19/03/2020

Saygıdeğer  Mücahit Özen Hun,

1-Yıllardır sizi yakından izlerim.Iğdır tarihine ışık tutan belgeleri bilgileri toplayıp kitaplar bastırıp dağıtıyorsunuz.Bunu yapabilmek içinde Ankara-Azerbaycan-Iğdır-Gürcistan devlet ve bölgeler arasında koşturuyorsunuz.Kitabı bastırdıktan sonra ise bedava dağıtıyorsunuz.Tamam,bu kitaplar Iğdır tarihine ışık tutan,belgeleyen gelecek kuşaklara sağlam bilgiler bırakan eserler.Ama para kazanmıyorsunuz.Bedava dağıtıyorsunuz.Moda deyişle bu tutumunuz hayatın olağan akışına ters. Ne dersiniz?

Öncelikle bana böyle bir söyleşi fırsatı verdiğiniz için şahsınıza teşekkür ediyorum. Ayrıca Iğdır’a Bakış gazetesine yayın hayatında başarılar diliyorum. Sorularınızın tamamına cevap niteliğinde olacağı için önce, her şey nasıl başladı, sorusunun cevabını vermem gerekir. Merhum babam Mecit Hun, 29 Ocak 1998 tarihinde vefat ettiğinde Amerika’daydım. Zaten çok uzun yıllardan beri Türkiye’den uzak kalmış, Belçika ve Fransa’dan sonra ABD’ye gitmiştim. Mastırımı yapmış, evlenmiş ve iş hayatına atılmıştım. Uzun yıllardır babamı görmemiştim. Çocukluğumdan beri tüm kardeşlerim gibi benim de babamla sohbet etme veya konuşma şansımız olmazdı. Ciddi ve saygılı bir mesafe vardı. Bu yüzden telefon konuşmaları da doyurucu olmuyordu. Vefat haberini alınca Iğdır’a doğru yola çıktım. Defin işleminin ikinci günü Iğdır’a ancak varabilmiştim. Taziyeden sonra babamın kaldığı Ankara’daki evine geldim. Babamın daktilosu masa üzerindeydi. Hatıralarını yazmaya koyulmuştu. Bir kağıt daktiloda yarım kalmıştı. Babam beyin kanaması nedeniyle komaya girmiş, sabaha doğru bir saatte vefat etmişti. Kağıt daktiloda öylece kalmıştı. Kağıtları merakla karıştırdım. Iğdır’la ilgiliydi. Uzun bir isim listesi çıkarmıştı. Sırayla bu isimleri kaleme alıyor, sade ve akıcı bir üslupla bu şahsiyetleri yeniden canlandırıyordu. O yıllara kadar yayınlanmış bir kitabım yoktu. Sadece Fransa  yıllarındaZiryab isimli bir tarihi şahsiyetle ilgili ciddi araştırmalar yapmış, Arapça ve İspanyolca öğrenerek İspanya, Tunus ve Fas’ta araştırmalar yapmıştım. Bu kitabım sonraki yıllar Türkiye’de Endülüs Güneşi Ziryab ismiyle yayınlandı. Gelelim benim o andaki psikolojik durumuma. Babamın kaybı içimde derin bir boşluk bırakmıştı. 30 daktilo sayfası kadar bir yazı vardı. Okumaya koyuldum. Babamın üslubu ve hümanist anlatım şekli içimi burkmuştu. Amerika’ya dönmeden babamın bütün özel eşyalarını evde bir dolapta özel korumaya aldım ve kendi kendime iç geçirerek, “İnşallah bir gün geri gelir, babamın hatırasına hiç olmazsa 100-150 sayfalık bir kitap yayımlarım,”  demiştim.

Amerika’da işlerimi düzene koyup, 2000 yılında Ankara’ya geldim. Birkaç ay geçirmeyi, kitabı yayına verdikten sonra ABD’ye dönmeyi planlıyordum.Liseyi de İstanbul’da okuduğum için bir anlamda Iğdır’dan çok uzak kalmıştım. Babamın listesini elime alıp isimlere göz attığımda kimseyi tanımadığımı anladım. Dostlara kağıttakiisimleri gösterdim. Bu isimlerin çoğu vefat etmişti. Çocuklarına ulaşmaya çalıştım. İşte her şey bu şekilde masumane bir duygu ve idealizmle başladı. Çok geçmeden bir gerçekliğin farkına vardım: Önümde devasa bir çalışma vardı. Bir yandan el atılmamış konular ve şahsiyetler, bir yandan kendi köklerim, bir yandan çocukluğumun insanları gözlerimin önünden geçiyordu. Sanki bilinmeyen bir güç beni arkadan itekliyor, “Bu senin görevin! Bitirmeden gitme!” diyordu.

 ABD’deki işimi git-gel şeklinde bir zaman devam ettirdim ama 2001 yılının tamamını kitap çalışmasına ayırdım. Babamın 1950’li yıllarda gazetecilik yaptığını bilmiyordum. Yayımladığı gazeteler elime geçtikçe daha çok etkileniyor, maneviyat duygusu gittikçe içimde ağır basıyordu. ABD’de çok iyi para kazanıyordum. Birikimim vardı. Annem Almanya’daki kız kardeşlerimin yanına gidince Ankara’daki evde yalnızdım. Rahat çalışabiliyordum. Kitap 2002 Şubat ayında hazır oldu. Ben 100 sayfalık bir kitap düşünmüştüm ama elimde 3000 sayfalık bir kitap vardı. Dört cilt olmasını istemediğim için bazı bölümleri ya kısalttım ya da sonradan yayınlamak düşüncesiyle bir kenara ayırdım. Böylece benimmagnumopus (en çok bilinen eserim) olan Iğdır Sevdası kitabı yayın hayatına kavuştu.

Iğdır’a atfettiğim kitabı halkıma bedava dağıttım. Tek kuruş cebime girmedi. Sonraki yıllar annem Türkiye’ye döndü. Ben de Amerikalı eşimden boşanmıştım. Annemi yalnız bırakmak istemedim. Ankara’ya yerleştim ama yurt dışı danışmanlık firmalarıyla olan bağlarımı devam ettirdim. Bir gün bölgesel enerji toplantısı için Moskova’da iken, kütüphaneye uğradım. Rusçam vardı. Kafkasya bölgesiyle ilgili değerli kitapları okuma ve not alma şansım oldu. Bunun sonucu ARAS ARAS isimli kitabı kaleme aldım. Bu kitap ZİRYAB gibi ciddi araştırmalar sonucu ortaya çıktı. Bir yandan az da olsa para kazanıyor, kitap yayımlamak için para biriktiriyordum. Bazı yıllar yaz tatilini falan atlıyor, çalışma hayatımı devam ettiriyordum. Osmanlıca da öğrendikten sonra tür arşivlere girip çalışma şansı buldum. Şu an toplamda 15 kitabım var. İki kitabımın yayın masrafını ablam Süheyla, bir kitabımın yayın masrafını da abim Selahattin karşıladı. Onlara bu yardımlarından dolayı minnettarım. Şunu ifade etmeliyim ki kitaplarımdan para kazanmış değilim. Para kazanmak için de kitap yazmadım. Tek amacım özellikle Iğdır’ın tarihini, maneviyatını ve çok sevdiğim insanlarının yaşam öyküsünü yeni kuşaklara aktarmak, Iğdır’ı Türkiye’nin terkedilmiş, yetim çocuğu değil, tam aksine gözbebeği bir şehre dönüşmesine katkı sunmaktı. Hemen eklemek istediğim önemli bir nokta var: Ailem dışında sponsorum yoktur. Kitaplarımın yazılması veya yayımlanması için gizli örgütler, siyasi partiler, şirketler, devletler ve kurumlarla asla hiçbir ilişkim olmadı.

Üzerinde çalıştığım çok kapsamlı bir kitap var. 10 ülkeye seyahat ettirmemi gerektiriyordu. Masrafları Almanya’daki yeğenim Rabun Aksoy karşıladı. Huzurunuzda Rabun’a teşekkür etmeyi kendime bir görev sayıyorum. Şunu da eklemeden bu bölümü kapatmak istemiyorum. Alter Yayınları sahibi sayın Hasan İlhan benim Yeşil Iğdır /Doğuş/Iğdır’a Bakış gazetelerinde yayımlanan yazılarımı dikkatlice takip ediyormuş. Bir gün bana açık yüreklilikle şu öneride bulundu: “Bu yazılar muhteşem! Masrafları ve beş yıllık telif hakkı bende olacak şekilde kitap olarak bastırmak istiyorum.” Ben de kabul ettim. Hüsnü Bingöl, Ağrı Dağı İsyanı ve son kitabım IĞDIR 1919 isimli kitaplarım Hasan Bey’in katkısı ve desteğiyle yayınlandı. Kendisine teşekkür ederim.

2-IĞDIR 1919 adlı son kitabınızda,Iğdır’ın Kurtuluş Tarihi 12 KASIM’da tek kurşun atılmadan Iğdır kurtarılmıştır diyor ve birtakım bilgiler belgeler sunuyorsunuz.Peki bu güne kadar Kurtuluş Bayramı’nda atılan o nutuklar, plastik mermiler ile savaş ve kurtuluş mizansenleri neydi.Pekala Türk ordusunun üzerlerine geleceğini gören Ermeniler büyük bir telaş ile Aras Nehri’nin ötesine geçtiler deseler daha mı az önemli ve kahramanvariolurdu.Ve o günleri bizzat gören yaşlı çınarlar canlı tarih olan kişiler bu şova niçin itiraz etmediler.

Bu güzel sorunuza çocukluk anılarımdan bir anekdotla cevap vermek istiyorum. Yine bir Kurtuluş Bayramı töreniydi. 12 Kasım İlkokulunda öğrenciydim. Resmigeçit tamamlandıktan sonra pastanemize gelmiştim. Bayram kalabalığı, çocukların neşeli konuşmaları hala sokakları dolduruyordu. Merhum Şıh Hüseyin Balamir pastaneden hışımla içerigirdi. Babamın iyi bir dostuydu. Beni de çok severdi. Masaya sinirle oturdu: “Evladım bana bir çay ver!” dedi. Pastane tıklım tıklımdı. Şıh Hüseyin amca bir yandan çayını yudumluyor bir yandan da anlaşılmaz bir sesle birilerine küfrü basıyordu. İçerdeki kalabalığa döndü: “Doğrusunu söyleyin, Iğdır’ı kim kurtardı?”  Cevap yoktu. Şıh Hüseyin amcam devam etti: “Iğdır’ı bizim dedelerimiz kurtardı! Kalkmış kürsüde adını hiç duymadığım isimleri telaffuz ediyorlar, bizim geçmişimize hakaret ediyorlar. Bunlara dur diyen de yok!” O sırada babam içeri girdi. Şıh Hüseyin amcamın masasına oturdu. Babam da bir çay istedi. Şıh Hüseyin amcam herkesin duyacağı bir sesle babama sordu: “Kurtuluş yıllarında baban rahmetli Ahmed Şemo neredeydi? Deden Ali Mirze Bey neredeydi? Söyle de ahali duysun.” Babam gülümsedi: “Şıh, şimdi yalanlar para ediyor, doğrular unutuldu gitti. Canını sıkma!” demekle yetindi.

İlk o gün anladım ki Iğdır’ın kurtuluşuyla ilgili Azeri ve Kürt cemaat arasında bir çekişme vardı. Dönemin siyasi koşulları da bu yarışmayı hızlandırıyordu. Gerçi merhum Enver Güneş, Hacı Cihangir Turan, Aziz Güney gibi önemli Kürt şahsiyetleri,bu manipülasyonları ve yalanları önemsemez, olup bitenlerle ilgiliolmaz hatta dalga geçerlerdi. Haksızlığa isyan eden tek bir Kürt şahsiyet vardı: O da Merhum Şıh Hüseyin Amca idi.

Sonraki yıllar özellikle Iğdır Sevdası kitabını yazmaya koyulunca Merhum Şıh Hüseyin Amcamın ne kadar haklı olduğu ortaya çıkıyordu.

1918-20 yılları arasında bölgede gerçek durum şöyleydi: 1918 yılında Ermenistan Devleti kurulmuştu. Sürmeli bölgesi (Iğdır, Tuzluca, Aralık) bu devletin sınırları içinde gösteriliyordu. Bölgedeki Müslüman (Kürt ve Azeri) ahaliyle Ermeni yönetimi arasında gerginlik her geçen gün artıyordu. 1919 Yaz ayı kırılma noktası oldu. Ermeniler ikna edemedikleri Müslüman ahaliye karşı toptan yok etme veya tehcire zorlamaharekatını başlattılar. Oba, Hakmehmet, Kucak ve diğer köy katliamlarıyla Müslüman ahali üzerinde soykırım uygulandı. Bu yıllarda bölgede tek bir Osmanlı askeri yoktu. Bazı yazarlar bölge halkının örgütlenerek Cumhuriyetler kurduklarını yazarlar. Bunlar abartma ve uydurmadır. Bazı yazarları öyle rakamlar telaffuz ediyorlar ki sanki bu bölgesel Cumhuriyetlere bağlı 20 bin kişilik askeri güçleri vardı falan… Eğer bu kadar askeri güç olsaydı soykırımlar meydana gelmezdi ve ovada yaşayan Azeri ve Kürt ahali İran Azerbaycan’ına ve Osmanlıya sığınmak zorunda kalmazlardı. Bu yıllarda Ermeni güçlerle mücadele eden üç ana milis gücü vardır: Batı Iğdır’da Şamil Bey, Orta Iğdır’da Kerem Bey ve Doğu Iğdır’da Ali Mirze Bey. Gerçek şehitler bu milis güçlerin içinde aranmalıdır.Merhum Hacı Ali Ekber Tufan Melekli köyünü bir direniş merkezi haline getirmişti.  Savunmasız Azeri köyleri ya Melekliye sığınıyor ya da İran Azerbaycan’ına doğru yola çıkıyordu. Ali Mirze Bey, Kerem Bey ve Şamil Bey’e bağlı silahlı güçler dağlık bölgede gerilla savaşı veriyorlardı. Ancak Melekli düz ovada kuruluydu. 1919 Ağustos ayında Ermeni güçleri Melekliyi kuşatmaya aldılar. Hacı Ali Ekber Tufan çaresizdi. Osmanlı ordusundan yardım alır düşüncesiyle Ağrı’ya gitti ancak eli boş Bayezıd vilayetine döndü. Hamidiye Alayına mensup BıroHeski Telli yanına aldığı süvari güçleriyle Ermeni kuşatmasını yararak Meleklideki 3000 kişilik ahaliyi Erhacı düzlüğüne getirdi. Onları katliamdan kurtardı. 1920 yılına kadar bu dört şahsiyet büyük bir özveriyle mücadelelerini devam ettirdiler. Hala tek bir Osmanlı askerinin ayağı Iğdır’a değmemişti. Nihayet 1920 yılının Kasım ayında Bayezid vilayetindeki Hamidiye Alayları (bunlar devlete bağlı, rütbeleri olan ve maaşları devlet tarafından ödenen Kürt aşiretlerinden oluşturulanaskeri güçlerdi), Kazım Karabekir Paşa’ya bağlı askeri güçler ve Iğdır’daki milis güçler işbirliği içinde Iğdır’ı dört bir yandan kuşatmaya aldılar. Ermeniler Iğdır’ı boşaltmak için bir haftalık süre istediler. Bir hafta sonra birlikler dört bir yandan Iğdır merkeze ve köylere karşı saldırıya geçince karşılarında tek bir Ermeni yoktu. Iğdır boş teslim alındı. Ermeniler Malkara (Alican) köprüsünün ahşap zeminini yakarak bağlantıyı kesmişlerdi. Şehit Mehmet Çavuş hikayesi bir uydurmadır. Amaç Iğdır’ın Ermenilerden çatışmalarla ve şehit verilerek alınıp vatan topraklarına katıldığı izlenimi yaratmaktı. Iğdır’ın Kurtuluş Bayramında kullanılan plastik mermiler aslında bizim kendi tarihimize ve gerçekliğimize sıkılmıştır. Iğdır uzun yıllar trajik-komik olaylara sahne oldu. Kurtuluş Bayramı törenleri ve nutukları da bunlardan birisiydi.

3- Bu dönemde Iğdır için şehit olan Azeriler,Kürtlervardı.Kağızmanlı,Tuzlucalı,Doğubeyazıtlıvardı.Bunlar dururken Çankırı’dan hayali ithal bir kahramana sizce neden ihtiyaç duyulmuştur.

Bazı yazarlar büyük bir ciddiyetle şöyle bir tez öne sürerler: Osmanlı ordusu Iğdır toprağına giremedi ama üç askeri görevlendirdi, onlara sivil elbise giydirdi ve taşıyabilecekleri kadar silah ve mühimmatla Melekliye gönderdi. Bu üç askerin taşıyabildiği silahlarla ve verdikleri eğitimle Meleklideki ahali Ermenilere karşı mücadele verdi, Ermeni kuşatmasını yararak ahaliyiErhacı düzlüğüne ulaştırdı. Tamamen uydurma! Güya o üç sivilden birisi Şehit Mehmet Çavuş imiş. Hâlbuki Merhum Hacı Ali Ekber Tufan anılarında asla böyle bir şeyden bahsetmez, aşiret güçlerinin desteğiyle Meleklideki ahalinin kurtarıldığını yazar. Daha sonra Şehit Mehmet Çavuş’un Çankırı’ya bağlı bir köyden, bir zamanlar Azerbaycan’dan buraya göç etmiş bir aileden geldiğini kanıtlamaya yönelik kitaplar kaleme alındı. Amaçları şunu kanıtlamaya çalışmaktı: Iğdır’ı bir Azeri kurtardı! Sağ olsunlar, dönemin Valileri de her nedense, bu kitapları kendi resimleri ve tanıtıcı yazılarıyla ve kuşe kağıtlarda bastırarak Türkiye’nin dört bir yanındaki kütüphanelerine dağıttı,  böylece yazarları dünya kadar para kazandı. Bunun niçin böyle olduğunu yakında gazetenizde tefrika olarak yayına almayı düşündüğüm IĞDIR 1945-65 isimli yazı dizisinde ele alacağım. Bir anlamda her şey 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidarı gelmesiyle başladı. O tarihten önce Iğdır’ın nasıl ve kimler tarafından savunulduğu tartışmasız kabul görüyordu. Ah şu Demokrat Parti dönemi!!

4-Çeşitli yazarlar tarafından 270 İstiklal Madalyası alan Iğdırlı olduğu yazılıp çizildi.Ben 74 yaşındayım.Şimdiye kadar hiç kimseden böyle bir madalya verildiğini veya herhangi bir hemşerimizin İstiklal Madalyası sahibi olduğunu ne duydum,ne işittim,ne de bir kaynakta rasladım.Bu konuda ne söyleyebilirsiniz.

Bu iddiayı yapan yazarların hayal güçleri inanılmaz güçlü! Her biri bir rakam telaffuz ediyor. Nasıl olsa uydurma bedava! Iğdır’da İstiklal Madalyalı tek bir şahıs vardı: Merhum Ali Rıza Ataman. Ali Rıza Ataman bu madalyayı Birinci Meclis üyesi olduğu için aldı. Üstelik Merhum Ali Rıza Ataman her ne kadar uzun yıllar Iğdır’da yaşayıp ve Iğdır’da vefat ettiyse de aslen Kağızmanlıdır. Merhumun cenazesi Kağızman’da defnedilmiştir. Hemen şunu eklemek isterim: Birinci Meclis zamanında alınan kararla Sivas ve Erzurum Kongresine katılanlara ve Birinci Meclis üyelerine İstiklal Madalyası verilmesi yönünde karar alınmıştır. Bazen, hemşerilerimiz arasında benim dedem Erzurum kongresine katıldı gibisinden görüşler öne sürebiliyorlar. Bunun doğru olması için ailenin İstiklal Madalyası ile taltif edilmiş olması gerekir.

Yazarlarımızın istiklal madalyası alan köy listesine geri gelmek istiyorum. Birincisi, bu köy isimlerin çoğu yoktur, uydurmadır. İkincisi, her nedense sadece Azeri köylerinin isimleri listede var. Şöyle bir anlam verilmeye çalışılıyor: Iğdır’ı Azeriler kurtardı ve devlet de onlara İstiklal Madalyası verdi. Tabii bunların tamamı uydurma ve yalandır.

5-“Nizamettin Onk Ziya Zakir Acar ve benzeri araştırmacıların siyasal görüşleri bellidir.Bunların sağ-ülkücü cepheye şirin gözükmek ve toplumu manipüle etmek adına yaptıkları afaki ve gerçekleri saptıran söylemlerdir” demeye getiriyorsunuz.Bunu daha somuta indirger misiniz.

Eğer izin verirseniz bu yazımda yazarları isimleriyle anmak istemiyorum. Beni ilgilendiren yazarlarımızın düşünceleri ve kaleme aldıkları yazılarıdır. Bu sorunun cevabı da İkini Dünya Savaşında yaşanan Turancı-Misak-i Millici çatışmada yatar. 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince Turancı kesim güç kazanmış, bütün devlet mekanizmasını ele geçirmiş bu süreçte Iğdır tarihine ilişkin inanılmaz tahrifatlar yapılmıştır. Ahmet Ağaoğlu’nun oğlu Samet Ağaoğlu ve kızı Tezer Taşkıran etrafında örgütlenen Turancı kesim Iğdır’da belli çevreleri de etraflarına alarak yeni ve yapay bir anlayışı zorla Iğdır’a aşılamaya çalışmışlardır. Misak-i Millici olan Hüsnü Bingöl bile bu saldırıdan payını almış, hakkındaki tüm dosyalar yakılıp yok edilmiştir. Bildiğiniz gibi Iğdır Sevdası kitabıyla Hüsnü Bingöl ismini tekrar Iğdır tarihinin önemli bir şahsiyeti olarak hak ettiği yere oturtup itibarını iade ettik.

İnşallah yakında gazetenizde tefrika olarak yayınlayacağım yazılarımda bu süreci daha detaylı bir şekilde okuyucularımın dikkatine sunacağım. Benim şu ana kadar yaptığım en büyük katkı yıllardır yapılan bilinçli tahrifatları gün yüzüne çıkarmak, gerçekleri araştıracak bilim insanlarının önünü açmak olmuştur.

6-Bunların dışında sizin eklemek istediğiniz bir konu var mıdır.

Iğdırlı hemşerilerimin şunu bilmesini istiyorum: Iğdır doğrusuyla yanlışıyla kendi geçmişiyle yüzleşmeden ilerleme kaydedemez. Hüsnü Bingöl kitabını yazarken Koçkıran köyüne gittim. Zamanında Hüsnü Bingöl’ün kendi ailesinden fertleri gizli bir şekilde infaz ettiği amcayla konuşurken, aradan 80 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen yüreğinin hala korkuyla dolu olduğuna şahit oldum. Sanki Hüsnü Bingöl o an bahçe kapısından içeri girecek, yaşlı amcayı alıp infaza götürecekti. Iğdır bu korkuyla yüzleşme şansı bulamamıştı. Bunun gibi kitaplarımda mümkün olduğu kadar Iğdır’ın geçmişinde saklı kalmış olayları yazmaya çalıştım. Demokrasi Şehitleri isimli dizide Merhum Nurettin Kirman, Mirze Akıncı, Hacı Vahap Akar gibi şehit edilmiş değerlerimizi okuyucunun dikkatine sundum geçmişle yüzleşmesini sağladım. Iğdır geçmişiyle yüzleştikçe geleceğe adım atabilir. Bu konuda bir katkım oluyorsa ne mutlu bana!

7-Bana ve Iğdır tarihi için ayırdığınız kıymetli zamanınıza teşekkür ederim.

Bana bu fırsatı verdiğiniz ve okuyucularıma önemli gördüğüm mesajları iletme şansı tandığınız için teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir