Her iki unvan da günümüzde tarihsel anlamlarından farklı şekilde algılanıp yorumlanmaktadır. Bir bakıma tarihsel olan her olay ve kavramın yazgısı böyledir.

Rektör, en baştan itibaren hep dini bir hiyerarşinin, Hristiyanlık dininde kilisedeki yöneticilerden türetilmiştir. Latince “yöneten” anlamına gelir. Daha doğrusu bazı Katolik ve Anglikan (İngiltere mezhebi) Kiliselerinde bu unvanlar kullanılmaktadır.

Orta Çağ’da üniversiteler daha çok dini bürokrasiler içinde şekillendiğinden üniversitenin başındaki kişiye “papaz” anlamına gelen “rektör”, fakültenin başındaki kişiye de “mahalle papazı” anlamına gelen “dekan” denmiştir. Günümüzde ise daha çok bir üniversitenin akademik ve idari olarak en üst düzey yetkilisini ifade eder.

Başka anlamda Rektör, bir aydın ve entelektüel olarak din, dil, ırk, cinsiyet, devlet farkı gözetmeksizin haklının ve zayıfın yanında duran, her türlü iktidarın zorbalığına karşı hak, hukuk ve özgürlük mücadelesi veren kişidir. Bu duruşunda devletin veya herhangi bir çıkar grubunun sözcüsü gibi hareket etmez. O mazlumun, hor ve hakir görülenin, yok sayılan ve ötekileştirilenin kısacası sessiz yığınların sesidir.

Bunun yanı sıra entelektüel sorumluluğuyla düşünüp sorgulayan, düşüncelerini eyleme dönüştüren aydınların bu cesareti karşısında zorba iktidarlar tarih boyunca hapis, işkence, sürgün ve ötekileştirme sopasını tepelerinde adeta Demokles’in Kılıcı gibi sallayıp durmuşlardır.

Bizde bu unvanlar 1930 yılında Darülfünun’un (İstanbul Üniversitesi) yeninden düzenlenmesi amacıyla ülkemize davet edilen İsviçreli Pedagog, siyasetçi ve aynı zamanda Cenevre Üniversitesi’nde Profesör olan Yahudi asıllı Albert Malche tarafından 1932 yılında hazırlanan ve dönemin hükümetine sunulan rapor doğrultusunda Üniversite, Rektör, Dekan, Fakülte gibi akademik unvan ve kavramlar kullanılmaya başlanmıştır.

Şimdi bazılarınız çıkıp haklı olarak şöyle sorabilir: Nasıl oluyor da Atatürk döneminde devlet üniversitelerini bir Yahudi (Albert Malche) dizayn ediyor, devletin ideolojisini Diyarbakırlı bir Kürt (Ziya Gökalp) kuruyor, Milli dilini bir Ermeni (Agop Dilaçar) geliştiriyor, Milli marşını bir Arnavut (Mehmet Akif) yazıyor, İstihbarat (MAH) teşkilatını bir Alman (Albay Walter Nicolai) organize ediyor.

Soldan sağa: Agop Dilaçar, Albert Malche, Mehmet Akif Ersoy, Walter Nicolai ve Ziya Gökalp

Bunda şaşılacak bir durum yok. Tarihin hükmü böyledir. Mesela en büyük Türk Padişahı Fatih’in resmi tarihçisi Kritovulos bir Yunanlıydı ve İstanbul’un fethini en orijinal haliyle o yazmıştı, Fetihte kullanılan topları Macar mühendisler dökmüştü, Fatih’in portre resmini Venedikli ressam Gentile Bellini çizmişti. Yine bugünlerde çok yüceltilen Osmanlı Sultanı 2.Abdülhamid ‘in saray ressamı Fausto Zonaro bir İtalyandı. Onun1903’ te yaptığı “Fatih’in İstanbul’a Topkapı’dan Girişini” gösteren meşhur tablosunda Fatih’in sağ tarafında elinde tüfekli yeniçeri olarak kendisini de resmetmiştir.

Yani diyeceğim olur böyle şeyler!

Gelelim Diktatör unvanına:

“Diktatör”, erken Roma döneminde olağanüstü ve acil durumlarda Cumhuriyetin korunması için senato tarafından geçici olarak ve sınırlı bir süreliğine mutlak yetkilere sahip bir kişinin yasal olarak atanmasını ifade ediyordu. Yani diktatör başlangıçta şimdiki gibi baskıcı ve otoriter yöneticiler gibi bir anlam taşımıyordu.

Ta ki Roma Senatosunca ilan edilen askeri yasak bölge olan ve askerlerin geçmesi kesinlikle yasaklanan, geçmeleri devlete isyan sayılan, Rubicon nehrini geçerek Roma’yı askeri bir darbeyle ele geçiren ve imparatorluğu sırasında bir saray suikastıyla öldürülen General Julius Sezar’ın kendini sonsuza dek diktatör ilan etmesiyle istenmeyen bir unvan olarak görülmeye başlandı. Nitekim Sezar’ın ardından varisi olarak tahta geçen Augustus ve daha sonraki Roma imparatorları kendilerine yapılan diktatör unvanı tekliflerini reddetmişlerdir.

19.yy.’ın ilk yarısından itibaren de dünyanın farklı coğrafyalarında askeri diktatörlükler devletleri yönetmeye başlamışlardır.

 AVRUPA’DAKİ SON ENGİZİSYON’DAN (Elhamra Kararnamesi /Yahudi ve Müslüman Endülüs Katliamı 1492-1834) MEDENİYETLER İTTİFAKI’NA İSPANYA

Bu uzun kavramsal açıklamalardan sonra Rektör ve Diktatör örneğini son yüzyıl İspanya’sından vereceğiz. Neden İspanya derseniz İspanya Doğu-Batı kültürünün karşılaştığı ve kaynaştığı özel bir coğrafyadır. Kastilya ve Leon Kraliçesi I. Isabel ile Aragon Kralı II. Ferdinand tarafından 31 Mart 1492 ‘de El Hamra Sarayı’nda imzalanarak ilan edilen ve İspanya’da yaşayan Yahudi ve Müslümanların kovulması kararı ile kurulan Engizisyon Mahkemesi 1834 yılında II. Isabel tarafından Avrupa’nın son engizisyon mahkemesi olarak kaldırılmıştır. (Not: İspanyol ressam Goya bunun hikayesini “Goya’nın Hayaletleri” adlı eserinde müthiş bir şekilde dramatize etmiştir. Aynı adla filmi de yapılan bu eseri mutlaka izlemenizi öneririm.)

Goya

Dört ay içerisinde hiçbir mal ve eşyayı yanlarına almaksızın ülkeyi terk etmeleri istenen iki yüz bin Yahudi’nin önemli bir kısmı Osmanlı ülkesine kabul edilerek İstanbul, İzmir ve Selanik’e yerleştirilmiştir. Bunlara, “Safarad Yahudileri” diyoruz.

Bugün İspanya Kralı’nın oturduğu başkent Madrid Müslüman Arapların etkisinden dolayı “Andalusiya/Endülüs toprakları” bölgesi, Latin kültürünün ve Batı Avrupa’nın etkisindeki bölge ise “Katalonya” olarak adlandırılır. Laf aramızda, Katalanlar da az-buz ayrılıkçı sayılmazlar yani. Bugünlerde Kralın başı bu bölgede epey belada sayılır. Başkent Barselona’da ikamet eden yarı Alman (Prusyalı) yarı Katalan sayılan ve Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu’nda simultane tercüme yapan, dolmatscher (tercüman) dostum Patricia’ya (Türkçeyi yedinci dil olarak benden öğrenmişti) bu ayrılıkçılığın nedenini sorduğumda, “Biz yüksek teknoloji ve katma değer olarak tüm İspanya’dan daha fazla ekonomi üretiyoruz, ama İspanya Kralı bizim vergileri fakir Andalusiya (Endülüs) ve Bask bölgelerine dağıtıp duruyor. Bu adil değil. Bu yüzden ayrılmak istiyoruz,” demişti. Ben de bizdeki bazı bölücü /ayrılıkçıların (!) tam tersi nedenlerden dolayı devletimizi uğraştırdığını söylemiştim ama bir türlü anlatamamıştım.

MEDENİYETLER İTTİFAKI

21 Ekim 2004′ te Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda İspanya Başbakanı Luis Rodriguez Zapatero ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’nın başlattığı BM Genel Sekreteri Ban Ki Mun’un da desteğiyle Birleşmiş Milletler Medeniyetler İttifakı adıyla Kültürler Arası Diyalog projesi yürürlüğe girdi ve ilk toplantısını Kasım 2005 tarihinde İspanya’nın Palma de Mallorca kentinde gerçekleştirdi.

Çeşitli ülkelerden bilim insanı ve devlet adamlarından oluşan Üst Düzey Akil Adamlar Grubu oluşturuldu. Medeniyetler İttifakı girişiminin nihai taslağının kamuoyuna açıklandığı dördüncü toplantı 13-15 Kasım 2006 tarihlerinde İstanbul’da yapıldı. Açıklanan raporda Batı ve İslam dünyası arasındaki gerilimin dini değil politik olduğunun altı çizildi.

Aynı yıllarda Samuel Huntington Medeniyetler Çatışması tezini ortaya atmıştı. Ünlü Şarkiyatçı/oryantalist Edward Said ise Huntigton’u bu tezinden dolayı ırkçılıkla suçluyordu.

İSPANYA İÇ SAVAŞI (1936-1939)

Rektör ve Diktatör örneğimizi İspanya İç savaşının sürdüğü tarihsel bir dönemde vereceğimiz için genel kültür bağlamında epey malumatı dikkatinize sunmuş olacağım.

1930’lardan başlayıp 1970 ortalarına kadar süren Falanjişt (aşırı milliyetçi faşist) parti cumhuriyetçilere, demokratlara ve sosyalistlere hayatı dar etmişti. İspanyol diktatör General Franco henüz iç savaş başlamadan Hitler ve Mussolini’yle anlaşarak ülke topraklarını faşizme açmıştı. İç Savaş esnasında Alman Kondor Lejyonu Cebelitarık’tan geçerek İspanyol şehirlerini havadan bombalamış tarihe geçen “Guernika Katliamı”nı da bu Alman hava gücü gerçekleştirmişti.

Harabeye dönen Guernica şehri (1937)

Falanjist demişken bir parantez açayım: Biz 78 kuşağı seksen öncesi yıllarda TRT radyo haberlerinde sık sık bu falanjist lafını duyardık. Ortadoğu’nun Paris’i sayılan turizm ve eğlence merkezi Beyrut, İsrail-Lübnan çatışmalarına sahne oluyordu. Bizim devlet radyosu her gün “…Beyrut’ta bugün meydana gelen olaylarda sağcı Falanjistlerle solcu Müslümanlar çatıştı, çok sayıda ölen ve yaralananlar var…” diyerek artık bir klişe olmuş bir haberi tekrarlayıp duruyordu. Bizim çevre o dönem siyasi yelpazenin sağ cenahında (Ülkücü-Akıncı-İslamcı-Muhafazakâr) yer aldığı için sağcı Falanjist solcu Müslüman tabiri ezberimizi bozuyordu. Nasıl olur, solcu Müslüman da mı olurmuş, solcular olsa olsa dinsiz, ateist, vatan haini ve Moskof uşağı Komünist olurdu ve görüldükleri yerde haklarından gelinmeliydi!

Zaten Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Mihri Belli, Cengiz Çandar Filistin’e gidip El-Fetih kamplarında gerilla eğitimi almış Solcu Müslümanlar oluyordu ki bize göre hepsi anarşistti. Bu algı yüzünden hiç tanımadığımız, adını sadece radyo haberlerinden duyduğumuz Hristiyan Falanjistlere sırf “sağcı” oldukları için gizli bir sempati bile duyardık. İdeoloji körlüğü böyle bir şey işte!

Neyse ki biraz sosyoloji, felsefe, mantık, metodoloji okuduk da kör cehaletten sıyrıldık. Tabi bir de 12 Eylül darbesinin sağ-sol fark etmeksizin üzerimizden silindir gibi geçmesinin de payı büyük oldu. Müteveffa General Kenan Evren düdüğü çalmasaydı ülkede iç savaşın eli kulağındaydı. Bizim kuşak bunu yaşadı ve bedelini de ağır ödedi. O yüzden ülkemizin 68 ve 78 kuşakları, “kayıp kuşak” sayılır.

Biz dönelim İspanya’daki Faşist darbeye. Darbenin iki mimarından kısaca bahsetmek gerekir:

İspanya ve Avrupa tarihinin yeniden yazılmasında önemli birer aktör haline gelen General Fransisco Franco ve General Jose Millan Astray.

Franko henüz iktidara gelmeden 1920’lerde orduda emrinde çalıştığı Yarbay Millan Astray’ la birlikte Kara Kuvvetlerinin Özel Birliği olan İspanyol Lejyonunda (La Legion Espanola) gayrı nizami (gerilla savaşı) yöntemlerle ve savaş kurallarını hiçe sayarak Fas’taki sömürge savaşlarında birçok muharebe kazanınca ülkede adeta efsane haline geldiler. İspanyol Lejyonu birçok devrimci isyanı ve özgürlük mücadelesini bastırdıktan sonra Fas birlikleriyle buluşup Afrika Ordusu’nun kurulmasını sağladılar. Böylece İspanya İç Savaşının ayak sesleri iyice duyulmaya başlandı.

İspanya İç Savaşının en hareketli ve kanlı günlerinde Franco önderliğindeki birlikler ülkenin değişik yerlerinde “İspanyol Irkı Şenlikleri” düzenleyip falanjist öğrenciler ve subaylar “Yaşasın Franco” sloganları atıyorlardı. Tam bu kaos ve iç savaş günlerinde dünyaca ünlü İspanyol şair ve oyun yazarı, ressam, piyanist ve besteci Federico Garcia Lorca, sosyalist görüşleri nedeniyle tutuklandı ve henüz 38 yaşındayken kurşuna dizildi. Aynı günlerde İspanya’da bulunan ünlü Yazar Nikos Kazancakis “Yaşasın Ölüm” başlıklı yazısında 1936’da tanık olduklarını yazmıştır. Yine Nobel ödüllü yazar Ernest Hemingway “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” adlı eserini katıldığı İspanyol İç Savaşından yola çıkarak kaleme almıştır. Öldürülen Garcia Lorca’nın cesedi günümüzde bile hala bulunabilmiş değildir. Yıllar sonra General Franco o dönemde Lorca cinayetinin askeri yetkililerce işlendiği iddialarını reddetmiş, yazarın asilerle iş birliği yaparken öldürüldüğünü açıklamış ve Garcia Lorca’nın ölümünün savaşın doğal kazalarından biri olarak nitelendirmiştir. Tüm eserleri yakılıp yok edilerek ortadan kaldırılan Garcia Lorca’nın hayatı ve ölümü hakkında konuşmak ise Franco ‘nun 1975’teki vefatı sonunda ancak mümkün oldu.

Garcia Lorca

Bu anekdot bana bizdeki benzer bir olayı anımsattı:

12 Eylül 1980 darbesinde Marksist-Leninist yasak yayın bulundurmaktan gözaltına alınan ve Mamak askeri cezaevindeyken işkenceyle öldürülen yazar İlhan Erdost’un abisi olan aynı zamanda ikinci yeni edebiyat ekolünün kurucusu şair ve yazar Muzaffer İlhan Erdost çok yakın dostumdu. Cumhuriyet gazetesinde yazardı. İlhan Selçuk ‘un da samimi kişisel dostuydu. O’nu “İlhan Abi” olarak çağırırdı. Bir konuşmamızda, darbeden çok sonra Kenan Evren’in bir gün Cumhuriyet gazetesini ziyarete geldiğinden bahsetti. İlhan Selçuk görüşmeye onun da katılmasını istemiş. Bu sırada Kenan Evren’e kardeşi İlhan Erdost’un sıkıyönetim günlerinde Mamak’ta tutukluyken askerlerin işkencesi sonucu hayatını kaybettiğini söyleyince Evren, “Üzgünüm haberim yoktu” demiş. Tıpkı General Franco gibi o da aydınlara yapılan işkence ve ölümleri reddetmiş!

İspanya’nın Franco faşizminin karanlığında altüst olduğu günlerde Salamanca Üniversitesi Rektörü Profesör Don Miguel de Unamuno’nun bir aydın/entelektüel sorumluluğuyla, Faşist General Jose Mıllıan Astray’ın yüzüne karşı söylediği ünlü “Vencereis Pero no Convencereis” yani “Yeneceksiniz fakat ikna edemeyeceksiniz” sözü tarihe bir not olarak düşmüştür. Bu ünlü çıkışı, yüzlerce yazı ve makaleye konu olmuştur.

Franco ve Kenan Evren

Fakat ben, 2008 yılında Sabah’taki köşesinde bu konuyu enfes bir şekilde kaleme alan gazeteci yazar Engin Ardıç’ın makalesinden esinlenerek aktarmayı tercih ediyorum:

“VANCEREIS PERO NO CONVENCEREİS /YENECEKSİNİZ AMA İKNA EDEMEYECEKSİNİZ”

İspanyol ordusu, 1936 yılının temmuz ayında ülkenin seçimle işbaşına gelmiş meclisine ve yasal hükümetine karşı ayaklandı. Amacı bir darbeyle işi çarçabuk bitirmekti, ancak ummadığı bir direnişle karşılaştı. Örneğin Sevilla ve Granada’yı hemen ele geçirdi ama Madrid ve Barcelona ‘da yenildi.

Daha ilk aylarda… 1936 sonbaharında… Faşistler Madrid üzerine yürümeye hazırlanıyorlar… Bazı bölgeler ellerinde… Geçici başkentleri de Burgos şehri.

Salamanca şehrinde bir şenlik düzenleniyor. “İspanya Irkı Şenliği”. Salamanca Üniversitesinin konferans salonunda bir toplantı var General Franco’nun da eşi onur konuğu…

İleri gelen faşistler çıkıp konuşmalar yapıyorlar… Bunlardan biri General Mıllan Astray, tek gözü yok tek kolu yok (Fas’ta sömürge savaşlarında yitirmiş) eli ayağı tutmaz bir adam. (Dünya tarihinde gelmiş geçmiş en aşağılık heriflerden biridir, General Franco ‘dan bile berbattır…)

Uzun uzun “asacağız keseceğiz” tehditleri savuruyor ve konuşmasını şu dehşet verici sloganla bitiriyor “Kahrolsun aydınlar! Yaşasın Ölüm.”  (Muera la İnteligencia! Viva la muerte!)

Ortalık birbirine giriyor, kollar uzanıyor, çığlıklar gırla…

Sonra ünlü İspanyol düşünürü ve yazarı, Salamanca Üniversitesi Rektörü Profesör Don Miguel de Unamuno geliyor kürsüye…

Yavaş yavaş derin bir sessizlik çöküyor salona…

” Hepiniz” diyor, “neler söyleyeceğimi merak ediyorsunuz. Öte yandan, beni çok iyi tanıyorsunuz. Böyle bir dönemde susamam. Susmak yalan söylemek olur. Çünkü susmak boyun emektir.”

Devam ediyor:”Az önce burada ölü sevicilerin anlamsız çığlığını duydum ‘yaşasın ölüm’ diye bir slogan atıldı… Bunu söyleyen General Mıllan Astray bir sakattır. Cervantes de öyleydi. Fakat Cervantes gibi büyük bir ruha sahip olmadığı için, amacı bütün İspanya’yı da sakatlamak, kendine benzetmek!”

” Siz kazanacaksınız çünkü kaba kuvvet sizin elinizde… Fakat sizde akıl da yok, hukuk da… Sizin gibi insanlara İspanya’yı düşünün demeye gerek bile görmüyorum… “

Sonra da tarihe geçecek o ünlü cümlesini söylüyor

” Yeneceksiniz fakat ikna edemeyeceksiniz! “

Sonra ne mi oluyor? Rektör Unamuno’yu hemen orada vurmak istediler. Franco’nun eşi engel oldu. Tutukladılar ve ‘ev hapsine’ yatırdılar. Öldürmeye cesaret edemediler, dünyanın tepkisinden korktular, çünkü daha iki ay önce büyük şair Garcia Lorca’yı öldürmüşler, dünya ayağa kalkmıştı.

Fakat o müthiş ihtiyarın yüreği de bütün bunlara fazla dayanamadı on hafta sonra tık dedi. Rektör Unamuno insanlık tarihinin “Mümtaz evlatları” arasında yerini aldı, ölümsüzlüğe kavuştu.  

Hiç te öyle solcu molcu değildi, üstelik sağcı bile denebilirdi kendisine, Ama, adamdı. Adam gibi adamdı.

Anısı önünde saygıyla eğiliyorum (Engin Ardıç, Sabah, 09.06.2008)

***

Şimdi bizden de bir örnek yok mu diye sorabilirsiniz. Ben de aynı şeyi düşündüm aklıma biri sağdan biri soldan iki rektör geldi.

Bizzat tanık olduğum TV’deki bir seçim programında dönemin Başbakanı Turgut Özal, Ana Muhalefet lideri Profesör Erdal İnönü’yle karşılıklı polemiğe giriyorlar. Özal, bir ara Erdal İnönü’ye “… Sen bir zamanlar ODTÜ’ de Rektördün ben de orada bir süre ders vermiştim. Deniz Gezmiş’in de aralarında bulunduğu solcu gruplar kampüsün içinde silahlı gösteri yapardı sen de Jandarmanın okula girmesine izin vermezdin. Ülkeyi de böyle mi yöneteceksin” diye sataşmıştı.

Başka bir bağlamdaki konuşmasında o günlere değinen İnönü, “Bir gün rektör yardımcısı geldi, bir grubun kantinde taşkınlık yaptığını olay çıkardığını söyleyince birlikte gittik. Onları ikaz ettim. İnce uzun boylu birisi öndeydi. Ona da, sen karışma olayları önlemek bizim işimiz, dedim ve öğrenciler dağıldılar. Sonradan rektör yardımcısı bana o delikanlının Deniz Gezmiş olduğunu söyledi” diye bahsettiğini okumuştum. Erdal İnönü’nün bu ülke demokrasisine birkaç numara büyük geldiğine kanaat getirdim.

Erdal İnönü

Diğer rektör, bizim meşrepten (sosyolog) Prof. Dr. Erol Güngör Hocaya ait. 12 Eylül günlerinde şehir efsanesi gibi anlatılan bir anekdot vardı. O yıllarda Hoca, Selçuk Üniversitesi Rektörüdür. Karargâh Merkezi henüz Malatya’ya taşınmamış olan 2.Ordu da Konya’dadır.

“Şartlar olgunlaşsın diye darbeyi (12 Eylül) bir yıl erteledik,” diyen Orgeneral Bedrettin Demirel de 2. Ordu Komutanıdır. Bir vesileyle bir araya geldiklerinde Rektöre, “Hoca üniversitede illegal faaliyet gösteren öğrencileri bize bildir haklarından gelelim,” minvalinde üstü kapalı jurnalcilik teklif eder. Rektör Erol Güngör’ün cevabı milliyetçi sağ muhafazakâr birinden beklenmeyecek bir tarzda olur: “Paşam! Benim görevim sınav kazanıp gelen her bir öğrenciye ilim irfan öğretmek onları ülkeye faydalı bireyler olarak yetiştirmektir. Sizin göreviniz de terör faaliyetlerini önlemek ve kontrol altına almaktır. Yasal çerçevede siz bir iş yapıyorsunuz, biz bir iş yapıyoruz,” der. Çok erken sayılabilecek yaşta aramızdan ayrılan Erol Güngör Hocamız da sağ entelektüel bir aydın olarak anarım hep.

Son olarak, ikna konusunda literatür yazmış bestseller eserleri olan Amerikalı iletişim ve motivasyon uzmanı Kevin Hogan ‘ın ikna üzerine söylediği önemli cümlelerle bitireyim:

Hogan diyor ki:

“… Sahip olduğunuz ve olacağınız, yapacağınız, deneyimleyeceğiniz her şeye başka insanlar sayesinde ve aracılığıyla ulaşacaksınız. Yaşam ‘ikna’dan ibarettir. Tüm dünya ikna üzerine kuruludur. Şayet ikna edememişseniz, zorbalıkla, aşırı güç kullanarak kazanacağınız bir galibiyetle zafere ulaşamazsınız. Kısacası yenmek, kazanmak her zaman zafer değildir.”

 

Benzer Haberler

1 Yorum


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir