Değerli Okuyucular:

Kırk yılı aşkındır Almanya’da yaşayan iki kız kardeşim, Süheyla ve Leyla, uzun bir aradan sonra Türkiye’yi ziyarete geldiler. Birlikte doğup büyüdüğümüz Iğdır’da on gün kadar doya doya zaman geçirdik.

 

Kız kardeşlerim Süheyla Aksoy ve Leyla Gül Özalp

Duygu yoğunluklu bu beraberlik benim için insan ruhunda nelerin değişip nelerin değişmediğini gözlemlemek anlamında ilginç bir deneyim oldu. Kökleriyle buluşan iki kız kardeşimin yüzleştikleri gerçeklikler, sevinçler, hayal kırıklıkları ve ruhlarını kuşatan duygu seli bir anlamda ülkelerinden göç etmek zorunda kalan her bireyin yaşadıklarının kısa bir özeti gibiydi.

ACI VE AYRILIK DOLU GÖÇLER

Özellikle Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere yani Avrupa ve ABD’ye yıllar süren göçler oldu. Bu göçlerin bazıları gönüllü bazıları da siyasi baskılardan kaçmak ve bir sığınak arayışı nedeniyle zorunluydu. Aileler parçalandı. Aradan yıllar geçti. Türkiye’de ve yurt dışında yaşayan aynı ailenin fertleri yani kardeşler arasında psikolojik, sosyolojik farklılıklar oluştu. Birbirlerine yabancılaştılar. Bu yabancılaşmanın getirdiği travmaların ciddi boyutlar kazandığını inkâr etmek mümkün değildir.

Hiç şüphesiz göçler, tarih boyunca insan hikayesinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Ekonomik imkânların peşinde koşmak, daha iyi bir yaşam umudu veya siyasi baskılardan kaçış, pek çok kişiyi anavatanlarından koparmıştır. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’den Avrupa ve Amerika’ya göç eden milyonlarca insan, yeni hayatlar kurarken bir yandan da derin kültürel ve sosyal dönüşümler yaşamıştır.

Göç, bireyler için hem bir fırsat hem de büyük bir stres kaynağıdır. Yeni bir ülkeye adaptasyon süreci, dil bariyerleri, kültürel çatışmalar ve ekonomik zorluklar, göçmenlerin karşılaştığı başlıca sorunlardır. Türkiye’den gelişmiş ülkelere göç edenler, genellikle daha iyi bir yaşam arayışı içinde olsalar da ayrıldıkları anavatanlarından yani köklerinden kopmanın yarattığı “kültürel yoksunluk” duygusu ile mücadele etmek zorundadırlar. Bu durum, kimlik krizleri, yalnızlık ve aidiyet duygusunun erozyonu gibi psikolojik problemlere yol açmaktadır.

Göç eden aile üyeleri ile anavatanda kalanlar arasında zamanla belirgin sosyolojik farklar ortaya çıkar. Göçmenler, gittikleri ülkelerin sosyal normlarına ve değerlerine uyum sağlamaya çalışırken, Türkiye’de kalan aile bireyleri genellikle geleneksel değerler çerçevesinde yaşamlarını sürdürürler. Bu durum, aynı ailenin farklı üyeleri arasında görüş ayrılıklarına ve uzun vadede yabancılaşmaya neden olmaktadır. Özellikle genç nesiller, kültürel farklılıklar yüzünden aile büyüklerinden uzaklaşmakta, iki kültür ve değer yargısı arasında kalarak bir anlamda “kimliksiz” bir duyguyla boğuşmaktadırlar.

Kız kardeşlerim için çocukluk yılları, zihinlerinde donmuş, el değmemiş gibi duruyordu. Halbuki gerçekler ve değerler değişmişti.  Rant hırsıyla yanıp tutuşan, “Hacı” lakaplı  kardeşleri, onları mahkemeye vermiş, yıllardır talan ettiği baba mirası yetmezmiş gibi bu kez kardeş hakkına göz dikip daha fazla pay kapmak için yalan dolu söylemleri etrafa yaymıştı. Ne de olsa kız kardeşleri Alamancıydılar. Paraları çoktu ve haklarını gasp etmek helaldi (!).

Kız kardeşler her ziyaret ettikleri dost evinde, Hacı’nın mağduriyet (!) dolu yalanlarıyla boğuşmak zorunda kaldılar, böyle bir duruma düşürüldükleri için derin bir hayal kırıklığı ve kızgınlığı yüreklerinde taşıyarak dolaşıp durdular.

Değişmeyen, değerlerine bağlı ve saygılı aile dostlarını gördüklerinde yürekleri mutlulukla doldu. Komşumuz Merhum Yusuf Taşkınsu’nun oğlu Ercan Taşkınsu, Melekli beldesindeki “Semeni” isimli lokantasında kardeşlerimi dostane duygularla ve cömertçe misafir ettiğinde itiraf etmeliyim kız kardeşlerimin gözleri doldu, “Demek, değişmeyen güzel şeyler de var!” diyerek teselli buldular. Aşiretimin ileri gelen iki önemli ismi, Hacı Reşit İldiz ve Tevfik Akpınar ile bir masada oturup çay içmek onlar için sonsuz bir mutluluk anlamındaydı. Çocukluk arkadaşları, Alıkızıl (Aşağı Topraklı) köyünden Merhum Kelbayı İbrahim Bayat’ın kızı Meliha’nın kanserle boğuştuğunu öğrendiklerinde ruhları karardı. Harabe olmuş baba evinin bahçesinde dolaştıklarında çocukluk hatıraları yeniden canlandı, hızla geçip giden zamanın geride bıraktığı soluk izlerde kaybolan anılarını canlandırmaya çalıştılar.

Fedakâr annemizin çocuklarını okutmak için bir ömür tükettiği Karakuyu köyündeki “Qom” isimli çiftlik evinin terkedilmiş ve virane hali, yüreklerini parçaladı. Ağrı Dağı eteklerinde görkemli bir şekilde uzanan Iğdır Üniversitesi Yerleşkesiyle gururlandılar.

Iğdır Üniversitesi Yerleşkesi (soldan sağa): Süheyla Aksoy, Leyla Gül Özalp, Rektörümüz Prof. Dr. Mehmet Hakkı Alma, Mücahit Özden Hun ve Şeval Hun

Evet dostlar! Göçler hem bireysel hem de toplumsal düzeyde derin izler bırakıyor. Türkiye’den dünyanın dört bir yanına yayılan ailelerin hikayeleri, göçün getirdiği zorluklar modern dünyanın en can alıcı meselelerinden birini oluşturmaktadır. Büyük göçler veren ve göçler alan ülkemizde insan dramını derinlemesine betimleyecek “Dış Göç Edebiyatı” nerdeyse hiç olmadı.

Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerine giden göçmenlerin yaşam mücadelelerini, kültürel çatışmalarını ve aile içi dinamiklerini ele alan sadece bir kaç eser biliyorum.

Dileğim odur ki Dış Göçle ilgili kültür ve edebiyat çalışmalarının derinlik kazanması, kopan ve ayrı kalan aile fertleri arasındaki duygu bağlarının sanatsal anlamda onarılmasıdır. Ülkemizin buna ihtiyaç duyduğunu biliyorum. Hiç şüphesiz, kaybolan yılları onarmak ve acı dolu yürekleri sevgiyle kucaklamak ülkemizin birlik ve beraberlik ruhunu daha da güçlendirecektir.

 

 

Benzer Haberler

2 Yorum



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir