“Sinek Kadar Kocan Olsun, Başında Bulunsun”(1)

Efendim,  yine o netameli, narin, ezel-evvel mevzuya, “evliliğin antropolojisine” dairdi, hasbihalimiz…Antik zamanlardan günümüze değişen, gelişen, dönüşen onca forma bürünerek süregelen ve her daim hayatımızın merkezinde yer alan, toplumun çekirdeği mesabesindeki evlilik kurumuna dair güzellemeler, kutsamalar…reddiyeler…Bu mevzuda şu mavi göğün altında adeta söylenmedik söz kalmamıştı; sıradan insandan, insanlığın yüz akı nice filozofa kadar, kimler neler söylememişti ki…Tarihin kaydettiği bu kadim müesseseye dönük tartışmalar, insanlığın  yeryüzü serüveni kadar eski ve bir o kadar da eskimez idi…

Seneler evvel Ankara Tiyatrosu’nda, bir arkadaş grubuyla izlediğimiz, yazının başlığına adını taşıdığım bu oyunu; geçenlerde bir hemşehri derneğinde, nerdeyse her hasbihalin rutini haline gelen “Ne olacak bu Memleketin hali…” bahsinde, yine yurdum fanilerinden her birinin meşrebince nizamat vererek ülkeyi felaha çıkarmaya çalıştığı söz sohbet arasında, mevzu bir anda o netameli evlilik bahsine gelip dayanınca, bir dostun yerinde hatırlatması ile bu oyunu yad ettik;  yine yeniden ve hayli dokunaklı derinlikli replikleri, önermeleri, çıkarsamalarıyla hem de…

Oyunun nerdeyse efsunlu denecek İsminin albenisinin yanı sıra hani bir parça da herifsi hissiyatımızı okşamasıydı sanırım bizi bir salon dolusu herifle o oyuna taşıyan diye söze girdiydi bir dost…Devamla da sanki Angora’nın yanı başındaki kadim “Gordion Düğümü”nü çözecek, kendisinde olmayanı istediğimiz, beklediğimiz cins-i latife dair cümle beklentilerimizi faş edecek kadar ulvi ama çokça serazat hissiyatla yüklü bir heyecanla izlemiştik oyunu diye de eklemişti…

Evliliğin lüzumuna dair mukaddes metinlerden, dünyanın dört bir yanındaki anlatılardan, masallardan, mesellerden mülhem o meşhur tiratında,

“Aaa kızım,  sinek kadar kocan olsun, başında bulunsun; sinek kadar olsun ama olsun…” diyordu…

Elbette “Nikâhta keramet vardır” kabulü, “iyi günde kötü günde hastalıkta sağlıkta” bir ve beraber nakd-i ömrün kalanını Emr-i Hak vaki oluncaya dek “tek yastıkta” geçirmek şiarıyla yuvalar kurulan, ebeveynlerin evlatlarının akıl/bluğ çağına gelir gelmez, halk arasında “at dördüne kız on dördüne “girince diyerek civanların “baş göz” edilip, neme lazım eli kârda gönlü yarda oluversin diyerek evlendirdikleri durgun, dingin zamanlara dairdi, bu tirat…

Daha insanlık tarihinin o mağaradan başlayan serüveni, yerleşik hayat öncesi avcı toplayıcı zamanların fizyolojik, sosyolojik gerekleri ve daha nice lazıme ile yapılan evliliklerin henüz tartışmaya açılmadığı, evlilik müessesesinin henüz bu kadar hırpalanmadığı, ’tek yastıkta kocamak”, nakd-i ömrü son nefese kadar yek diğeriyle ikmal etmenin esas olduğu, boşanma istatistiklerinin her geçen gün yüzümüze bir Osmanlı sillesi/şamarı gibi inmediği o şevketli gür gümrah günlerde bu nevi telkinler, tembihler yerinde tadında hoşçaydı, elbet…

Esasında teolojik bakımdan, semavi dinlerin ve diğer kutlu metinlerin ittifakı ve dünyanın dört bir yanındaki insan topluluklarının gelenek ve teamüllerin kahir ekseriyetinin telkin ettiği şeydi; evlilik. Boşanmak ise Cenab-ı Hakkın en sevmediği helal olarak mecbur hatta çok mecbur kalınmadıkça sakınılası bir hal olarak öteden beri anlatılagelen/salıkverilendi… İnsanın fıtratına/yaradılış gayesine,  uyan da buydu, aslında. Yani, özünde evlilik esas, boşanmak ise arızı hallere münhasır olan “istisnai” bir durumdu.

Doğrusu mevzu derin, netameliydi de. Evet, bu hamur çok su çekerdi. Öyleyse her geçen gün artan sorun ve sıkıntılarla giderek bir yaman muammaya dönüşen mevzuyu daha da dallandırıp içinden çıkılamaz hale getirmeden sadede dönersek, o gün heyecan ve huşu ile izlediğimiz oyunun tesiriyle mest û perişan bir halde salondan çıkıp karlı puslu bir Angora ayazında Ulus’tan Kızılay’a kadar yürümüştük. Derin ve etkin bir empatiyle yüreğimiz elimizde o hazin hallerin tesirinde, yürüdüğümüz yol boyunca, şiir hafızası kuvvetli bir dost, Tevfik Fikret’in kız kardeşinin yaşadığı kederi ağlayarak yazdığı bu hallere cuk oturan, “Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer” dizelerini ezberden okumuştu da yüreğimizin harı/narı bir nebze dinmişti. Anlaşılıyordu ki bir kederi, neşesiyle bir kadının hali, aslında toplumun siretinin suretine, ruhunun çehresine yansımasıydı. Bu toplumda evinin yolunu bulabilecek kadar temyiz kudretine, sevip sevilmek huzuruna banan erkekleri olarak öbür yarımız/yârimiz olan canları tek tek her gün birer, bazı gün üçer beşer öldürüp sonra bu dehşetin adını da “kadın cinayetleri” olarak tavsif ettiğimiz…neyse.

Bir kadının ancak bir herifin yanında yamacında huzur bulamasa da şeref (!) bulacağına, hele o “ya toprağınsın ya benim” hezeyanlarıyla nice adli/kriminal vakaya varan o garip garabetli “…karısı olmak” hallerinin verdiği avaz avaz bir isyanlı sükûtla yürüdüğümüz o akşam, yüreğimize oturan nice acıklı, hazin müessif olay ve durumla acizane şu trajikomik halleri de usulca terennüm etmiş idim…

Sahi insan balası için ne dayanılmaz ne kahırlı bir haldi, taa başında ya da yolun bir yerinde o gayrı hazzetmediği birinin “…karısı” olmak:

Oyundaki replikle mesela;

Bir ayyaşın karısı olmak…bir apartman kapıcısının karısı… bir tornacının… bir cücenin… bir imamın… bir kuryenin… bir marangozun karısı… bir gardiyanın, hatta tabiri şahanesiyle bir ceza infaz koruma memurunun (2) karısı…bir kokoreççinin… bir kasabın karısı…

Gün boyunca Ankaralı Turgut’tan Sincanlı Gülbeyaz’a cümle “cıstaka cıstak”la hemdem, ama çocuğunun illa da “Çellist” olması için Operamızın şöhretli Çello sanatkârlarından, evladını yakından tanıyan hanımının haklı yerinde itirazlarına rağmen asgari ücretin üzerinde ödemelerle  özel ders aldırmaya çalışan ve vicdan/izan sahibi sanatçıların “efendim annesinin emzirirken kulağına merhum Kâhtalı Miçe’den “…tavukları pişirmişem…” replikleri okuduğu bir çocuğun kulağını, dimağını tashih edip klasik müziğe evirmek zor zahmet  meşakkatli, özel ders süresi tutarı da hayli yekûn tutar bilesiniz” tembihine rağmen ailenin rızkını, bu beyhude yolda harcayan gösteriş budalası bir adamın karısı olmak…

Zaten kuşa dönen emekli aylığını, yetmedi mesela yöneticisi olduğu binada komşulardan topladığı doğalgaz aidat paralarını, hatta kapıcı ücretini bile son zamanlarda hayli popüler olan Çankırı caddesi pavyonlarında/batakhanelerinde “bas bas paraları Leyla’ya, bir daha mı gelicen dünyaya..” müptezelliğinde ezen birinin, utancından konu komşunun yüzüne bakamaz hale gelmiş mahcup karısı olmak…

Yurdum fanilerinden bir tekstil atölyesinde asgari ücretli, öğlen tabldotunda iki tabak yemeğin yanında verilen meyveyi cebine atıp akşamında kızlarına ikram eden üç kız babası fukara bir işçinin karısı olmak…

Nerde akşam orda sabah, yan gel yat gamsız Celal modunda dolaşan lüzumsuz avare bir adamın ya da feodal genleri/kültürü ile şehrin periferisine tutunmuş yurdum fanisi alelade bir adamın ikinci karısı olmak…

Büyükşehirin selâtin camiinde hela bekçisi ya da ibrikçi başının karısı olmak…

Organize sanayide kumar müptelası ortağının gadrine uğradığı için dükkânına el konulan bir motor ustasının ya da kaynak atölyesinde alınmayan tedbirden dolayı iki gözünü de yitiren bir kaynakçının, bir fosseptik tahliyecisinin karısı olmak…

Günlerce hatta aylarca evladüiyal/maişet uğruna haneden uzak, ömrü yollarda geçen bir uzun yol kamyon/tır şoförünün karısı olmak…

Yurdum klasiği reelpolitik vaziyeti ustaca okuyup goygoyculuğa varan hamasetle usul usul önce mafyöz bir şebekeye yanaşıp, sonrasında kendi familyasından yeğenlerle haramiliğe soyunan bir tefecinin, müttaki, mütedeyyin karısı olmak….

Asgari ücretin de altına düşmüş maaşıyla, ahir ömründe oturduğu evi hayırsız damadına terk ederek kiraya çıkmış, yokluk/yoksulluk hattında eğreti bir yaşamak hevesiyle hayata tutunan bir emeklinin karısı…

Bir pis oburun… her fırsatta köyden bir tarlayı satıp Belarus-Ukrayna dolaylarına iş seyahatine (!), bilahare her sene mutad-ı vech ettiği üzere vip Ramazan Umresi’ne gitmek suretiyle mütemadiyen paklanmak istidadıyla temayüz eden mürai bir adamın karısı olmak…

Büyük umutlarla omuzuna nakşolunacak çelenk ve yıldızlarla örülü düşler ve heyecan içinde rutin Ağustos terfisini beklerken, yine anlaşılmaz sebeplerle bekletildiği için derin bir sükutu hayal ile kahırlanan bir muvazzaf subayın ya da artık birinci sınıfa seçilip bir büyük vilayete  müdür olarak terfi/tayin beklerken hatta el altından atanacağı ilin nevzuhur ileri gelenlerine takdimi yapılmış, ilin mutena mevkiindeki konutta vereceği barbekü partileriyle ilgili düşler kurarken bir anda resen emekliye sevk edilenler listesinde kendisini bulan bir emniyet mensubunun meyus mahzun karısı olmak…

Bir hekimin; her akşam ohhh şükürler olsun bugün de adli/kriminal bir şey yaşamadan evine döndü diyerek hacı/umreci bekler gibi sevdiceğinin yolunu bekleyen bir doktorun ya da bir sağlık emekçisinin karısı olmak…

Senede iki defa Külliye’ye buyur edilme şerefine (belki de imtiyazına ermiş) taşradan çok genç bir muhtarın karısı…

Senenin yarısını hane-i saadeti olması lazım gelen evinden uzakta, kimi evlilik yıl dönümü şöyle dursun, eşinin değil doğum günü, doğumuna bile yetişemeyen,  herkeslerin beş yıldızlı otellerde olmadı kamu sosyal tesislerinde, memleketin rivierasında keyfemayeşa tatil yaptığı eyyam–ı buhur, kavurucu yaz sıcaklarında, Devletlûnun reva gördüğü cüzi harcırahla misafirhane köşelerinde hanede pişen aşa hasretle hak adalet savunuculuğunu üstlenirken, bari hafta sonumu evde geçireyim diye Cuma mesai bitiminde çıkıp gece yarısı Başkent’e avdet ettiğinde kapıda yolunu gözleyip bacağına sarılarak “ bir daha gitmeyeceksin değil mi babacığım…” diyen evladının sualini, başını öpüp koklayarak cevapsız bırakan mahcup/mağlup bir müfettişin karısı…

Ya o doğduğu yerde doyamayanların makûs talihiyle 60’larda “alamanya” gurbetine düşüp, yokluk/yoksunluktan mütevellit muhacerat psikolojisiyle ve miskinliğe varan bir tutumlulukla gurbette yığıp yığıştırdığı dövizlerle döndüğü memleketinde edindiği bir kaç gayrımenkulün verdiği yersiz lüzumsuz cüret ve ecnebi aydınlanması ile geçkin yaşına refakat etmekte güçlük çeken canı bedeni, bahusus düşen libidosu ile akranlarının geleneksel Cuma akşamı halvetiyle iktifa etmekle yetinmeyip, hadiseye takviye niyetine her daim cebinden eksik etmediği o renkli iri haplarla, bir sekte-i kalp vakası ile mukadder sonu olacak şekilde hemen her yerde halvete amade, asgari nezahet, zarafet ve muhabbetten yoksun alamancı ya da muadili bir var yemezin karısı olmak…

Şehrin işlek trafiğinde beklerken daha sarı ışıkta iken boğucu korna sesleri ile tacizde bulunan nevzuhur acul gençlere açtığı camdan sadece trafik lambasını eliyle göstermekten ibaret hareketinden dolayı yamacındaki helali/namusunun yanında ve töreye aykırı şekilde ellerinde haydari sopalarla üzerine yürüyerek ağır tehdit ve hakaretlerle darp eden gözü dönmüş güruha çektiği beylik tabancası ile tamamen nefsi müdafaa kapsamında özünde kimsenin kaçınamayacağı eyleminden dolayı bihakkın kader kurbanı olan bir adamın karısı olmak…

İlk mektepte örgülü zülüflerinden sevip, okuldan yürüttüğü tebeşirlerle adını dağa taşa nakşettiği ilk aşkının karaya kesilen sevdası yüreğine ukde olunca, sırf evlenmek lüzumu ile asgari muhabbetten mahrum hislerle ailesinin rıza verdiği bir herifçioğlunun karısı olmak…

Sözü sazı avazı ile cins-i latifin gönlünde rahatça, usulca taht kurabilen serazat bir âşığın; kelimelerle raks eden bir şairin ya da sesi kelâm, kelâmı kılam/türkü ve kılamı yüreğe damıtan bir dengbêjin/ozanın karısı olmak….

İçli bir Türküde mesela “Kirpiğin kaşına değdiği zaman..” tınısında ya da Taşlıcalı Yahya’nın “Al yanaktan al yanaktan…” hoyratında gözleri buğulanan ince ruhlu bir adamın karısı olmak…

O kült filmdeki-Selvi boylum al yazmalım- yakışıklı ama hercai İlyasgillerden bir adamın karısı ya da yaşlı bir adamın üçüncü karısı… bir garibanın karısı…nevzuhur bir sonradan görme varsılın kuması ya da aşiret törelerinin hazin ritüelleriyle kan davasında hasmına “berdel” olarak sunulmuş bir kadın olmak…

Ne yaman bir hayat, kahırlı kasvetli ne müşkil bir şeydi; en fecisi kuma’da berdel’de olduğu üzere, ömür boyu avaz avaz bir isyanlı sükûtla, “Yaşar ha yaşar ha yaşamaz” modunda sürgit hazin bir: “…karısı olmak” haliyle yaşamak…

Bir taze gelinden kır saçlı bir bilge hatuna evrilen o meşakkatli yolda neler hisseder, yüreklerinde ne kahırlar depreşir neler yaşardı yukarıda saydığımız heriflerin karısı olan bu narin canlar…Neye katlanır nasıl tahammül ederlerdi, her defasında eşiğine geldikleri  o “soylu intihar”dan nasıl vaz cayarlardı…Neydi onları, daha ömrünün baharında içine düştükleri o gayya kuyusunda her türlü cevr-i cefaya/kahr û kasavete rağmen yaşamak macerasını diri/zinde tutan, yaşamı anlamlı kılamasa da yaşanılır kılan…

Sahi, cins-i latifin narin latif canı bedeni nasıl katlanırdı onca eza cefaya…Arada olur muydu safasını sürdükleri demler, hayallerini umutlarını yeşertip yürek yangınlarını harlayan neydi…Ahh ya o kerhen kabullendikleri, arazide tarla-tapan bir kuytuda ya da gecenin bir yarısında uyurken, kahveden dönen heriflerinin şefkat ve muhabbetten örülü asgari sevmelerden uzak, sırf “…karısı olmakla” maruz kaldıkları ve dişlerini sıkarak bir an evvel bitmesini istedikleri o halvet demleri…

Ahh herkesin her şeye herkes kadar sahip olmak istediği şu Dünya çölünde, eğreti bir hevesle yaşama tutunan kadınlar için ne hazin ne dehşet verici bir muamma idi; el alem ne der putunun gölgesinde, adamlardan bir adamın hanımı olmakla ancak şeref bulacakları, itibar görecekleri yanılsaması…Senelerce sevgisiz hanelerde, sükut suikastına maruz kaldıkları sofralarda hatta eş dostla gidilen pikniklerde, şölenlerde, düğünlerde, sırf birinin “…karısı” olmakla yaşadıkları o kahırlı, hoyrat hallerle canı, ruhu incinen; haysiyeti, onuru ezilen canların avaz avaz isyanlı bir sükuta dönüşen kederi, kederimiz değil miydi?…

Elbet yine Üstadın o hoşça ifadesiyle, “Mektup yazdım Hasan’a.Ha Hasan’a ha sana…”

NOTLAR:

(1)Yazar Hatice Meryem’in kaleme aldığı yurdum fanisi kadınların “eş durumu” hallerinden mütevellit  hazin vaziyetlerine ışık tutan, oyun olarak tiyatroya da taşınan izlenesi/okunası eseri. Yazarın, İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar, Beyefendi, Yetim ve Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı? Eserleri de okunası.

(2) 1980’lerde memleketin en uzak doğusu olan Iğdır’da sene başında rehber öğretmenin rutin tanışma sırasında, baba mesleğimizi sual edince bir iki imam öğretmen dışında herkes Çiftçi diye anlatmıştı da güzel Türkçesiyle sınıfta herkesin dikkatini celbeden Sabire ismindeki Yozgatlı kızın, babasının mesleği sualine, “ceza infaz kurumu baş memuru” dediği anda başta erkekler olmak üzere sınıfın tamamının dönerek hayret ve hayranlıkla baktığı, birkaç teneffüs boyunca daha kaza olan Iğdır’da Kaymakam’dan büyük değilse ne ola ki diye birbirimize sorup, babası ne iş yapar diye teati ederken son ders teneffüsünde sınıf başkanı Ercan’ın gidip öğretmenler odasında sanırım öğretmen ağbisinden soruşup öğrenince koşarak gelip kürsüden “ede bi .oğ değilmiş, gardiyandı gardiyan..” deyince, hayret ve hayranlıkla gözümüzde büyüttüğümüz sabire bir anda cazibesini yitirerek sıradanlaşmıştı ki o günden beri bu unvan, bir meslekten ziyadesiyle bizde bir anı değer olarak hep anlatıla güle gelmişti… 

 

 

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir