SERPME KAHVALTI VE EVLİLİK HASBIHALI
BİRİNCİ BÖLÜM
17/08/2023
SEHER SABAH NAHAR’INDAN ÖĞLENE SARKAN SERPME KAHVALTI KEYFİNE (!)
Yakın uzak çevremizde eş dost, ahbap yaren artık kimsenin kimseyi, eskilerin hane-i saadet diye tabir ettikleri, yani meskûn oldukları, oturdukları; huzur, sükûn ile yaşadıkları haneye/eve, (konup göçtükleri, yatmadan yatmaya uğradıkları pansiyon değil) çaya çorbaya davet etmez olduğu ve karı koca memur telaşlıyla meşgul, gri kasvetli şehirden yurdun dört bir yanına, Anadolu’nun taşrasına, en uzak köylere dek hızla yayılan bu nevzuhur “Brunch”/Geç Kahvaltı da garibe bir adet olmuştu artık.
Serpme kahvaltı
Bencileyin geleneksel kabullerle hayata tutunan ve tarz-ı kadim üzere, daha tan yeri ağarmadan, güneş doğmadan güne vaziyet alanlar açısından bu zamane fantazyasına icabet ederken, günün gün ortasına kadar aç beklemek hayli zor zahmet müşkül bir hal idi. Hem onca saat aç bekleyince fazladan sofraya konan da bir sucuklu yumurtadan başka neydi ki…
Bu geribe adetin de çoğu geribe şey gibi yine Britanya dolaylarında zuhur edip, oradan okyanus ötesine beyaz/siyah ayrımı gözetmeden cümle canı ayartan bir müsavat telakkisiyle bütün Anglosakson eyaletlerine sirayet edip yerleşik hale geldikten sonra, oradan da dünyanın dört bir yanına yayılıp cümle din, ırk, mezhep, meşrep mensuplarını aynı zaafından yakalayıp perişan eden bir adet halini almıştı artık.
Öyle ki daha geçenlerde kamuoyunda hayli meşhur bir tarikat şeyhinin, gayrı sabah namazından sonra cemaatle yapılan zikirde, iştiraki artırmak için zikirlerin mübarek brunch keyfini müteakip vakte alındığını duyunca bu nevzuhur kahvaltının nemenem mübarek bir taama dönüştüğünü bir kere daha açıkça görmüş oluyorduk.
Bu ecnebi mukallitliği ile hayatımıza giren benzeri adet ve törelerle her geçen gün artan bir kahırla bize yaşamı yaşanılır olmaktan çıkaran vaziyetler…Fena, fesat ehlinin giderek artan nice kötü, kötücül halleri karşısında dehşete kapılan yurdum fanilerinin endişe ve korkularını bir nebze de olsa gidermeyi teminen, vaziyeti her daim en bilenimiz Meşşedi Emmiye varıp sual eyledik.
Maruzatımızı, her zamanki gibi çehresinden hiç eksik etmediği o tebessümle, müşfik bir eda ve sabırla dinleyen Meşşedi; yine tanıyanların aşina olduğu üzere sol elini feri sönmüş gözlerinin üstünde güneşe siper ederek Ağrı’nın herdem karlı/buzlu yüceltilerine doğru bir atf-ı nazar ettikten sonra, her mevsim eyninden düşürmediği pörsümüş sakosunun iç cebinde hiç eksik etmediği acem işi Kirmanşah işlemeli tabakasını çıkarıp parmak kalınlığında sardığı, Şairin “sarı yar saçını” andıran Adıyaman tütününden iki fırt çekip dumanını Ağrı’nın doruklarına doğru göğe savurup, her türlü korku ve kaygıdan azade, her zamanki rahatlık ve esenlikle başladı söze sohbete:
“Ede, narahat olup darıxmayın! Her şey gaydasıncadı.Bu başınızdan/usunuzdan artığ beşöyür kârı işlerle enseyi karartmayın…” diyerek, yine insan balasının yeryüzü serüvenine ışık tutan arkeolojik bulgulardan, antropolojinin kayıtlarından, Gılgamış destanına dek uzanan mesellerden, masallardan, kadim mitolojik anlatılardan derlediği tiradı ile toplumda yaşanan her yenilik, değişim ve dönüşümün ahalide yol açtığı yersiz ve lüzumsuz tedirginlikleri çarpıcı ibretnüma hadiselerle anlatmaya koyuldu; anlattıkça anlattı…
Yêke İskender (Büyük İskender)
Mesela, asırlar evvel şu koca Dünyayı iki hükümdara az gören Yêke İskender’in yanı başından eksik etmediği Hocası, Alim-i Ekber Aristo’nun bile “Hünkârım! Ne olacak bu gençlerin hali, ar abur galmadı, bu gidişat fena, yaxşı yaman güne galacıyıx…” diyerek yersiz lüzumsuz kaygılarla ortalığı velveleye verip durduğunu…Tee devri peygamberlerde, ümmetlerinin gördüğü en ufak farklılık değişim karşısında nasıl kıyamet beklentilerinin depreşmesinden korku ve endişeye kapıldıklarını uzun uzun anlattıktan sonra, insanın çokça meçhulümüz olarak kalan karanlık, şeytani yanına da dikkat çekerek,
“Şeytana ait olan, o melûna dair hiçbir şey, insan balasına uzak, insanın tabiatına büsbütün yabancı değildi, balam…” diyerek, garip garabetli yanımıza da işaret edip tedbir/temkin ehli olmayı tembih ediyordu. Sahi, şu telkini/tembihi ile Meşşedi, her geçen gün biraz daha geç saatlere sarkarak öğleni, nerdeyse geç ikindiyi bulan kahvaltı/brunch keyfini (!) de kast ediyor muydu?…Zira seher sabah daha tan yeri ağarmadan güneş doğmadan o vakt-i muayyende uyanıp, günü kuşanan bencileyin faniler için en çocuk demlerimizde büyüklerimizin bir nevi oruca alıştırmak için günün yarısına kadar tutturdukları “tekne orucu” vaktini de aşan, bu geçten de geç nevzuhur “serpme” tabir edilen ismiyle müsemma orta yere serpilircesine takdim edilen ve insanın ihtiyacı olmayanı da iştahlandırıp yedirerek israfa ve mide fesadına yol açan tıbbi nice sakıncalarıyla malûl, nahar’dan öte bu zamane taamına dönüşen brunch…
Durumun, özellikle de erken saatlerde tarlada işe koyulan çalışanlar, emekçiler için vaziyetin vahametine dikkat çeken Nağırçı Ewdo biraz da akranı olmaklığın ve köyde civan demlerinde aşık oyununda bolca üttüğü, çeşmedeki cinsi latifin gözüne ayna tutmak ve toylarda çençele parmağına girdiği dilbere yakın kılmak gibi yoldaşlık demleriyle yarenlik ettiği Meşşedi’ye yakın olmaklığın verdiği cüretle, “Bu nahar’dan öte bir geribe adete dönüştü, gayrı seher sabahtan ekinde bahar/payız kâx/çeneh tutan hanımlara, tarla tapanda iş tutan ırgat/fehle tayfasına bile nahar veren yoktu, beynavaların aç susuz brunch du ne zıggımın köküdü bekleyecek takati tahammülü galmadı ay Noğulyemez diye çıkışması üzerine, Nağırçı Ewdo ve muhiplerine dönerek, o bu defa da İsis Tapınağı’nın girişindeki kitabede yazılı o serlevha cümleyi okumuştu Meşşedi, usulca: “Olmuş olan, olmakta olan ve olacak olan…” diye başlıyordu Kitabe ve insan balasının kimi malumumuz ama, çokça meçhulümüz olan vaziyetine ışık tutuyordu…
Ahalinin merak ve endişelerinin hala sürdüğünü, çehrelerinde asılı kalan o melül, mahzûn ifadeden açıkça okuyan Meşşedi, adeta benden bu kadar dercesine bir kere daha Makroplanda kayıtlı o Oluş sırrına işaret edere,
“Ede, Arxeyin olun. Söylenmedik sözün kalmadığı bu göy Göğün, bu sütunsuz gökkubbenin altında müşahade ettiğiniz, görüp göreceğiniz her şey Gaydasıncadı…” diyerek noktalamıştı, sözü sohbeti…
İKİNCİ BÖLÜM
BALAYINA GİDEN GELİN VE GÜVEYİN AYRI TAKSİLERLE OTELDEN AYRILMASI
(Evliliğin Antropolojisi Üzerine Bir Hasbihal)
Toplumda muhtelif sebeplerle giderek artan boşanmalar ve son yıllarda artık vaka-i adiyeden kabul edilen ayrılıklar hatta senesini tamamlayamadığından bir evlilik yıl dönümü merasimini bile yapamayan, nerdeyse balayını tamamlamadan eli boş (!) dönenlerden bahisle, evlilikler üzerine hayli hararetli bir eksene evrilen televizyondaki program, hane halkını adeta esir almış, aile misafirleriyle ekrana kilitlenmişti, sanki.
Mutlu evlilik (!)
Envai çeşit leziz yemeklerle donanmış iftar sofrasında, dost meclisinden herkesin yüreğine oturan ukdeler nispetinde kulak, yer yer yürek kesildiği programın yek diğerinden ünlü, alanında yetişmiş uzmanları sırayla, bazen sırasını beklemeden hep bir ağızdan isim vermeden “danışanım” dedikleri fanilerin hazin hikâyelerinden tumturaklı misallerle tartışmayı harlarken, aile meclisinden sözü sohbetine itibar edilen sofranın sahibesi mevkiindeki muallime ablamızın, Ramazanın ruha safa/cana şifa ruhaniyetinden uzak bu nevzuhur programların yersiz lüzumsuz lakırdılarla ahalinin ruhu canına gam kasavet yükleyip bedbinliğe yol açtığına dair didaktik ikazları da tesirsiz kalmıştı.
Hocaanım, bir parça da nöbetçi öğretmen edasıyla “şu hale bakın, keyifle söz sohbete dalıp Ramazan’ın umulan faziletlerinden söz edeceğinize…” diyerek sitemkâr bir eda ve ev sahibi nezaketini aşan bir üslupla, ekrana mıhlanan haziruna/eş dost ahaliye dönerek, bu gudubet saçan uzmanların, ortamı geren sözlerinin tesirini kırmak ve kendince şirin, sempatik bir hava ile ortamı yumuşatmak için “amaaan evlilik şart gülüm; hem boşanmak için bile evlenmek lazım gelmez miydi” dediyse de isminin önü oldukça kalabalık, haklı şöhreti ile ekranların gediklisi olmuş, söz aldığında izleyenlerin lal kesildiği ve aile kurumuna temelden karşı o müzmin muhalif hocanın, “günümüzde başta kıta Avrupası olmak üzere Dünyanın dört bir yanında artan boşanma istatistiklerinden açıkça anlaşılıyor ki evlilik kurumu, antropolojik olarak artık miadını doldurmuş bir müessese olarak gözükmektedir…” yolundaki hane halkı açısından hezeyana varan beyanıyla, bu alandaki “epistemolojik bir kopuşu” dile getiren çıkışı karşısında, o akşam orada, aile meclisinde bulunan bekârların, zaten her geçen gün başta ekonomik buhranlar olmak üzere muhtelif sebeplerle, her defasında bir başka bahara tehir ettikleri evliliğe dair artan tedirginlikleri ve özellikle orta yaş üstü kimi birkaç teşebbüse rağmen hala boşanamamış çiftleri, bilhassa evliliğini sonlandıran, boşanmış ve yeni kimliklerinde medeni halleri de artık “dul” değil, “bekâr” yazılı, hanım arkadaşlarının o kayıtsız, serazat hallerine öykünen aslında ruhen/hissen çoktan boşanmış ama daha evli ve hatta huzurlu, mutluymuş gibi sosyal mecralarda poz kesen zamane hanımların halipürmelali, bu nevzuhur vaziyeti anlaşılır ama, anlatılır gibi değildi…
Bu mevzuda hayli kült bir film olan “Madisson Kasabasının Köprüleri” filminden aşina olduğumuz hazin sahneler, hele o final sahnesinde kavşakta kırmızı ışıkta otomobilde yaşanan “Araf” hali…O yürekte küllenmiş cümle yaraları kanırtan replikler ve dahasıyla izleyenlerin yüreklerinde yeniden fırtınalara yol açan sahneleriyle hatırlananlar karşısında, iftar sofrasının sahibesinin, iftar sofralarının, üzerine bereket sembolü nar daneleri serpiştirilmiş has tatlısı “Güllaç” ikramı ile kasvetli gerilimi yumuşatma girişimi de akim kalmış; yüreklerde depreşen ukdelerin ağır yükü altında ortam adeta bir “sükut suikastına” uğramış, kahırlı isyanlı derin bir sessizlik kaplamıştı her yaştan cümle canı…
Kadim öğretilerin, ziyadesiyle kutsadığı ve gelenekte hane-i saadet tabir edilen “yuva”da “bir yastıkta kocamak” kabulüne ram olmuş fanilerin evliliğe dair itikadı, uzmanların; toplumsal yaşamda geleneksel bağ ve yapıların çözülmesiyle giderek artan yozlaşmalarla zevale duran evliliklerle ilgili ampirik verilere dayalı, söz sanatlarıyla bezeli anlatımları karşısında yerle yeksan olmuş, Hocaanımın ortamı teskin etmeye matuf nüktesi de öylece havada asılı kalmıştı. Bu vadide gidişat fena hem de pek fenaydı artık. Essahtan olay, Şairin
“…Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok edilen güruhiyle…”
diyerek yakardığı kadar çetin ve Kellêhemolu emektar Nağırçımız Ewdo’nun, bugünden yarına içinden çıkılmaz hale gelen bu nevi netameli girift mevzuları ehline havale ederken, “Mesele pîr girînge. Jane ke Dûr û Kûre” diye tarif ettiği üzere, “kör kuyularda merdivensiz kalmak” kadar sancılı, müşküldü, vaziyet…
Bu yürek burkan kahırlı gidişat karşısında ne yapabilirim acaba diye düşünürken…Elbette, başımın sıkıştığı, sözün sohbetin gönlüme bar olduğu, çar naçar her demde yaptığım üzere yine havalimizin söz avaz ehli ağsakkalı Meşşedi Emmiye sığınıp, istimdat edecektim.
Onu tanıyan, sohbetine aşina olan her fani gibi ben de Üstadın, mevzuyu en olmadık yerden açığa kavuşturup, yüreğimize su serpeceğine olan itimadımla sual ettim. Vaziyetin vahametine hayli farklı bir zaviyeden ışık tutan, her defasında söze, Anadolu’nun gür gümrah kadim kültürel mirasında saklı irfani gelenekten, yiten ya da hala “ Yaşayan İnsan Hazinelerinden” başlayan Meşşedi; bu defa uzak diyarlardan tee kıta Avrupa’sından, tarihi şehir Prag’dan, şaşırtıcı bir girizgah yapıp Kafka’dan, Goethe’den, Bukovski’den ve daha nice ecnebi feylesoftan, onların evliliğe dair ayrıksı/aykırı sözlerinden, kimi dinleyen civanlarda bıyık altı tebessümlere konu olan aforizmaları sayıp döktükten sonra sözü, “Milena’ya Mektuplar”dan aşina olduğumuz, o cins-i latife getirdi ve mutadı vech ile mühim bir kelâmı serdetmeden önce yaptığı üzere yine, sarı yar saçından rengini alan halis Muş tütünü dolu sedef işlemeli tabakasını çıkarıp bir ibadet ritüeliyle kalınca sardığı bir dal tütünü ateşten aldığı közle yakıp, iki deruni fırt çekip savurduğu dumanı başında tüterken, bağdaş kurduğu yerden doğrulup Ağrı’nın karlı buzullarına doğru ufka duran derin bir nazarla, Milena’nın, vakti zamanında hayli tartışmalara yol açan o makalesinden anekdotlar okudu:
“…İki kişi birlikte yaşamak için evlenir; evet bu durum fevkalade muazzam bir şeydir. Pekâlâ, neden bu muazzam duruma “mutluluk” beklentisi de eklenir ki… İnsanlar neden yaldızlanmış yalanlardan, türlü yapmacık süslerden arınmış gerçeği görmek istemezler ki… Ne kendilerinin ne Dünyanın ne yerin/göğün, ne yazgılarının ne de yaşamın asla kendilerine veremeyeceği bir beyhude şeye bağlanır ki…” bu minval üzere vakti zamanında oldukça sert tartışmalara yol açan o mektubu özetledikten sonra, bu zarif hatunun meşhur feylesof Kafka’nın, nice edebi, harika nameleri yazdığı yâri/yavuklusu olduğunu da usulca söylemişti.
Esasında her vesileyle Meşşedi, “Dünyada mutluluk, bir yanılgı, bir yanılsamadan ibarettir, balalar” diye tembih/telmih eder; “bir parça sükûnet, bir soluk huzur neyinize yetmez be gadasını aldıklarım” der ve mevzuyu, modern zamanlarda Dünyalık bir anlaşmaya, bir süre sonra derin bir sükutu hayale yol açacağı aşikâr olan, mutluluk gibi romantik, aşkın fantezileri yüklemek niye ki diye hayıflanır/yazıklanır ve sözü/sohbeti şu vecizeyle bağlardı:
“Rahatını düşünenler yüzünden narahat olan bu Dünyada, ehl-i kalbe düşen ziyadesiyle hüzündü…yeni değil ezel/evveldi, bu…”
Hem En Sevgili demez miydi “Hüseyn meşrep Canlar için Dünya bir Hüzüngahtır” diye…
Ahh Meşşedi, Cavêminı…
Hanimiş; elbet yine Üstadın ifadesiyle, “Mektup yazdım Hasan’a. Ha Hasan’a ha Sana…”
NOĞULYEYEN MEŞŞEDİ’NİN SÖZLÜĞÜ
Menim adım “NOĞULYEYEN Meşeddi”dir. Bilmirem hardan tapır bu “Noğulyemez Meşeddi” bele sözleri. Vallahi men gocalmazdım, meni bu “NOĞULYEMEYEN Meşşedi’nin derdi gocaltdı. Ede gel, yanıma otur, noğul ye! Başka işin yoxtu!
BİRİNCİ BÖLÜM
Nahar Yemek, aş
Serpme kahvaltı Tüm kahvaltılık ürünlerin küçük kaplar içerisinde sunulması
Hane-i saadet Mutluluk evi
Meskûn oldukları İkâmet ettikleri
Nevzuhur Yeni zuhur eden, ortaya çıkan
Brunch (İngilizce/ Telaffuz: branç) Hafta sonları 12-15 arasında yapılan geç kahvaltı
Bencileyin Benim gibi
Tarz-ı kadim (Osmanlıca) Eski usul
Sako Paltoya benzer bir çeşit üstlük
Zamane Şimdiki zaman
Fantazya Düş gücünün alabildiğince özgür olması
Müşkül Zor
Geribe (Azerice) Garip
Zuhur etmek Ortaya çıkmak
Müsavat telakkisi Eşitlik anlayışı
Meşrep Davranış, huy
İştirak Katılım
Nemenem Ne çeşit
Taam Yiyecek, yemek
Ecnebi Yabancı
Mukallitlik Taklitçilik
Fesat ehli Toplumsal huzuru bozanlar
Gözlerinin feri sönmek Bakışlarının canlılığının yitmesi
Herdem Her zaman
Atf-ı nazar (Osmanlıca) Dikkatli bir şekilde bakmak, incelemek, göz süzmek
Eyin Elbise, üst baş
Azade Özgür
Ede (Azerice) Evlat! (Kişi, şahıs)
Narahat Huzursuz
Darıxmak (Azerice) Canını sıkmak, bunalmak
Gayda (Azerice) Usül
Başınızdan artığ Akıl erdirememek
Beşöyür: (Azerice) Ahmak
Bala (Azerice) Yavru
Tirat: Uzun monolog konuşma
İbretnüma İbret alınacak
Yêke (Azerice) Büyük
Yêke İskender Büyük İskender
Alim-i Ekber (Osmanlıca) En büyük alim
Ar abur (Azerice) Namus
Yaxşı yaman (Azerice) Çok kötü
Melun Kötü, alçak
Garip garabet Yadırganacak, tuhaf
Tedbir/temkin ehli Ölçülü dikkatli davranan
Vakt-i muayyen Uygun zaman
Çocuk demleri Çocukluğumuzda
Müsemma İsmiyle bilinen
Nağırçı Büyükbaş hayvan çobanı
Ütmek (Azerice) Kaybetmek
Cins-i latif Sevgili
Çençele parmak (Azerice) Serçe parmak
Payız Sonbahar
Kâx eylemek (Azerice) Keserle yabani otları ayıklamak
Çeneh Pamuk toplama işlemi
Beyvanva (Azerice) Zavallı, akılsız, şaşkın
Zıggımın kökü! (Azerice) Karşı tarafa kızgınlık ifadesi
Melül Üzgün, boynu bükük
Mahzun Üzgün
Makroplan (İngilizce macroplan) Büyük plan
Müşahade etmek Gözlemlemek
Gaydasınca Usulünce
İKİNCİ BÖLÜM
Antropoloji İnsanın tarihsel sürecini inceleyen bilim dalı
Hasbıhal Söyleşi
Vaka-i adiye Sıradan olay
Envai Tür, çeşit
Ukde İçe dert olan şey
Hazin Üzüntülü
Tumturaklı Gösterişli
Safa Gönül şenliği
Bedbinlik Karamsarlık
Didaktik Öğretici
Ekrana mıhlanmak TV’yi pür dikkat izlemek
Hazirun Bir yerde o anda bulunanlar
Gedikli Bir yerin sürekli müşterisi olma
Lal kesilmek Dili tutulmak
Müzmin Uzun süreli olan
Miadını doldurmak Kullanma süresini tamamlamak, eskimek
Müessese Kurum
Epistomoloji kopuş Geleneklerin dışına çıkma
Serazat Başıboş, özgür
Halipürmelali Kaygılandıran ve bıkkınlık veren üzüntü verici durum, felaket
Kült film Zamanında ilgi gören film
Kanırtmak Sonuna kadar zorlamak
Replik Filmlerdeki ünlü ve unutulmayan sözler. Örn: “Dünya, biz çok uzakları göremeyelim diye yuvarlak yapılmış.”
Akim kalmak Başarıya ulaşamamak
Hane-i saadet Mutluluk evi
Ram olmak Boyun eğmek
İtikad İnanç, gönülden bağlanma
Zeval Yok olma
Ampirik Deneysel
Yerle yeksan Yerle bir etmek
Matuf Yöneltilmiş
Essahtan Gerçektn
Güruh Küçümsenen topluluk
Kellêhemo Iğdır’da bir köy (Bugünkü adı Nişankaya)
Mesele pîr girînge (Kürtçe) Sorun oldukça zor
Netameli Gizli bir tehlikesi olduğu sanılan
Girift Karmaşık
Jan (Kürtçe) Acı
Jane ke dûr û kûre Uzak ve derin bir acı
Çar naçar Zorunluluktan dolayı
İstimdat etmek Yardıma çağırmak
Zaviye Açı, farklı görüş
Gür gümrah Bol
Serdetmek Ortaya atmak
Gada (Azerice) Suç, günah, dert
Sükutu hayal Hayal kırıklığı
Narahat Rahatsız
Ehl-i kalp Kalp ve iman sahibi olanlar
Cavêmin (Kürtçe) Gözüm, başımın taçı
Benzer Haberler