Değerli Okuyucular:

Gazetemizin sunucu  bilgisayarına (server) “virüs” musallat olduğundan son bir haftadır okuyucularımız gazetemizin yazılarına istedikleri gibi erişim sağlayamadılar. İnsanoğlu, kendi yarattığı “virüs” ile kendi mucizesi olan bilgisayarların çalışmasına engel oluyor. Garip yaratıklarız, değil mi?

Ben de bu seferki köşe yazımı kısa yazılarla süsleyeceğim. Belki şu “virüs” belâsı da saldırısını kısa keser, terbiye olup bizden vazgeçer.

IĞDIR’DA HÜMANİZMİN AYAK İZİ: NAKİ (NAĞI) ODOĞLU

Okuyucularım bilir, Nağı Bey, yazılarımda ve kitaplarımda sık sık yer verdiğim önemli bir şahsiyettir.

Nağı (Naki) Bey, Erivan’da dünyaya gelir. O yıllar Erivan şehrinin üçte ikisi Müslüman (çoğunluk Azeri) ve üçte biri de Ermeni’dir. Azeriler; ticaret, çiftçilikle; Ermeniler de zanaatla uğraşmaktaydılar.

Rus Devrimi (1917) sonrası bölgede dengeler değişir. Önce Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti kurulur. Ömrü kısa olur. Ardından üç Cumhuriyet kurulur. Erivan, Ermenistan Cumhuriyeti’nin başkenti olarak ilan edilir.

26 Haziran 1919’da yapılan seçimlerde Müslüman ahali oy kullanmaz. Ermeni komitacılar, Ermenistan Cumhuriyet sınırları içindeki Müslüman ahaliyi korkutup kaçırmak için saldırıya geçer. Katliam haberleri geldikçe Müslüman ahali de Ermenistan Cumhuriyeti sınırları dışına kaçar. Bir kısmı, Azerbaycan ve Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti’ne, önemli bir kısmı da İran Azerbaycan’ına sığınır. Özellikle Iğdırlı ahalinin hafızasında “Kaça-Kaç” olarak yer etmiş bu olay, acı ve hüzün dolu bir sayfa olarak yüreğimize gömülmüştür.

Nağı Bey ve ailesi de bu hercümerçten yani alt-üst oluştan payını alır. Aile, dört bir yana dağılır. Nağı Bey, önce İstanbul’a sonra Iğdır’a yerleşir. Bugün mülkiyeti merhum Hacı Ömer Şark’ın mirasçılarına ait olan Ermeni yapımı eve yerleşir. Burada, yeni bir hayata adım atar. Büyük Bağ ve Küçük Bağ ismiyle iki büyük meyve bahçesini kendi eliyle kurar.

İsterseniz Mecit Hun’un anılarından Nağı Bey’i tekrar rahmetle analım:

“1930’ların Iğdır’da meyvecilik ve meyve bahçesi tesisi söz konusu olduğunda iki önemli isimden bahsetmemek haksızlık olur. Bunlardan birisi Nağı (Naki) Odoğlu Bey’dir.

Erivan muhaciri olarak Iğdır’a gelmiş ve burada iskân edilerek yerleşmiştir. İki oğlu Bekir ve Abbas ile damadı Recep Odoğlu, İstanbul’da yerleşmiş, ancak toprak sevgisi Nağı Bey’i Iğdır’a bağlamıştır. Baharlı Mahallesi Hamamyolu Sokak ile Alikamerli-Iğdır arasında iki büyük meyve bahçesi tesis eden Nağı Bey zamanının tamamını bu iki bahçede geçirdiği için halk arasına çok ender çıkardı. Her gün sabahları tek atlı faytonuna biner iki bahçe arasında adeta mekik dokurdu.

Çocukluk çağımızda bizi en çok etkileyenlerden birisi idi. Güçlü fizik yapısı, güzel giyimi, prensvari duruşu, laubalilikten uzak davranışları bizde büyük bir saygı yaratıyordu. Herkesin birbirine ufak tefek kusurlar bulduğu bir ortamda kendisine şayanı hürmet bir zat gözüyle bakılması ender insana nasip olan bir değerdi.

Bahçesinde her meyvenin her çeşidi vardı. Özellikle Iğdır’ın o güne kadar yetiştirmediği çok çeşitli üzümler Nağı Bey’in bahçesinin mahsulü olarak piyasaya çıkıyordu. Kızları Süheyla ile ortaokulu beraber okuduk. Diğer kızı Ayten’e Iğdır ortaokulunda hocalık yaptım. Ailelerinin yetişme tarzını, kültüre ve insani ilişkilere verdikleri değeri çocuklarını tanıdıktan sonra daha iyi anladım.

Abbas ve Recep beylerle dostluklarım, iyi ilişkilerim oldu. Bende taktire şayan izler bıraktılar. Bekir Bey’le İstanbul Beyoğlu İstiklal Caddesindeki Pigal barda karşılaşıp tanıştım. Barın yöneticilerinden hemşehrim ve aile dostumuz HİDOŞ (Hidayet Ayrım) bizi davet etmişti. Bu barın Bekir Bey’e ait olduğunu o zaman öğrendim. Büyük Ada’da oturur başka ticari konularla uğraşırdı. Bar işletmeciliği asıl mesleği değildi. Bir hobi olarak kiralamış Hidoş’la arkadaşlarına teslim etmişti.

Nağı Bey, çok sevdiği bahçesine bitişik evinde, Abbas Bey de otobüsle İstanbul’a giderken Iğdır çıkışında Alikamerli köyü (şimdi mahalle Mücahit) civarına vuku bulan bir trafik kazasında vefat ettiler. İkisini de rahmetle anıyorum.”

Iğdır Sevdası kitabını yazarken en büyük amacım Nağı Bey’in ailesine ulaşmaktı. Büyük bir şans eseri olarak kızı Süheyla Hanım, Ankara’ya küçük kız kardeşi Ayten Hanım’ı ziyarete gelmişti. Her ikisiyle söyleşi yapma şansım oldu. Kitap baskıya gidecekti ama Nağı Bey’in bir resmine ulaşmam mümkün olmamıştı. Bu durum beni oldukça üzüyordu. Iğdır Sevdası kitabı Nağı Bey’in resmi olmadan yayımlandı. İçim buruktu.

Nağı Bey Ailesinin soyağacı

Aradan 20 yıldan fazla bir zaman geçti. Bir gün Burcu Odoğlu isminde bir okuyucumdan bir mesaj aldım. ARAS ARAS Goodbye Sona isimli kitabımı okumuş, “Sona” karakterini sorguluyordu. Karşılıklı yazışmalarımız devam etti.

Derken çok geçmeden telefonun diğer ucunda kendisini “Haluk Odoğlu” olarak tanıtan bir beyefendiyle konuşurken buldum kendimi… Haluk Bey’le ortak yanımız var: Her ikimiz de İTÜ Elektrik ve Elektronik Bölümü mezunuyuz.

Haluk Bey’den Nağı Bey’in resmini rica ettim. Bir hafta sonra, yıllardır merak ettiğim, elde etmek için uğraştığım merhum Nağı Bey’in resmi elime geçti. Çok mutluydum. Ayrıca Haluk Bey, aile içinde “Amcabey” olarak bilinen Nağı Bey’in kardeşi Mehmet Bey’in yani kendi babasının da resmini göndermişti. Ben de bu iki resmi, onur ve gururla sizlerle paylaşıyorum.

Iğdır’ımızda iz bırakan önemli şahsiyet NAĞI (Naki) ODOĞLU Bey

Nağı Bey’in kardeşi MEHMET ODOĞLU (AMCABEY) Bey

Amcabey, Gence’de çalışırken eşi Zehra Hanımla tanışır. 1936’da Iğdır’da evlenirler. Nağı Bey’in eşi Münevver Hanım da Gencelidir. Nağı Bey’in üçüncü kardeşi Hasan Bey, Sovyetler Birliği kurulunca Bakü’ye yerleşir.

Nağı Bey’in kaldığı 1911 yapımı ev

(Bugün mülkiyeti merhum Hacı Ömer Şark’ın mirasçılarına aittir.)

ABBAS ODOĞLU’NUN VEFATI  (14 Aralık 1959)
Cengiz Ekinci’nin sahibi olduğu EKİNCİ gazetesi haberi şöyle verir:
“Iğdır’dan alınan bir habere göre, Kars’a gelmekte olan otobüsün yolda devrildiği, bir ölü, 4 ağır, 15 hafif yaralı olduğu bildiriliyor. Otobüs Kadir Bayat’a aitti. Şoför Süleyman Ertan’ın idaresinde Kars’a müteveccihen (doğru) günlük sefer için hareket ettikten 20 dakika sonra Alikamerli-Yaycı arasında devrilmiş, Cumhuriyet Otelinin müsteciri (işletmecisi) Iğdırlı Abbas Odoğlu maalesef ölmüştür.

Yüzbaşı Mehmet Zaman’ın karısı (Belediye memurlarından Kazım Ötegen’in kızıdır) ağır yaralılar arasındadır. Her kara haber gibi bu da çok çabuk yayıldı. Kazazede yolcuların akraba ve yakınları o gün öğleden sonra Iğdır’a hareket ettiler. Kazadan haberdar olan biri, Abbas Odoğlu’nun ağır vaziyette Iğdır’a götürüldüğünü fakat kurtulamayarak hastanede öldüğünü söyledi.

Merhum Odoğlu, Iğdırlı Rahmetli Naki Bey’in oğlu, İstanbul’da Pigal ve Feneryolu Ticaret Sitesinin sahibi Bekir Odoğlu’nun kardeşi, İstanbul avukatlarından Füsun Odoğlu’nun babası, Hüseyin Odluyurt’un bacanağı idi. Kendisini tanıyan herkesi sonsuz bir acı içinde bırakarak fani hayattan vakitsiz gitti.”

BABA OCAĞINA HASRET NAĞI BEY

Nağı Bey’in kızı Süheyla Hanım bir çocukluk anısını şöyle aktarır:

“Aras nehri kıyısında Dize adında bir köy vardır. Erivan şehri, bu köyün karşı kıyısında bütün haşmetiyle uzanır. İyi bir günde Aras’ın kıyısından şehrin merkezindeki her türden faaliyet çıplak gözle bile seçilebilirdi.

Babam bazı günler bu köye gelir, tepenin Erivan’a dönük yamaçlarından birine sessizce otururdu.

O gün, beraberdik. Babamın gözleri Erivan’a bir zaman asılı kaldı. Yüzü durgunlaştı. Yüreğinde bilemediğim özlemlerin ve fırtınaların koptuğunu hissediyordum: Baba ocağı, bağ ve bahçeler, çocukluğu ve gençliği … Ve bir gün her şey bıçak gibi kesilip atılmış, baba ocağı kendisine yasaklanmış, sınırlar kapanmıştı. Bu anlaşılması zor haksızlık yüreğinin üzerine ağır bir taş gibi çökmüştü.

Babam birden sessizliğini bozdu. Yüzünü, dirseklerine gömdü ve daha fazla dayanamayıp hıçkırıklara boğuldu. O gün babamı Iğdır’a bağlayan bilmeceyi çözmüştüm: Baba ocağı hasreti.”

HANBABA ÖCAL

Ne tesadüftür ki aynı zaman diliminde Figen Öcal Hanımla yazışmam oldu. O da bana Sultanabat Beylerinden Hanbaba Öcal’ın bir resmini gönderdi. Hanbaba Öcal, Şefi Öcal’ın kardeşidir.

Hanbaba Bey, eli açık ve cömert bir şahsiyetti. Zengindi. Bugün Karakuyu köyü çimeni, Mecit Hun ve Hacı Cihangir Turan’a ait meralar, zamanında Hanbaba Bey’in tapusundaydı.

Bugün Iğdır’da yer etmiş bir deyim var: “Hanbaba’nın çiftliği mi?” Ne zaman ki birisi izin istemeden bir başkasının malını mülkünü keyfince kullanırsa işte bu cümle yüzüne karşı telaffuz edilir.

Figen Hanım’ın gönderdiği Hanbaba Bey’in fotoğrafını sizlere takdim ediyorum.

Sultanabat Beylerinden HANBABA ÖCAL Bey

Mademki söz Hanbaba ve Şefi Öcal kardeşlerden açıldı, Şefi Öcal Bey’in çocukluk yıllarında başından geçen bir olayı burada aktarmak istiyorum:

ŞEFİ ÖCAL (Fahrettin Gülseven’in anlatımından-Iğdır Sevdası kitabı)

Sultanabat Beylerinden Şefi Bey (Öcal), Ankara’da sık sık evimize uğrar, babamla karşılık oturup, tatlı sohbetler dalarlardı. Ben de fırsat buldukça aralarına katılır, anlatılanlara kulak verirdim. Şefi Bey, bir gün başından geçen şu ilginç olayları anlattı:

“Evladım kavga nasıl oldu?”

“Rus yönetimi zamanında, İdirmava mahallesinin biraz uzağındaki Sultanabat köyünde oturuyorduk. Çocuktum. İdirmava’daki Rus ilkokuluna gidip geliyordum. Sınıfımdaki tek Türk öğrenci bendim. Geriye kalanların hepsi Ermeni’ydi.

Sınıf arkadaşlarımız arasında 15-16 yaşında nerdeyse bıyığı terlemiş delikanlılar bile vardı. Bu durum o günün koşullarında pek yadırganmazdı.

Bir gün genç ve güzel bir Rus kızı, sınıf öğretmenimiz olarak göreve başladı. Delikanlılar boş durmuyor, bu genç öğretmeni çeşitli şekillerde taciz ediyorlardı. Zavallı kız, bu gençlerin ukalalığına dayanamayıp bir gün ağlayarak sınıftan çıktı, okul müdürlüğüne öğrencileri şikâyet etti.

Müdür sınıfa gelip sorgulama yaptı ama Ermeni öğrenciler kendi aralarına dayanışma içinde hareket ettiklerinden, bunun öğretmenin bir uydurması (!) olduğunda ısrarlıydılar. Müdür de kararsız ve çaresiz sınıftan ayrıldı. Öğretmen kendisine hakaret edildiği konusunda iddiasını devam ettirince, müdür mecbur kalıp müfettiş çağırmak zorunda kalmıştı.

Rusça kaymakama “Leçenik” denirdi.  Devlet hastanesinin (bugün Iğdır Üniversitesi Karaağaç yerleşkesi Mücahit) karşısında, Ali Ataman’a ait evler, o yıllar kaymakamlık binalarıydı. Topçular İlkokulunun üzerinde kurulu olduğu arsa “Leçenik bağı” olarak bilinirdi.

Müfettiş, Kaymakamla baş başa verip olayı en iyi nasıl çözebilecekleri konusunda kafa yormuşlar. Ermeni öğrencilerin şahit olarak dinlenmesini bir kenara bırakmışlar. Kaymakamın aklına parlak bir fikir gelmiş. Okul müdürüne, “Sınıfta Türk öğrenci var mı?” diye sormuş. Müdür de “Evet bir tane” diye cevaplayınca, kaymakam bu öğrencinin çok gizli Kaymakamlık binasına getirilmesini emir buyurmuş.

Bir akşam üstü bir atlı evimizin önünde durdu. Babama, “Oğlunuzu kaymakam istiyor, korkacak bir şey yok!” dedi. Beni tebdili kıyafet edip başımın üzerine çarşaf örtüldü; atın terkisinde kaymakamlık binasına doğru yola çıktık.

Geniş salondan içeri girdik. Buraya niçin getirildiğimi bilmediğimden korkudan zangır zangır titriyordum. Telaşlı ve korkulu halimi gören yetkililer beni sakinleştirmek için şekerleme ve çikolata ikram ettiler. Çok geçmeden kaymakam ve müfettiş içeri girdiler. Kaymakam, “İsmin ne?” diye sordu. “Şefi” dedim. “Bak evladım! Geçenlerde sınıfınızda tatsız bir olay olmuş. Olup biteni bize anlatır mısın?” dedi.

Ben de olayı bildiğim kadarıyla en ince detayına kadar anlattım. Konuşmamı bitirince, kaymakam kafasını salladı, “Şimdi anlaşıldı. Demek ki öğretmen suçsuz!” dedi. Beni tekrar tebdili kıyafet edip eve gönderdiler.

Birkaç gün sonra, okul müdürlüğü genç öğretmene sarkıntılık eden delikanlıları okuldan uzaklaştırdı. Genç öğretmenin de orada çalışmasını sakıncalı görüp, tayinini başka bir yere çıkardılar. O günden sonra da asla bayan öğretmenleri Iğdır’a göndermediler.

Benim, bir akşam üstü gizliden kaymakamlığa götürülmem, ifade vermem ve geri getirilmem, Ermeniler bana ve aileme zarar verir düşüncesiyle sır olarak yıllarca saklandı.”

EY MUSA ANTER, HAİNSİN!

Ülkemizde kötü bir alışkanlık ruhlarda ve zihinlerde yer etmiş durumdadır. Eğer devletimiz, birilerine “Hain” damgasını vurmuşsa, sıradan vatandaşlar da bu haksız yargılamayı “önyargı” olarak zihinlerine yerleştirir, ellerine fırsat geçtikçe gereğini yaparlar.

Kürtler ve Güller  isimli kitabımın ikinci cildini yayımladım. Söyleşi yaptığım merhum Musa Anter’in oğlu Dicle Anter de anlatımıyla ikinci ciltte yer aldı. Kendisine kitabı PTT Kargo ile  gönderdim.

Dicle Anter, Batman’da ikamet ediyor. Postacı paketi teslim eder. Paketin kenarları yırtılmıştır. Suya batırılıp çıkarılmış bir haldedir. Karton cildin kenarlarını sanki fareler kemirmiştir. Hani diyorum, posta memuru belki de kendisine yakışanı yapmıştır.

Dicle Bey, beni aradı. Sitemkârdı. Olup bitene anlam veremiyordu.

 

Ertesi gün Şeval Hanım, Küçükesat PTT’ye gitti. Şikayetini dile getirir. Memur, Dicle Anter’in ismini duyunca sorar:

“Musa Anter’in oğlu mu?”

“Evet!”

“Her şey anlaşılmıştır. Birileri intikam almak için böyle yapmış.”

Devletin karanlık güçleri Musa Anter’i infaz ediyor, devletin PTT memurları Musa Anter’in oğlu olduğu için Dicle Anter’den, kargosunu yırtıp parçalayarak intikam alıyor. İntikam, intikam… Sakin olun beyler! İntikam dürtüsüyle Kürt halkının hafızasına ve kalbine gömülmüş bir değeri asla yok edemezsiniz. Kendinize başka bir uğraşı edinin lütfen!

 

Benzer Haberler

2 Yorum



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir