin” adı, halkın dilinde, günlük yaşamın içindeydi. Herkes de O’nun bir Kürt Sultanı olduğunu biliyor, Araplaştırmıyordu.

Selahattin Eyyubi Kalesi ve Mehmet Ali Paşa Camii

Özel bir rehber tuttum. Rehber, İngilizce konuşarak, Kale hakkındaki tarihi bilgileri özenle aktardı. Selahattin Eyyubi ile ilgili Fransızca ve İngilizce yayımlanmış birkaç kitap okumuştum. Kürt Tarihinin en önemli şahsiyetlerinden birisi belki de en başta geleni Selahattin Eyyubi’nin maddi ve manevi mirasıyla Kahire’de tanışmak içimde hoş bir duygu uyandırmıştı.

Amcası Şirkuh ile birlikte, Türk Sultanı Nurettin’in isteğiyle, Kahire’yi fetheden Selahaddin Eyyubi, amcasının vefatından sonra kendisini Mısır Sultanı ilan eder. Avrupa’dan akın akın gelen Haçlı ordularına karşı kenti korumak amacıyla 1176 yılında kalenin yapımına başlar. Sultan Nurettin vefat edince, Şam’a yerleşir, Eyyubi Devletini kurar.

Kalenin içinde, Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından 1830’lu yıllarda yaptırılmış Mehmet Ali Paşa Camii de vardı.

Rehber, Mehmet Ali Paşa’yı, ataları Diyarbakırlı Kürt bir aileye mensup olarak tanıtınca çok şaşırdım. Bize, Tarih kitaplarında Selahattin Eyyubi “Türk”, Mehmet Ali Paşa da “Arnavut” olarak öğretilmişti.

Kürt Sultan Selahattin Eyyubi

Selahattin Eyyubi’nin Kürt olduğunu ilk kez Paris’te çalıştığım şirketin Fransız CEO’sundan öğrenmiş, meraklanıp hakkında yazılan kitap ve ansiklopedileri okumuştum. Selahattin Eyyubi’nin dedesi Şadi, babası Necmeddin ve amcası Şirkuh, bir davet üzerine, Iğdır’ın öte yanında, Aras Nehri kıyısındaki Divin (bugün Ermenistan sınırları içinde harabe bir yer) şehrini terk edip, Irak’ta Tikrit şehrine yerleşirler. Ancak çok geçmeden, bir husumet yaşanınca, Selahattin Eyyubi’nin doğduğu gece, ailesi tekrar yola koyulur, Musul’a ulaşır, Türk Sultanı İmadeddin Zengi’nin (Nurettin Zengi’nin babası) korumasına girer. Nurettin Zengi Atabeg olunca, Necmeddin’i, Şam Kale Komutanı olarak atar. Kürt tarihinin en büyük askeri dehası Şirkuh da General yani Ordu Komutanı olarak taltif edilir. (Selahattin Eyyubi’ye savaş sanatını öğreten amcası Şirkuh’tur.)

Benzer şekilde, Mehmet Ali Paşa’nın ailesi de kan davası nedeniyle Diyarbakır’dan Konya’ya oradan da Kavala’ya göç eder. Mehmet Ali Paşa, Kavala’da (Yunanistan) dünyaya gelir. Asker olarak Mısır’a gider. Mısır’da yönetim sorunu ve başıbozukluk vardır. Selahattin Eyyubi zamanından kalma Kürtleri etrafında toplar, iktidarı ele geçirir, kendisini Vali ilan eder. 1811’de, Memlûk (Kafkasya kökenli profesyonel askerler / köleler) Beylerini yapılan bir törende toplu olarak öldürtür (Kale Katliamı), iktidarını güçlendirir. Mehmet Ali Paşa, modern Mısır’ın kurucu babası olarak kabul edilir.

Mehmet Ali Paşa, Memlûk Emirlerinin öldürülüşünü zevkle seyrederken (1811)

Rehber devamla şöyle dedi: “Mısır Tarihinde üç Altın Dönem vardır: Birincisi, Firavunlar dönemi, ikincisi Selahattin Eyyubi dönemi ve üçüncüsü Mehmet Ali Paşa dönemi (Hidivler Dönemi).”

İki ismin “Kürt” olması içimde garip bir duygu uyandırdı. O an, Türkiye’deki Tarih kitaplarına olan kızgınlığımı saklamam mümkün değildi. (İlk Kürtçe gazete olan “Kürdistan”ın, Mikdad Midhat Bedirhan tarafından 1898’de Kahire’de yayımlandığını, Kahire Radyosu’nun da 1957’den itibaren düzenli olarak Kürtçe yayın yaptığını bir not olarak düşmek istedim.)

DÖRDÜNCÜ GÜN

Geç saatte kahvaltımı yapıp dışarı çıktım. Kahire Amerikan Üniversitesi’nde öğretim görevlisi bir arkadaşım vardı. Aynı okuldan mezunduk. Kahire’ye vardığımda kendisini ziyaret edeceğimi söylemiştim.

Amerikan Üniversitesi binası, Tahrir Meydanı’nın öte yanıydı. Oraya gitmem için karşıdan karşıya geçmem gerekiyordu. Yaya geçidi olmadığı gibi, kimsenin de trafik ışıklarına uyduğu yoktu.

Şehrin geniş ana yolları Tahrir Meydanı’nda buluşuyor, on binlerce araba ağır bir tempoda aralarında bir karışlık mesafeyle ilerliyorlardı. Karşıya geçmek imkansızdı. Ne yapabilirim diye düşünürken şık giyimli, başında püsküllü fesiyle bir beyefendi, yaklaştı:

“Yabancı olduğunuza eminim, yanılıyor muyum?”

Gerçeği saklamam mümkün değildi.

“Evet! Amerikalıyım!”

“Ben bir Amerikan hayranıyım.”

Eliyle, uzaktaki Amerikan Üniversitesi binasını işaret etti:

“Amerikan Üniversitesinden mezun oldum. Bir oğlum da Amerika’da eğitimine devam ediyor. Turist olarak mı geldiniz?”

“Yok! İş görüşmelerimiz vardı.”

“İsmim Anvar! İsminiz?”

“Mucahid!”

“Ah, ne güzel bir isim: Mucahid, Mucahid….”

Oteli işaret etti:

“Ritz-Carlton’da mı kalıyorsunuz?”

“Evet!”

“Çok iyi bir tercih! Sahibi arkadaşımdır. Güvenli bir yerdir. Havuzuna bayılıyorum. Ne kadar kalacaksınız?”

“Birkaç günümüz daha var.”

Elimde olmadan sordum:

“Ne iş yapıyorsunuz?”

“Ben mi? Dünyanın en hayırlı işini yapıyorum. Anlatmamı ister misiniz?”

“Buyurunuz!”

“Botanik (bitkibilim) okudum. Son yıllarda bitkilerle kanseri iyileştirme üzerine ciddi çalışmalar yürüttüm. Şu an üzerinde çalıştığım bitki ekstresi, her türlü kanseri tedavi ediyor. Mucizevi bir bitki! Sadece Nil kenarında yetişiyor. Heredot boşuna dememiş, ‘Nil, Mısır’a hayat veriyor’. Yakında bütün insanlığa hayat verecek.”

“Gerçekten mi? Hiç denediniz mi?”

“Ne demek! Yüzlerce insanın hayatını kurtardım.”

Ceketin yakasına iliştirdiği madalyasını gösterdi:

“Devlet madalyası! Anlıyorsunuz değil mi? Laboratuvarımı görmek ister misiniz? Bu bitki ekstresinden yanınızda bulundurmakta yarar var. Dünya hali, biliyorsunuz. Piyasadaki ilaçlar kansere çözüm olmuyor. Işın tedavisiyle hastaları daha da hasta ediyorlar. Bu saçmalıklara son vereceğim.”

Beyefendi, iddialı konuşuyordu. Nezaketi, İngilizceyi konuşmada gösterdiği üstün yetenek, duruşu, giyim kuşamı güven veriyordu.

“Evet, çalışma yerinizi görmek isterim.”

“Uzak değil! Şu ileride gördüğünüz binada!”

İleride, görkemli cephesiyle, taştan bir bina vardı.

“Tamam, gidelim! Ama karşıya nasıl geçeceğiz?”

“Merak etmeyiniz. Bu benim işim. Arkamdan geliniz!”

Nazik, ince ruhlu adam, birdenbire değişti, korkusuzca arabaların arasına daldı, kaportaları yumrukladı, Arapça bağırıp çağırdı, arabaları durdurup yol açtı, böylece karşıya geçebildik.

Güzel binanın ön kapısından giriş yapacağımızı düşünüyordum.

“Benim laboratuvara giriş kapısı, arka cepheden…”

Binayı dönüp, arka cepheye açılan sokağa girince şaşırıp kaldım. Dar bir sokakta, insan seli, su gibi akıyordu. Her türden ufak dükkan yan yana, iç içeydi. Kalabalığı zorlukla yararak ilerledik. Yoksulluk ve bezginlik, sessiz bir keder gibi insanların üzerine çökmüş gibiydi.

Bir yerde durduk. İki basamak aşağı indik. Beyefendi, cebine davranıp anahtarı çıkarırken, yüzümdeki ürküntüyü fark etmiş olmalı ki teselli amaçlı, ağzında geveledi:

“Merak etmeyiniz! Kahire güvenli bir şehirdir. Korkacak bir şey yok!”

Açılan kırık dökük kapıdan içeri girdik. Beyefendi, ışıkları yaktı. Kapıyı arkadan, kilidi üç kez çevirerek kapadı,

İçeride ağır bir parfüm ve baharat kokusu vardı. Ben, modern bir laboratuvar beklerken, çocukluk yıllarımda Iğdır’daki mahalle bakkalından daha küçük, daha dağınık bir dükkânın içinde buldum kendimi.

Beyefendi, kapının yanında, duvara dayalı kılıç benzeri bir şişi eline aldı. Bana döndü. Yüz ifadesi ve ses tonu aniden değişti:

“Üstündeki paraları uzat, yoksa seni öldüreceğim. Nil Nehrinde timsahlara yem olursun!”

Şaşkınlık ve korkuyla irkildim. Haklıydı. Beni rahat bir şekilde öldürebilir, gecenin bir yarısı çuvala koyacağı cesedimi Nil Nehrine atabilirdi. Kimse de izimi bulamazdı.

Sık sık yurt dışı yolculuğuna çıktığımdan kendimce bir alışkanlık edinmiştim. 1000 dolar kadar nakit parayı ipli bir cüzdana yerleştirir, gömlek altında, cüzdan koltuk altına gelecek şekilde boynuma asardım. 200 dolar kadar bir miktarı da cüzdanımda taşırdım.

Tehdit ciddiydi. O nazik beyefendi gitmiş, onun yerine gözleri fıldır fıldır dönen, avını köşeye sıkıştırmış bir aslan gibi keyifle kükreyen, öldürmeye hazır, acımasız bir psikopat karşımda duruyordu. Çaresizdim:

“Tamam! Tamam! Bütün paramı vereceğim.”

Yavaşça hareket ediyor, bu beladan nasıl kurtulabilirim diye kafa yoruyordum. Masanın üzerinde içi sıvı dolu bir şişe vardı. Cüzdanımdan yavaşça çıkardığım 200 doları masanın üzerine koydum. Amacım masaya yaklaşmasını sağlamaktı.

Beyefendi, aç gözlü bir kurt gibi masaya atıldı, paraları hızla avuçlamak istedi. Atik davranıp, şişeyi kaptığım gibi ensesine tüm gücümle indirdim. Şişe parçalandı, adam da yere yığıldı. Elindeki şiş, bir tarafa, paralar da bir tarafa saçıldı. Hareketsiz sırt üstü uzanıyordu.

200 doları yerden alıp cebime koydum. Acaba adam öldü mü, diye içimi bir korku kapladı. Bir an önce dükkândan çıkmalıydım. Kapının üzerinde küçük bir pencere vardı. Tül perdeyle örtülüydü. Anahtar kapının üzerindeydi. Kilidi iki kez çevirdim, dışarıya göz attım. Sokak bazen kalabalık oluyor bazen tenhalaşıyordu. Öğlen saati olduğu için insan seli yok olmuştu. Dükkândan bu şekilde çıkarsam ve eğer adam da ölmüşse, komşular, beni polise tarif edebilecekti.

Ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum. Bir yandan yerde hareketsiz yatan adama bakıyor, bir yandan da uygun bir anda sokağa çıkıp kaçma planı yapıyordum. O anda, tıpkı İstanbul Mahmutpaşa’da sırtlarında yük taşıyan onlarca hamal, artarda kapı önünden geçmeye başladılar. Bunu fırsat bilip, sokağa atıldım, eğilerek aralarına karışıp birlikte epeyce yol aldık. İlk fırsatta aralarından çıkıp koşar adım uzaklaştım. Otele dönüp, odama kapandım.

Zihnimi kurcalayan tek bir soru vardı: Acaba adam öldü mü? Eğer öldüyse polis izimi bulacak mıydı? Eyvah! Hayatım Mısır cezaevlerinde geçecekti! Ne yapabilirdim? Derdimi kime anlatabilirdim? Çaresizdim!

Uykusuz bir gece geçirdim. Ertesi sabah ilk işim İngilizce, Fransızca ve Arapça gazeteleri alıp haber bölümlerine bakmak oldu. Arapça gazetelerde şöyle bir başlık arıyordum: “قتل صاحب متجر” (Bir dükkân sahibi öldürüldü!) Hayır! Böyle bir haber yoktu, ama korkuyla doluydum. Bu bilgiyi kimseyle paylaşamazdım.

Uçuşumuza daha üç gün vardı. Hasta numarası yapıp odamdan çıkmadım. Ruhum çekilmiş, yarı bir ölüye dönmüştüm. Böylesine bir suçluluk duygusuyla yaşamak, büyük bir cezaydı. Elimde olmadan Dostoyevski’nin Suç ve Ceza kitabını hatırlıyor, kendimi yaşlı tefeci kadını öldüren “Raskolnikov” olarak görüyordum.

Kapının her çalışında, “Yakalandım! Polisler geldi!” diye üzüntüye boğuluyor, açılan kapıda temizlikçi kadınları görüyordum.

Uçuş günüydü. Saat 11’de otelden ayrılmamız gerekiyordu. Lobide arkadaşlarla buluştuk. Houston’a döneceğimiz için herkes sevinçliydi. Ben ise, “Mutlaka havalimanında yakalanacağım,” korkusuyla boğuşuyordum.

İki taksiye binip yol alırken, kafasına şişe indirip öldürdüğümü sandığım adam, az ileride, temiz giyimi, başında püsküllü fesiyle duruyor, başka bir yabancıyla sohbet ediyordu. Vücut hareketlerinden, bana yaptığı gibi kibarca konuşarak yeni avını tuzağa düşürmek için çaba gösterdiğini anladım. Arkadaşlarımın şaşkınlığına, bir kahkaha attım! Rahatlamıştım!

 

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir