27/04/2021

TARİH BOYUNCA TÜRK-KÜRT GÜCÜ

Değerli Okuyucular!

Evrensel etiğin bir gereği olarak, hiç kimse savaş istemek veya herhangi bir savaşı kışkırtmak veya savaş olacağını öngörerek toplumda huzursuzluk yaratma hakkına sahip değildir. Bu gerçeği bilerek bu yazıyı kaleme almamın benim için oldukça zor olduğunu yazımın başında belirtmek istiyorum. Binlerce yıldır insanoğlu huzur ve barış peşindedir ama aynı şekilde binlerce yıldır insanoğlu kendisini savaşın pençesinden kurtaramamıştır. Bu paradoks ulus-devletlerin çökmesine, etnik köken, din ve dil benzeri değerlerin yok olmasına kadar hiç şüphesiz devam edecektir. Şu an dünyanın onlarca yerinde küçük bir kıvılcımla korkunç ve yıkıcı savaşların ortaya çıkması an meselesidir. Bu savaşlardan birisi de son aylarda “haçlı ruhu” ile ülkemize karşı dayatılmış olduğundan en kötüyü öngörerek doğru kararları şimdiden almamız kaçınılmaz olmuştur.

TÜRK-KÜRT YABANCILAŞMASI

Önce az bilinen veya özellikle Türk ve Kürt kökenli ultra milliyetçi ve militarist kesimler tarafından seslendirilmek istenmeyen bir gerçeği paylaşacağım. 1984 yılından beri PKK Terör Örgütünün ortaya koyduğu eylemler, neden olduğu ölüm ve acılar Türk-Kürt ayrımını derinleştirmiş, iki ulusu önemli ölçüde birbirine yabancılaştırmış hale getirmiştir. Bu yabancılaşma her geçen gün devam etmekte, PKK tarafından inatla sürdürülen bu üstü örtülü çözümsüz savaşa mantıklı ve diplomatik bir yaklaşım gösterilmezse “haçlı” mantığının özellikle devletimize büyük bir bedel ödettirme aşamasına geleceği kesin görünmektedir.

MAVİ VATAN

Asıl konuya girmek istiyorum: Biliyorsunuz uluslararası ilişkiler terminolojisine yeni bir kavram eklendi: “Mavi Vatan”. Bununla bir ülkenin kıta sahanlığı yani karasuları kast edilmektedir. Son birkaç yıldır Doğu Akdeniz’de her ülke bir anlamda kendi keyfine göre bir bölgeyi “Mavi Vatan” olarak ilan etmekte ve başka ülkelerin bu sınırlara saygılı olmasını beklemektedir. İşin korkunç yanı Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin ilan ettikleri “Mavi vatan” sınırları birbiriyle örtüşmekte, aynı bölgeyi farklı ülkeler sahiplenmektedirler. Özellikle son birkaç yıldır diplomatik ve üstü örtülü tehditlerle taraflar kendi isteklerini karşı tarafa kabul ettirmek için çaba göstermektedirler. Gelinen aşamada diplomasi çökmüş, gidişat kendi haline bırakılmıştır. Bu durumda Doğu Akdeniz’de savaş kaçınılmaz bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır.

MAVİ VATAN SINIRLARI

Savaş, ilk aşamada sanki Türkiye ve Yunanistan arasında olacak gibi görünecektir. Ultra milliyetçi Türklerin gururla, “Onları bir daha denize dökeriz” dediklerini duyar gibi oluyorum. Ancak Yunanistan bu kez arkasına büyük güçleri alarak savaş sahnesine çıkmaktadır. ABD ve Fransa uçak gemilerinin biri gelmekte diğeri gitmektedir. İsrail 60 uçağını Güney Kıbrıs’a olası bir savaşta Yunanistan’ın yanında yer almak için yerleştirmiş ve savaşa hazır durumdadır. Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve her şeyden önce Avrupa Birliği (Haçlı Seferi) Yunanistan’ın arkasındadır. Yunanistan’ın Avrupa Birliği üyesi olması elini daha da güçlendirmektedir. Şu anda her şey Yunanistan’ın lehinedir. Savaş karada olmayacak, denizde olacaktır. Türk deniz filosu eğer sadece Yunan deniz filosuyla savaşsaydı bu durumu sorun yapıp bu makaleyi kaleme almazdım. Ancak durum çok farklı ve bu vahim gerçeği bilerek hareket etmemiz gerekmektedir.

Her şeyden önce Ege denizindeki irili ufaklı yüzlerce Yunan adası ve ayrıca Lozan Antlaşmasına göre silahlandırılması yasak olmasına rağmen yanı başımızdaki on iki ada en ağır silah ve füzelerle donatılmışlardır. Bu koşullarda Türk savaş filosu Ege denizine açılırsa üç yönlü kuşatma arasında kalacaktır: Birincisi, adalar arasından geçerken uğrayacağı füzeli saldırılar; ikincisi, ABD ve Fransa uçak gemileri, Yunan ve İsrail savaş uçaklarının müdahalesi ve üçüncü olarak Yunanistan’ın kendi savaş filosudur.Açıkça söylüyorum: Bu koşullar altında yapılacak bir deniz savaşı devletimiz için ikinci bir İnebahtı deniz yenilgisi olacaktır. Hiç boşuna övünmeyelim savaş durumunda Türk deniz filosu Doğu Akdeniz’de manevra yapamaz duruma gelecektir.

İnebahtı Deniz Muharebesi

İnebahtı Deniz Muharebesi ile ilgili olarak bir hatırlatma yapmak istiyorum: 7 Ekim 1571 tarihinde Osmanlı Devleti ile Haçlı donanmaları (tıpkı bugünkü gibi)arasında, Korint Körfezinde İnebahtı yakınlarında yapılan deniz muharebesinin adıdır. II. Selim döneminde meydana gelen bu deniz savaşında Osmanlı  donanması büyük hasar görmüş ve Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemi sona ermiş, duraklama dönemi başlamıştır.

Özellikle 104 Emekli Amiralin bildirisiyle moral gücü çökmüş Deniz Kuvvetlerinin böyle bir savaşta üstünlük kazanacağına şans vermiyorum. Fransa uçak gemisi bölgeye geldiğinde sondaj gemimiz Oruç Reis, “teknik arıza” bahanesiyle kıyıya çekilmiştir. Doğu Akdeniz’de “Mavi Vatan” sınırlarımızı belirlemek konusu en ciddi boyutuyla önümüzde dururken dikkatleri başka konulara çekmek vatana ihanettir. Ancak maalesef ciddiyeti olmayan konular gündemi işgal etmekte, moral gücümüze kendi elimizle zarar vermekteyiz.

Öyle görünüyor ki er veya geç Doğu Akdeniz’de bir hesaplaşma olacaktır. Sahadaki gerçek durumu dikkate aldığımızda Türk Deniz filosunun yetersiz kalacağını söylememiz mümkündür. Bir deniz yenilgisi elbette devletimiz ve bizler için yürek yakıcı bir durumdur. Hava kuvvetlerimiz ne yazık ki ABD, Fransa, İsrail ve Yunanistan filosuyla uzun süreli bir savaşta baş edecek durumda olmadığını söyleyebiliriz. Gurur vesilemiz SİHA’lara karşı İsrail, Türkiye’ye yakın bir Yunan adasını füzelerle donatmış durumdadır. Böyle bir durumda ülkemizin müttefik bulması da zor olacaktır. Rusya ve İran sırtını Türkiye’ye dönmüş durumdadırlar. İran kendi derdiyle boğuşmakta, Rusya da Ukrayna savaşının planını yapmaktadır.

Deniz ve hava gücümüz etkisiz duruma getirildiğinde geride sadece Kara Kuvvetlerimiz kalacaktır. Kara kuvvetlerimiz devreye girdiğinde savaşın seyri değişecektir.

Kara savaşı başlayınca Kürt-Türk askerleri omuz omuza çarpışacaklardır. Sakın Orta-Asya’yı boydan boya kaplayan Türki Cumhuriyetlerden ordu, uçak gibi yardım hayal etmeyiniz. Yerlerinden bile kıpırdamayacaklardır. Onların dostluğu yılda bir yapılan yuvarlak masa toplantısından ibarettir.

Tarih bize kanıtlamıştır ki ne zaman Anadolu’yu mesken edinmişTürk-Kürt güçleri omuz omuza savaştıklarında asla yenilmemişlerdir. Şimdi isterseniz tarihin derinliklerine inip Türk-Kürt askeri dayanışmasından örnekler vererek bugüne gelelim.

MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ

Malazgirt Meydan Muharebesi, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen arasında gerçekleşmiştir.  Çok fazla detaya girmeyeceğim. Bizans Devleti, Oğuz Türklerinin akın akın Anadolu’ya geldiğini görünce bu gidişata son vermek için Doğu seferine çıkar. Bizans ordusu;Sivas bölgesinden Ermeniler, Balkanlardaki Türk kökenli Peçenek ve Kıpçaklar, ayrıca Slav, Got, Alman, Frank (Fransız), Gürcü ve Uz askerlerinden oluşuyordu. Dikkatinizi çekmek istediğim nokta Türk kökenli Peçenek ve Kıpçakların da Bizanslıların yanında yer almasıdır.  200 000 kişilik Bizans Haçlı Ordusu Malazgirt’e doğru yola çıkar.

Malazgirt Meydan Muharabesi

Halep’te iken Bizans Ordusunun Doğu’ya hareketlendiğini duyan Alparslan yanına aldığı 30 000 savaşçısıyla Diyarbakır üzerinden Malazgirt’e doğru harekete geçer. Elbette Alparslan’ın Bizans ordusunun sayısından haberi yoktur.

Şimdi asıl konuya gelelim: 10’ncu ve 11’nci yüzyıllarda Diyarbakır’da 100 yılı aşkın hüküm sürmüş Mervaniler (985-1085) isminde bir Kürt Devleti vardı (Kürtçesi: DewletaMerwanî, XanedanaMerwaniyan). Mervaniler Sünni mezhebinin Şafii koluna bağlıydılar.

1061 yılında Nasırüddevle’nin ölümünden sonra Mervanî Devleti’nin başına oğlu Nizameddin Nasr geçti. Nizameddin Nasr da önceki Mervanî hükümdarları gibi inşa çalışmalarına önem verir. Bugün Dicle Nehri üzerinde bulunan On Gözlü Köprü 1065 yılında Nasr tarafından inşa ettirildi.

Dicle üzerinde on gözlü köprü

Nasırüddevele, Selçuklu Devleti’yle ittifak yapar. Bu işbirliği neticesi olarak Mervaniler, Malazgirt Savaşı’na Selçukluların yanında 10 bin atlı ile katılırlar.Böylece Alparslan’ın asker sayısı 40 bine ulaşır. Savaş sırasında Mervani Kürt atlıları en zor görev olan sağ cenapta yerlerini alırlar.

Sultan Alparslan karşısında 200 000 kişilik Bizans ordusunu görünce şaşırır hatta cesareti kırılır. Savaşı kesin olarak kaybedeceğine inandığı için beyaz kefenini giyerek ordusunun önüne çıkar.

Mervani Kürt Devleti

Savaş başladığında ilk anda Bizans ordusu hızla ilerler. Bizanslılardan zulüm görmüş Ermeni askerleri Bizans ordusunu terk edip kaçarlar. Bu durum Bizans ordusunda büyük bir hayal kırıklığı yaratır. Mervani Kürt savaşçıları hilal şeklinde olan saldırı düzeninin en sağında yer aldıkları için Bizans ordusunu ablukaya almaya çalışırlar. Bu aşamada Bizans ordusunda yer alan Peçenek ve Kıpçak Türkleri,Mervani Kürt saldırısına dayanamayarak Alparslan’a katılırlar. Devasa Bizans ordusu bir anda neye uğradığını şaşırmış durumdadır. Çok geçmeden Bizans ordusu dağılır ve düzensiz olarak sağa sola kaçmaya başlar. İmparator Diyojen esir düşer.

Yukarıdaki bilgiler ne yazık ki ne Tarih kitaplarında bize anlatılır ne de Televizyonlarda boy gösteren şarlatan tarihçiler Mervani Kürt varlığından bahsederler. Malazgirt Zaferi, Türk ve Kürtlerin omuz omuza vererek kazandıkları ilk zaferdir.

HİTTİN SAVAŞI (1187)

Hittin, bugünkü İsrail toprakları içinde kalan bir bölgenin adıdır. 1994 yılında bölgeye gitme şansım olmuştu. Uzaktan bakıldığında bir öküzün boynuzları gibi iki ayrı kocaman tepe vardır. Hittin bölgesinden aşağıda uzak olmayan bir mesafede Taberiye gölü (tatlı su) bulunmaktadır. Etrafta başka da su kaynağı yoktur.

RESİM: Hittin Savaşı ve Hittin tepeleri

Hittin Savaşı ve Hittin tepeleri

Ortaokul ve Lise yıllarımda Selahaddin Eyyubi bizlere Türk komutan olarak tanıtılmıştı. Selahaddin Eyyubi’nin Kürt olduğunu Paris’te çalıştığım şirketin başkanı bir sohbet sırasında açıklamıştı. Avrupa’da Selahaddin Eyyubi’nin sadece cesareti değil özellikle düşmanlarını bağışlamakta gösterdiği cömertliğiyle ün saldığını, şövalyelik kavramının Selahattin Eyyubi ile önem kazandığını ifade etmişti. 19’ncu yüzyılda yaşayan ünlü İskoçyalı yazar WalterScott bir kitabında Selahaddin Eyyubi’nin kılık değiştirerek düşmanı Aslan Yürekli Rişard’ın çadırına nasıl gizliden girdiğini ve yanında getirdiği doktorla İngiliz Kralını iyileştirdiğini yazar.

O yıllar Google olmadığından George Pompidou kütüphanesine giderek ansiklopedileri karıştırdığımı hatırlıyorum. Bütün kaynaklar net bir şekilde Selahaddin Eyyubi’nin Kürt kökenli olduğunu yazıyordu.  Nasıl ki Malazgirt Savaşında Mervani Kürtlerinin 10 bin kişilik atlı desteğine Tarih kitaplarında yer verilmiyorsa, benzer şekilde Selahattin Eyyubi de Türk Hükümdar olarak tanıtılmaktadır. Bir Fransız Selahaddin Eyyubi’nin kökenini ve geride bıraktığı ölümsüz mirası biliyordu ama bir Kürt olarak benim bundan haberim yoktu. Kürtleri yok sayan Türk eğitim sistemine kızgın olduğumu çok iyi hatırlıyorum. Türklerin onlarca büyük komutanı varken Selahaddin Eyyubi’yi kendilerine mal etmelerini zavallılık olarak değerlendirmiştim.

Kudüs üç semavi din (Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık) tarafından kutsal sayılmaktadır.Müslümanlar için Kudüs, Mekke ve Medine’den sonra üçüncü en kutsal şehirdir. Kur’an’a göre Hz. Muhammed, Miraç’a bu şehirden çıkmıştır. Kudüs, Yahudiler için en kutsal şehirdir çünkü kutsal kitaplarına göre, İsrail Kralı Davud, Milattan Önce Kudüs’ü Birleşik İsrail Krallığı’nın başkenti olarak inşa etti ve oğlu Kral Süleyman, İlk Tapınağı şehrin içinde kurdu. Hristiyanlar için Kudüs’ün kutsallığı, Yeni Ahit’e göre İsa’nın bu şehirde çarmıha gerilmesinden dolayıdır.

1095 yılında yapılan Birinci Haçlı Seferinde Kudüs Haçlıların eline geçmişti. Bu durum Müslüman ahalide büyük bir hayal kırıklığının doğmasına neden olmuştu.

Selahaddin Eyyubi’nin dedesi Şadi, bugün Iğdır’dan 40-50 km uzaklıkta Ermenistan toprakları içinde kalan Divin şehrinde doğup büyümüştü. İsterseniz Selahaddin Eyyubi’nin kendi kaleminden hayatının ilk yıllarına bir göz atalım:

“Önce, ben Kürdüm. Ramadi aşiretindenim. Bu aşiret, Kürtlerin en eski ve asil aşiretlerinden biridir. Aşiretin yerleşik yeri, Batı Azerbaycan’dır. Dedem Şadi’nin babası Mervan’dan önceki soyumuz üzerine fazla bilgim yoktur. Bizim beşiğimiz sayılan Divin, 10. yüzyılda Küçük Ermenistan’ın başkenti idi. Buraya İç Ermenistan da diyorlardı. Amcam Şêrkuh ve babam Eyup,Divin’de dünyaya geldiler. 1128’de Divin Türkmenlerin saldırısına uğradığında, dedem Şadi iki oğlunu ve karısını yanına alarak, canlarını Türkmenlerin acımasız katliamından kurtarmak için Bağdat’a doğru yola çıkmışlar.Şadi dedemin Bağdat’taki bir dostu sayesinde Tikrit (Irak) şehrinin komutanlığını babama vermişler.”

Çok fazla uzatmayı doğru bulmuyorum. Bu yıllarda Halep ve Şam bölgesi Türk kökenli İmadeddinZengi’nin elindedir. Zengi bir savaşta yenilince Tikrit’e sığınır. Sonraki yıllar bu kez Şadi ve ailesinin başı Irak’taki bir hanedanla belaya girer, Selahaddin Eyyubi’nin doğduğu gece tüm aile Tikrit’ten kaçar, Şam’a gidip Zengi’ye sığınırlar. Zengi de eski dostu Eyyub’uŞam’da kale komutanı yapar. Bir gün güç kazananİmaddedin Zengin, Selahaddin Eyyubi ve amcası Şirkuh’u Mısır’ı almakla görevlendirir. Şirkuh, Mısır’ı alır, Zengi’ye bağlar. Şirkuh Mısır’da vefat eder. Yerine Selahaddin Eyyubi geçer. İmaddeddinZengi de vefat edince Şam’da taht kavgası başlar, Selahaddin Eyyubi Mısır’dan Şam’a gider, Türk ve Kürt toplumlarının liderliğini eline alır.

Kudüs’ü ele geçirmek için hazırlıklar yapar. Selahaddin Eyyubi’nin ordusu Kürt ve Türklerden oluşmaktaydı. Çok az sayıda Arap piyade vardır. Savaş. Hittin bölgesinde olur. İslam Ordusu Taberiye gölüne giden yolu kapatır. Arazidaki çalılıkları ateşe verir. Temmuz sıcağında susuzluktan kavrulan Haçlılar daha fazla dayanamaz, yenilirler. Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü ele geçirir, tek bir sivilin bile kanın dökülmesine engel olur, isteyenlerin fidye ödeyerek şehirden çıkıp gitmesine izin verir.

Kısacası Türk-Kürt dayanışmasıyla Haçlı ordusu yenilgiye uğratılır, tarihte yeni bir sayfa açılır.

ÇALDIRAN SAVAŞI (1514)

Yavuz Sultan Selim, Doğu’da Safevi Hükümdarı Şah İsmail’i kendisine rakip görmektedir. Bunun nedeni mezhep çatışmasıdır. Safevi şeyhlerinin Anadolu’da çok sayıda müritleri olduğu, bu müritlerin sıkça şeyhlerini ziyaret ettikleri, beraberinde hediyeler götürdükleri ve şeyhlerinden eğitim almak için İran’a gittikleri bilinmekteydi. Osmanlı Devleti, Şah İsmail’in Şii inanışına sahip olmasını, Anadolu’da büyük bir taraftar kitlesine hükmetmesini ve üstelik gittikçe güç kazanmasını büyük bir tehdit olarak görmüştür.

Sünni kökenli Kürt hükümdar ve beyleri gönderdikleri heyet aracılığıyla Sultan Selim’i Safeviler üzerine sefer yapmaya davet ederler. Eğer Sultan sefere çıkarsa kendilerinin de Osmanlı ordusunun saflarında savaşacaklarını ve zaferden sonra Osmanlı devletinin tabiiyetini kabul edeceklerini belirtirler.  Bir anlamda Yavuz Sultan Selim’i Safevilere (Şiilere) karşı savaşa çıkmaya Kürt kökenli İdris-i Bitlis’i ikna eder. Şii Safevilerle, Sünni Kürtler arasındaki savaş, Çaldıran savaşından önce başlamıştı. Eğer Kürt beylerinin askeri destek teminatı olmasaydı Yavuz Sultan Selim, İran’a doğru yola çıkmaya cesaret edemeyecek, muhtemelen Anadolu,Safevilerin yönetimine girecekti. Çaldıran zaferinden  sonra Kürtlerin tamamı Osmanlı egemenliği altına girmiş, Sünni Türk ve Kürt ittifakı bir kez daha tarihte önemli bir rol oynamıştır.

HAMİDİYE ALAYLARI

Fransız Devrimiyle Ulus-Devlet kavramı ortaya çıkar. Ulus-Devlet anlayışı tek etnik grup, tek dil ve tek din temeli üzerine kurgulanmıştır. Eğer kurulan Ulus-Devletin içinde başka azınlıklar veya dini gruplar varsa onların baskı altına alınması hatta yok sayılması bir anlamda Ulus-Devlet’in bekası için gerekli olmuştur.

Yunanlılar, 1832 yılında imzalan İstanbul Antlaşmasıyla bağımsız ulus-devlet olunca, bu durum Osmanlı Devleti bünyesindeki tüm halkları etkilemiş ve kendi ulus-devletlerini kurmak için harekete geçmelerine neden olmuştur. Anadolu’da yaşayan Ermeniler, ulus-devlet bilincine Kürtlerden çok daha önce varmışlar, 19’ncu yüzyılın sonunda iki büyük parti kurarak bu mücadeleyi başlatmışlardır.

Müdahale edilmezse Ermenilerin Doğu Anadolu’da bir ulus-devlet kuracaklarını öngören Sultan Abdülhamit, Kürt beylerini İstanbul’a davet ederek yardım ister. Çeşitli paye ve unvanlar vererek Hamidiye Alaylarının kurulmasını sağlar. Sonraki yıllar Osmanlı Devleti, Hamidiye Alaylarının yardımıyla Ermenileri geri püskürtmüş, bağımsız bir ulus-devlet kurmalarını engellemiştir. Bu ittifak Türk-Kürt dayanışmasının bir başka örneği olarak tarihe geçmiştir.

ÇANAKALLE SAVAŞI

Türk tarihçileri çok vefasızdırlar. Çanakkale Savaşına sanki sadece Türkler katılmışlardır gibi bir tarih yazmışlardır. Her şeyden önce Çanakkale Savaşı Osmanlı Devleti zamanında olmuştur. Osmanlı Devleti ve ordusu çeşitli milletlerden ve halklardan oluşuyordu. Kürt Hamidiye birlikleri de Çanakkale Savaşında yer almışlardır.

Kürt Hamidiye Alayları Çanakkale Savaşına gitmeden Sultan’ı İstanbul’da ziyaretleri

Türk tarihçilerin diğer zaafı da Mustafa Kemal Atatürk’ü Çanakkale Savaşının en büyük komutanı olarak sunmalarıdır. Mustafa Kemal savaşa Yarbay olarak katılmış, savaşı Albay rütbesiyle tamamlamıştır. Askerlik yapanlar bilir. Askerlikte her şey emir komuta zinciri içinde yürür. Yarbay, Albaydan emir alır; Albay, Tuğgeneralden; Tuğgeneral, Tümgeneralden; Tümgeneral, Orgeneralden; Orgeneral,Mareşal’dan ve nihayet Mareşal da Savaş Bakanından emir alır.

Çanakkale Savaşının planını Alman kökenli Mareşal Liman VonSanders ve Savaş Bakanı Enver Paşa birlikte yapmışlardır. Protokol sıralaması yapıldığında Mustafa Kemal’in ismi çok aşağılarda olduğundan bu toplantılarda yer almamıştır. Mustafa Kemal hiç şüphesiz büyük bir komutandır. Hiç tanımadığı Erzurum’a gelip (aşireti veya akrabaları yoktur) askeri elbiseyi çıkararak sivil mücadeleyi başlatması ve zaferle taçlandırması O’nu zaten dünya tarihinin en büyük liderlerinden birisi yapmaya yeterlidir ama gereksiz abartı Mustafa Kemal Atatürk’e zarar vermekten öteye gitmez.

Kısacası Çanakkale Savaşında Kürtler de yer almış, savaşın sıkıntılarına Türklerle birlikte göğüs germişlerdir. Çanakkale Savaşına sadece Türklerin katıldığını söylemek tarihsel bir vefasızlıktır.

KURTULUŞ SAVAŞI

Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımı gerçek anlamda Erzurum Kongresi’yle atılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk kendilerine destek vermesi için Kürt ileri gelenlerinden yardım istemiş, Kürt bey ve ağaları hem Erzurum Kongresine katılmış hem de Kurtuluş savaşında yer almışlardır. Ermenilerin Doğu Anadolu’da yenilgiye uğratılmasında hiç şüphesiz Kazım Karabekir tarafından tekrar canlandırılan Hamidiye Alaylarının büyük hizmetleri olmuştur. Kısacası Türk-Kürt beraberliği Cumhuriyetin kuruluşuna giden yolda da önemli bir rol oynamıştır.

Kürtlerin de diğer halklar gibi kendi Ulus-Devletini kurma hakkı vardı. Ancak Kürtler dil ve din anlamında dört parçaya bölünmüştü ve bölünmüşlük halen devam etmektedir: Kurmanç-Alevi; Kurmanç-Sünni; Zaza-Alevi ve Zaza Sünni.

Eğer bütün Kürtler o dönem örneğin Kurmanç Alevi veya örneğin Zaza-Sünni olsaydı Kürdistan Cumhuriyetinin kurulmasına kimse engel olamazdı. Bir örnek vermek isterim: Soranca konuşan Sünni Şeyh Mahmut Berzenci Süleymaniye’de Krallığını ilan ettiğinde,Kurmançça konuşan Sünni Barzani ailesi Berzenci’ye yardım etmemiştir. Birlikte hareket etselerdi Irak’ta bir Kürdistan Devleti 1920’li yıllarda kurulacaktı.

Sonraki yıllar benzer durum Anadolu’da da yaşanmıştır. Kurmanç-Alevi isyanı olan Koçgiri; Kurmanç-Sünni isyanı olan Ağrı Dağı İsyanı; Zaza-Sünni isyanı olan Şeyh Sait İsyanı ve Zaza-Alevi isyanı olan Dersim isyanları sırasında taraflar birbirine yardım etmemişlerdir. Doğrudur Mustafa Kemal, Lozan Antlaşmasında Kürtlere verdiği sözleri tutmamıştır. Ulus-Devlet kurma mücadelesi yürüten Mustafa Kemal, karşısında dağınık Kürt liderleri ve grupları görünce muhatap bulamamış, sonuçta onları yok saymış, bu koşullarda Türkiye Cumhuriyeti ulus-devleti kurulmuştur. Dönemin koşulları dikkate alındığında bu oldukça makul ve kabul edilebilir bir durumdu.

Bugün geriye dönüp hesap sormanın bir anlamı yoktur. Ulus-devlet olmanın en önemli unsuru ülkenin tek dil, tek din ve teketnik gruptan oluşmasıdır. Bu yüzden Cumhuriyet dönemi boyunca Kürtçe yasaklandı, Kürtlerin kimliği yok sayıldı. Görünüşte herkes Türk oldu ama özde Aleviler, Kürtler dini ve etnik bir farklılık yaratıyordu. Bu şekilde inkâr politikalarıyla bugünlere geldik. Ulus-devlet yapılanması için bu inkârların da bir mecburiyet olduğunu kabullenmemiz gerekir.Unutmayalım ki aynı sıkıntıyı Fransa gibi onlarca ülke de yaşadı ve yaşamaya devam ediyorlar.

Şu kadarını söylemek isterim ki Kürt Hamidiye Alaylarının yardımı olmasaydı Kazım Karabekir’in Ermeniler karşısında pek şansı olmayacaktı. Doğu Anadolu kurtulmasaydı, Batı Anadolu’ya asker ve malzeme sevki de imkânsız hale gelecek,  Kurtuluş Savaşı sonu belirsiz bir yöne doğru gidecekti.  Vicdanen ve tarihi gerçekleri ele alarak konuştuğumuzda Türk-Kürt el ele vererek Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır.

KORE VE KIBRIS SAVAŞLARI

1950-53 yılları arasında yapılan Kore Savaşına ve 20 Temmuz-14 Ağustos Kıbrıs Harekâtlarında da Türk-Kürt askerleri birlikte savaşmışlardır.

AKDENİZ SAVAŞININ AKIBETİ

Türkiye şu andaisteklerinden vazgeçmese de Doğu Akdeniz’de geri atmış durumdadır. Araştırma ve sismik gemileri “Mavi Vatan” olarak hak iddiasında bulunduğumuzsulardan çekilmiştir. Türkiye’ye karşı hiç bu kadar müttefiki arkasına almamış olanYunanistan, savaş için küçük bir bahane ve kışkırtmapeşindedir.

Savaşın olması durumunda deniz ve hava kuvvetlerimiz kısa sürede devre dışı bırakılacaktır. Sıra Kara Kuvvetlerine gelecektir. Tarih boyunca mucizeler yaratan Türk-Kürt dayanışması devreye girecek, usulsüz olarak silahlandırılan on iki adalar ve Kıbrıs’ın tamamı ele geçirilmesi en önemli hedef olacaktır. Sanırım böyle bir aşamada Montreux antlaşmasını tek yanlı feshedip kendi sularımızın egemen gücü olmalıyız. Her şey hayal gibi gelebilir ama 200 bin kişilik Bizans Ordusunu 40 bin kişilik ordusuyla yenen Alparslan’ın zaferi de bir hayaldi. Aynı şekilde başta sonra zırhlı şövalyelerle savaşa giden Haçlıları çıplak elleriyle bozguna uğratan ve Kudüs’ü fetheden Selahaddin Eyyubi’nin başarısı da bir hayaldi.

Kürtler tarih boyunca asla Türkleri arkadan vurmamışveya böyle bir hesabın içinde olmamıştırlar. Hatta iddia edebilirim ki olası bir Akdeniz Savaşında, illegal Kürt örgütleri Haçlı güçlerine karşı Türk Ordusuyla birlikte savaşmasa bileteröre son verip sessizliği tercih edeceklerdir. Bu gerçeklik saçma ve imkansız görünebilir ama tarih hep “imkansızların” ortaya çıkması ve aşılmasıyla yoluna devam etmiştir.

Türk-Kürt dostluğu ve dayanışması yenilmez ve ebedidir. Var olan eksiklikler barış içinde ve karşılıklı anlayışla aşılacaktır. Kürtler emperyalist güçlere güvenerek değil, Türk kardeşleriyle geliştirecekleri dayanışmayla zorluklarını aşarak ilerleme sağlayacaklardır.

RAMAZAN AYI FIKRA & ANEKDOTLARI

Not: Aşağıda okuyacağınız fıkra ve anekdotlar ilk kez yayımlanmaktadırlar.

PİDE SIRASI

Iğdır Türkiye’nin en doğusudur. Durum böyle olunca iftar saati de en erken olan illerden birisidir.  Örneğin Iğdır’da iftar 18:54’de açılmasına rağmen İstanbul’da iftar vakti 19:56’dır. Yani arada bir saat fark vardır. Bir gün Ramazan ayının yarısını Iğdır’da geçiren bir Iğdırlı İstanbul’a gitmek zorunda kalır. Pide için kuyruğa girer ama sıra uzundur. Sık sık saatine bakar. Iğdır’ı düşünerek iftar vaktinin yaklaştığını ve geç kalabileceğini düşünür. Önündekinin omzuna vurur: “Beyefendi, ben Iğdırlıyım. Benim iftar saatime az kaldı. Önünüze geçebilir miyim?”  Adam oldukça kibar bir dilde cevaplar, “Elbette, buyurun!”.

Iğdırlı bir sıra öne geçtiği için sevinçlidir. Bu kez önündeki hanımefendiden, daha sonra başka birinden rica ederek bu şekilde ön sıraya doğru hayli ilerler.” Önünde bu kez başka bir beyefendi vardır. Omzuna vurup önüne geçmek için ricada bulunur. Beyefendi, söyleneni makul bir ifadeyle dinler, gülerek cevaplar: “Ben de Karslıyım. Hepimiz İstanbul’daki iftar saatini beklemek zorundayız. İftar vaktine daha bir saat var. Telaşlanmayınız!”

Iğdırlı kendi kendine düşünür: “Iğdırlı olmanın avantajıyla kuyruğu yarıladım ya! Gerisi önemli değil! Zaten Karslılar oldum olası Iğdırlıların önüne hep taş koymuşlardır. Allah’tan vilayet olduk da Karslılardan kurtulduk!”

CAMİ ŞEREFESİ

Hoparlör sistemin henüz olmadığı yıllarda cami hocaları saati gelince minare içindeki dolambaçlı, zahmetli merdivenleri çıkar, şerefeden (minare balkonundan)çıplak sesle ezan okuyarak iftar saatinin geldiğini duyururdular.

Iğdır’daki bir caminin hocası oldukça kiloluydu. Şerefeye kadar 56 adım olan merdivenleri tırmanmak O’na zulüm gibi geliyordu. Bir gün karar verir. Eline yağlı boya kutusunu alır. Her sekiz basamaktan sonra basamak üzerine sırasıyla 1, 2 …diye yazar. Şerefe seviyesine gelince zemine de kocaman bir 7 deseni çizer.

Bir gün hoca hastalanır. Geçici olarak bu görevi üstlenen genç bir hoca merdivenleri çıkarak şerefeye ulaşır. Basamaklara yazılı olan sayılara bir anlam veremez. Şişman hoca iyileşip geri gelince genç hoca merakla sorar:

“Hocam, basamaktaki sayılar ne anlama geliyor?”

“Hocam, biliyorsunuz Cennet yedi katlıdır. Her katta durup dua okuyorum. Şerefeye vardığım zaman kendimi Cennette hissediyorum.”

“Aşağı giderken de dua okuyor musunuz?”

“Hocam, sizinki de laf mı? Cehenneme giderken dua okumanın ne anlamı var?”

ORUÇ 

Mübarek Ramazan gününde kızını kaçıran mahallenin serserisi Oruç’a kızan baba seferber olur, tanıdıklarının yardımıyla her köşede Oruç’u ve kızını arar. Öylesine sinirlenmiştir ki dini akidelere bağlı inançlı birisi olmasına rağmen Ramazan’ı unutup sigara üzerine sigara içer. Akşam olunca ümidini kesip eve döner. Sofraya oturunca iki elini havaya kaldırır: “Ey Allah’ım bugün iki orucu da kaçırdım. Senin orucunu tekrar tutacağım. Beni affet! Ama o pezevenk Oruç’u yakalarsam ne yapacağımı biliyorum.”

İFTAR VAKTİ

O yıl Ramazan ayı Nisan sonuna denk gelmişti. Evimizin balkonundan Merkez Camiinin şerefesini ve minaresini görmek mümkündü. Henüz çok katlı binaların Iğdır’ı boğmadığı çocukluk yıllarımdı. Babam muntazaman oruç tutardı. Annem, babamın sofrasına hazırlamış, babam da sabırsız bir şekilde masaya oturmuştu. Rüzgârlı havalarda ezan sesini duyamazdık. İftar olduğunu anlamanın en doğru yolu şerefenin ışıklarının yanıp yanmadığını görmekti.

Ezan sesini duymayınca babam erkek kardeşime balkona çıkıp şerefenin ışıklarının yanıp yanmadığını kontrol etmesini istedi. Babam, “Caminin ışıkları” dese sorun olmayacaktı. Kardeşim “Şerefe” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyordu. Evimizin önünde sokak lambası vardı. Babam “ışıkların yanıp yanmadığını…” diye bir cümle kurduğu için kardeşim kendi kendine, “Herhalde babam sokak lambalarının yanıp yanmadığını bilmek istiyor,” diye bir sonuca varır. Koşarak içeri girer: “Baba ışıklar yanıyor.”Babam da iftarını açar. 5-10 dakika sonra ezan sesi duyulunca babam ürperir:

“Oğlum! Şerefenin ışıklarının yandığını gördüğüne emin misin?”

“Evet baba! Hatta bir leylek de üzerine konmuştu.”

RAMAZAN SİNEMASI

Ramazan ayında sinemalar kapanmazdı. Çocukluğumda dört sinema tanıdım: Saray, Aras, Serhat ve Güneş sinemaları. Saray sinemasında tek bir film seyrettim. Erken bir zamanda kapandı. Geriye Aras ve Serhat sinemaları kalmıştı. Uzun yıllar bu iki sinema yarış halinde sinemaseverlere hizmet sundular. Sonraki yıllar Güneş sinemasını açıldı. Ben Aras sinemasının müdavimiydim.

Teyze oğlum Hasan o yıllar oldukça mütedeyyin yani dindar idi. 9-10 yaşlarındaydı ama namazını kaçırmazdı. Günah işlememeye dikkat eder, üzerinde onlarca muska taşırdı.

Bir gün mahallenin çocukları olarak bir Yılmaz Güney filmi seyretmeye gittik. O yıllar Yeşilçam filmlerinde değişmeyen bir senaryo vardı. Başoyuncu bir bardan içeri girer. Bir dansöz sahnededir. Başoyuncu bir masaya oturur. Nedense dansöz de O’na ilgi gösterir. Yan masadaki kalabalık “züppe” takımı bunu kıskanır, ya başoyuncuya laf atarlar ya da dansöze sarkıntılık ederlerdi. Sonuçta yumruklar konuşur ve başoyuncu bizim alkışlarımızın eşliğinde“züppeleri” tek tek yere sererdi.

Hasan için tek sorun, dansözü izlemenin günah olduğuna kendisini inandırmasıydı. En yakın arkadaşı bendim. Dansözlü sahne başlayınca Hasan gözlerini kollarıyla kapatır, kulağıma fısıldardı: “Dansöz sahnesi bitince haber ver!”

Yeşilçam yapımcıları da film ilgi çeksin diye sekse susamış Anadolu’nun ergen gençliğinin zaafını kullanır, dansöz sahnelerini uzun tutardı. Hasan iki de bir yalvarır ses tonunda, “Hele bitmedi mi?” diye sorar dururdu. Ben, kendisine her zaman doğru bilgi verirdim.

Yine Ramazan günüydü. Sinemaya gittik. Hasan koltuk sırasının diğer ucuna kardeşim Ahmet’in yanına oturdu. Ahmet’in Hasan’ın bu dini hassasiyetinden haberi yoktu. Hasan da Ahmet’ten bu konuda bir istekte bulunmamıştı.

Film dansöz sahnesiyle başlayınca Hasan hemen kollarıyla gözlerini kapar, iki de bir Ahmet’in kulağına uzanır, “Sahne bitti mi?” diye sorar. Ahmet bu soruyu“Film bitti mi?” olarak anlar ve her seferinde “Hayır!” diye cevaplar. Filme ilgi fazla olduğu için ek bir seans yapmak niyetinde olan sinema sahibi zaman kazanmak için 10 dakikalık ara vermez. Film biter ama Hasan hala kollarıyla gözlerini kapamaktadır.

Sokakta yürürken Hasan açıklamada bulundu: “Dansöz yüzünden gözlerimi kapattım, filmi izleyemedim. Param boşuna gitti ama epeyce sevap kazandım!”

YEMEK YARIŞI

Bir Terekeme yaklaşan iftar saati için Baharlı Mahallesine (14 Kasım) doğru ağır adımlarla yürümektedir. Yanından hızla adımlarla sevdiği Kürt komşusu selam verir ve O’nu hızla sollayarak geçer. Terekeme: “Acelen ne? İftara daha zaman var. Yavaş ol birlikte yürüyelim.” Kürt cevaplar: “Terekeme sofrasında ne olup bittiğini bilmiyorum ama Kürd’ün sofrasında yemek yeme yarışı olur. Geç kalırsan yiyecek bir şey bulamazsın!”

TUZLUCALI İŞÇİ

Çocukluk yıllarımda Ramazan ayında insanlar daha sakinleşir, kutsi bir havaya bürünür, iki de bir kendi kendisine dua edip yüzünü sıvazlar, kızgınlıklarını gizler, affedici olmak için çaba gösterirlerdi.

Pastanemizin ortağı İbrahim Abi çalışanlara karşı sert ve merhametsiz davranırdı. Birisini boş gördü mü, “Temiz bir bez al tüm masa ve sandalyeleri temizle!” veya “Kovayı al, arktan su çek –o yıllar şehrin ortasından üstü açık bir ark geçerdi- pastane önünü ve yolu sula!” veya “tabakları bir daha yıka!” gibi komutlarla nefes aldırmazdı.

Ramazan ayıydı. En çok da tatlı satışı olurdu. Müşteriler kuyruğa girer isteklerine göre, baklava, şambaba, tulumba vb tatlılardan alıp giderlerdi.İbrahim Abi iş yoğunluğunu azaltmak için işe yeni başlayan Tuzlucalı bir işçiyi tatlı tepsilerinin önüne koymuştu. Başka bir işçi de kendisine uzatılan içi tatlı dolu karton kutuyu hızla paketleyip müşteriye uzatıyor, İbrahim Abi de parayı kasaya atıyordu.Tuzlucalı işçi ilk kez bir pastanede görev yaptığı için tatlı isimlerini doğal olarak bilmiyordu. İbrahim Abi sadece bir kez hızlı bir şekilde tatlıların isimlerini söylemiş, işçi de anlamış gibi kafa sallamıştı.

İbrahim Abi bağırıyordu: “Bir kilo baklava!”, “Yarım kilo tulumba!”….Tuzlucalı işçi, iş yoğunluğu nedeniyle dönüp hangisinin şambaba, tulumba, kadayıf olduğunu sormaya ne zamanı oluyordu ne de cesaret edebiliyordu. Kafasına göre hareket ediyor baklava yerine kadayıf, şambaba yerine tulumbayı karton kutuya koyuyor,yanındaki terazide tartıp paketleme işinden sorumlu işçiye uzatıyordu.

Ertesi gün şikâyetler yağmaya başladı. İbrahim Abi delirecek gibiydi. Ramazan olmazsa Tuzlucalı işçiyi ayağının altına alıp ezecekti ama işte Ramazan ayının kutsi havası kızgınlığını boğmasına neden oluyordu. İftar saatinden sonra işler azalınca İbrahim Abi, Tuzlucalı işçiyi arka bölmeye çağırdı. Bulaşık yıkıyordum. İbrahim Abi işçiyi sorgulamaya başladı:

“Daha önce baklava görmedin mi?”

“Hayır!”

İbrahim Abi öylesine kızgınlıkla doluydu ki Ramazan ayının hatırı için sadece bir şamar attı.

“Daha önce şambaba görmedin mi?”

“Hayır!”

İbrahim Abi bir şamar daha attı.

“Nerelisin?”

“Tuzlucanın falanca köyünden! Çobanlık yapıyordum.”

Sorgulama bu şekilde devam ederken Garnizon Komutanı pastaneden içeri girdi. İbrahim Abi işkence dolu sorgulamasına son verip derhal önemli müşteriyi karşılamak için kasaya doğru hareketlendi. Garnizon Komutanı: “Beyefendi dün baklava alması için yaverimi göndermiştim. Siz de herhalde kalabalık nedeniyle yanlışlıkla tulumba tatlısı paketlemişsiniz. Çok lezzetliydi. Diğer komutanlar da çok beğendi. Biz Garnizon olarak pastanenizle bir anlaşma yapmak istiyoruz. Her gün 30 kilo kurabiye ve tatlılar alacağız. Bu miktarda bir siparişi temin etmeniz mümkün mü?”

İbrahim Abi sevinçten havaya uçacak gibiydi. O günden sonra pastanemizden Garnizon Komutanlığına büyük paketler gidiyor, fevkalade iyi para kazanıyorduk.

Garnizon komutanı gittikten sonra İbrahim Abi Tuzlucalı işçiyi yanına çağırdı, yanlış paketlemenin uğur getirdiğini söyleyip teşekkür etti, harçlık olarak da önemli bir parayı eline sıkıştırdı. Tuzlucalı işçi parayı masanın üzerine koydu, ağlayarak pastaneden çıkıp uzaklaştı ve bir daha geri dönmedi. Tuzlucalı çobanın o gün gösterdiği onurlu duruşu asla unutmadım.

 

Benzer Haberler

1 Yorum


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir