Sürmeli Çukuru/Iğdır Ovası’nda eyyam-ı buhur denen kavurucu sıcak yazın ortası; tarla-tapan, harman-hasat ama hayat pahalılığından dolayı işlerin kesat gittiği günlerdi…O sene kaysı da bol bereketlice olmuştu ama yine birkaç insaf, merhamet yoksunu haramzade aralarında anlaşıp; tarlada pazarlık gücü olmayan, örgütsüz, arkasız, zayıf, garip köylü tanesinden, büyükşehirlerde zincir marketlerde 50-70 liraya satılan ürünü 15-20 lira gibi nerdeyse  maliyetine bir fiyatla kaldırmışlardı…Köylünün kahır hüzün yüklü  beddualarına/karğışlarına sırt dönerek…

O sene buğday, arpa da bereketten payını almış, daneye duran gümrah başaklar hayli yüz güldürmüştü ama, hasat vakti gelip çattığında yine Ofis’ten alınamayan randevular…Asap bozan taban fiyatlar… Buğday-arpanın yüzde yüzleri aşan girdi maliyetlerine rağmen reva görülen bedel ve nakit sıkışıklığından dolayı yine birkaç haramzadenin insafına terkedilmiş olan sözüm ona piyasa…

Hasılı, “Milletin efendisi” olan köylünün makûs talihi yine karaya kesilmişti. Hasat bereketli de olsa hasılat kesât; vaziyet çetin, müşkildi…Ahali her geçen gün artan hayat pahalılığından dolayı mustarip, bedbin meyûstu…Herkesin alamadığının fakiri olduğu o Temmuz günlerinden birinde, ihtiyarların hayat pahalılığından yana serzenişleri, söylenip kahırlanan yoldaşlarının sonu gelmez türlü çeşit şikayetleri karşısında bir anda söze tirada duran Meşşedi,

“…Duuur daha duuur, bu ne ki…ajlıxtan, sefaletten sütü kesildiği için kucağındaki ciğerparesi öz balasını götürüp nehre atan Fransız Enneline Hatun kimi sındıracak, keyfe gelip düşene ölene kadar reksedeceksiniz…” diye hayıflanıp yazıklanarak ünlemişti…

Açlığı, sefaleti, yoksulluğu düşünerek dertlenen Meşşedi, sigarasını yakıp Ağrı Dağı’na döner

Köyün mütevazı metruk mescidinin avlusundaki salkım söğüdün altında geç ikindinin serin sükunet deminde, Naxırçı Ewdo’nun hanımı Laçın Bibi’nin evlad Res’ul ihsanı niyetine, camış yoğurdundan yapıp içine de bir dal nane koyup öz eliyle ikram ettiği ayranı yudumlayıp söze sohbete kurulan mütedeyyin ihtiyar delikanlıların, her geçen gün yaşadıkları hayat pahalılığından; artan fiyatlar  karşısında kızgın tavada helim peyniri gibi eriyen mütevazı gelirlerinin, gayrı  hayatlarını idameye kâfi gelmediğine dair usulca söylenip sızlanmaları karşısında demişti bu geribe sözü, Meşşedi…

Sözü sohbeti ile ahalinin takdir ve hürmetle yad ettiği Meşşedi’nin, günün meselelerine tarihten misaller, mesellerle yaklaşıp şirince izah etmesi…En kahırlı, dayanılmaz olay ve durumlara bile tarihte farklı bir diyarda yaşanmış benzer mahiyetteki hadiselerle ışık tutup, şu mavi göğün altında yaşanan hiçbir olayın, kederin biricik olmadığına dair mihriban sohbeti ile muhataplarında adeta “êlle gelen düğün bayram..” hoşluğu hasıl eden anlatımlarına aşina olanların bile bu defa, Meşşedi’nin ötelerden çok uzak diyarlardan bir hatunun, hem de ahaliden kimsenin telaffuz edemediği adını da anarak, o inanılmaz hadiseden söz etmesi, dinleyenlerde açıkça belli etmeseler de garip bir tereddüte,  hatta sohbete sonradan katılan tarla/tapan harman hasat yorgunu  kimi civanlarda, “açlıktan raksetmek haa…” diyerek bıyık altı tebessüme varan hayret ve şaşkınlığa yol açmıştı…

Asra yaklaşan ömründe bugüne kadar anlattığı her şeye bilakaydüşart inanıp hayret ve hayranlıklarını izhar eden ahaliden birilerinin ilk defa sözüne tereddütle yaklaşmaları hatta kimi gençlerin acar hatta acul bir hal üzre kıkırdadıklarını görüp-gözeten Meşşedi, hayli derin bir teessürle cebinden hiç eksik etmediği tütün tabakasını çıkarıp kalınca sardığı bir dal cıgarayı hersle/hışımla yakıp iki derin fırt çekerek dumanını  mutadı olduğu üzre Ağrı’nın her daim karlı buzlu yüceltilerine doğru savurduktan sonra, yamacına kurulan ahalinin bu anlaşılır ama kabul edilemez  tereddütlerini gidermek ve tarihin şehadetiyle sabit bu faciayı, bizzat kendisinden dinlediği köyün muallimi gomonist Rıza’ya dönerek, o meşum hadiseyi ahaliye anlatmasını istemişti…

Rivayet olunur ki Cumhuriyet değerlerinin  meşalesi mesabesindeki  Köy Enstitüsü mezunu öğretmenin, mesleğe başladığı bu köyde, seneler önce Alamanya’ya göçen bir aileden kalma, metruk evi bizzat tamir bakımını yapıp yerleşinceye kadar birkaç ay kadim medreseden icazetli, köyde hatta yöre ahalisi nezdinde itibar sahibi, herkesin hürmet ve muhabbet duyduğu Meşşedi’nin hanesinde “eziz konağ” olarak kaldığı, o şirin haldaşlık, yoldaşlık günlerinde; muallimin, kültür sanata olan iştiyakını gördüğü Meşşedi’ye, başta Rus klasikleri olmak üzere modern dünyanın edebiyat, sanat ve diğer değerlerini anlatıp, Meşşedi’den de evvela Osmanlıca bilahare İslami klasikleri dinleyip öğrendiği, böylece aralarında çoğu yerde yaşanan karşıtlığın aksine bir hoşahenk, bir has yarenlikle,  fikri insani olarak yek diğerini besleyip, yeni okumalarla kazanımlarla ikmal ettiği; mesela Meşşedi’nin muallimden Suç Ve Ceza’yı , muallimin de Meşşedi’den  Güvercin Gerdanlığı’nı, Bostan ve Gülistan’ı keyifle dinlediği hep anlatılagelendi…

Strasbourg şehrinde Dans Vebası

İşte aralarındaki bu dostluk ve yarenlikten cesaretle, Meşşedi; sözünün önünü ardını getirmesi, Strasbourg’da yaşanan ve tarihe ‘Dans Vebası’ olarak geçen hadiseyi bütün vahametiyle anlatması için muallime dönerek, “Bak muallim! Söz meclisinde ilk kez sözüm havada kaldı, civanlar nerdeyse bana meşhur Teyo Ağa muamelesi yapacaklar, hadi o meşûm hadiseyi, o fecaati anlat, anlat ki açlığın sefaletin iliklerine dek işlediği insan balalarının ne akıl almaz hallere düştüğünü görsün canlar, civanlar…”

Köy ahalisinden üç ayda bir aldığı cüziden de az 65 yaş aylığının son zamlarla artık üç harfli marketlerden bir file öteberiye kâfi gelmediğini görüp yaşayan Meyti Kişi, “Ede, fukaralığın daha beteri daha pisi de vaar? Bu yaştan sonra oğul uşağın eline baxırıx, bayramda neve/torun elimi öpmeye gelir yoxumdan irbet irezil oluram ay gadasını aldıxlarım, daha pisi ne ola ki…Seher ezanında öz özüme deyirem ki eye Meyti, yoluna türab olduğun evlad ı Resul ele düz deyip, zilletle yaşamaktansa…sonra nehlet yezide deyip sebreliyirem…”

Meşşedi’nin yamacına yığışan ve sayıları giderek artan civanların, tek tek ihtiyarların geçim güçlüklerini, yetmeyen 65 yaş ve emekli aylıklarını dinlemeye gayrı sabırları kalmamıştı. Bir an evvel Meşşedi’nin andığı ve köyün muallimine dönerek anlatmasını istediği hadiseyi dinlemek için herkes pür dikkat muallime dönmüştü…

Muallim Rıza, tarihte kıtlık, kuraklık, salgın hastalık, doğal afet ve savaşlardan dolayı Dünyanın muhtelif yerlerinde yaşanan birbirinden ilginç hadiselerden örnekler anlatıp bir ara 2. Dünya savaşı yıllarında, girdik/gireceğiz diye ihtiyaten yapılan tahıl stokundan dolayı ülkemizde yaşanan “Ekmek Karnesi”nden de bahsettikten sonra sözü o meşum hadiseye getirip, en insani yanıyla boğazında düğümlenen sözlerinde saklı bir hüzündaşlıkla anlatmaya koyuldu:

“Meşşedi’nin bahsettiği hadise, büyük bir kıtlık, kuraklık sonucunda sefaletin kol gezdiği kıta Avrupa’sında birebir yaşanmış, tarihin kaydettiği hazin bir hadisedir. 1518 senesinde Strasbourg’da yaşanmış olan bu hadise bütün yönleriyle, defalarca anlatılmış, kitabı da yazılmıştır (1).

…Yaşanan büyük kıtlık ve kuraklık yüzünden zaten yetersiz kalan tahılın da Manastır ve Katedrallerin depolarına saklanıp istiflenmesi sonucu açlık ve sefaletten insanların geçim hayvanlarını, koşum atlarını yemeye, cinayetler işlemeye yöneldiği, kahırlı bir yokluk ve yoksunluğun hüküm sürdüğü o meşum günlerde; düştüğü fukaralıktan, açlık ve sefaletten sütü kesildiği için emziremediği ciğerparesini kucağına alıp nehrin kenarına giden Enneline, yaşanan kıtlık kıyım yüzünden, zaten açlıktan ölecek olan ciğerparesini şehrin içinden geçen nehre attıktan sonra aklını, şuurunu yitirince o cinnet haliyle köprünün başında bir amansız hissiyatla dansa durur. O sırada onu gören, duyan, onunla aynı kaderi aynı kederi yaşayan sefaletin pençesindeki kadınlar da önce birer birer sonra guruplar halinde bu dansa eşlik ederler. Öyle ki günlerce sürecek olan bu dansa, şehirden hemen her mahalleden başta açlıktan sütten kesilen kadınlar olmak üzere öbek öbek katılım olur. Dansa başlayan herkes birbirinin büyüsüne kapılıp artık o accaip haleti ruhiyeden çıkamaz hale gelir. Her sokak başını dans pistine çeviren bu cinnet mustatiline tutulmuş fanileri gayrı durdurmak mümkün olmuyor. Eş dost, akraba hatta belediye yetkilileri, kolluk gücü hak getire…Bir ara hadiseye müdahale etmek için alana getirilen askerlerin de dansın büyüsüne kapılıp alanda raksa durduklarını gören sıralı amirlerin, bu garabete dayanamayarak cinnet getirdikleri ve bir süre kolluk güçlerinin bu endişeyle dans alanına mesafeli kaldıkları da anlatılır… Can havli ile son nefesine, yığılıp ayak altında kalıncaya, ölünceye dek sürüyor bu hiç de eğlenceli olmayan raks… Bir kaç ay sonra bir anda başladığı gibi de biten bu hadiseye “Dans Vebası” diyenler de olmuş.”

Açlıktan delirmiş halk, delicesine dans eder

Ahalinin, hayret ve hüzünle dinlediği hadisede, dönemin dini otoritelerinin, açlıktan kırılan ahaliden esirgedikleri tahılı, manastırların depolarında stoklayıp istifleyen tutumunun, canlarda yol açtığı hers/öfkeyi gören muallim; insanlığın maşeri vicdanında mahkûm edilmiş olan bu tutumun, Ortaçağ karanlığını sonlandıran Avrupa aydınlanmasına yol açtığını da ekleyerek, ortama çöken hüzün ve kasveti bir nebze de olsa gidermişti…

Elbet yine Üstadın o şirin ifadesiyle, “Mektup yazdım Hasan’a. Ha Hasan’a ha sana…”

NOT:

  • Dansa Davet- Jean Teule

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir