POST-MODERNİZM NEDİR?

06/06/2021 

Değerli okuyucular!

Hemen hatırlatmak isterim: Bu yazının birçok paragrafı oldukça can sıkıcıdır. Yazmak zorunda kaldım yoksa “post-modernizm” kavramını sizlere doğru bir şekilde açıklamam mümkün olmayacaktı.

Önce zor bir kelime olan ve günlük hayatta muhtemelen duymadığınız “Post-modernizm” kavramın kelime anlamını tanımlamak istiyorum. “Post” kelimesi Latincede “Sonra” anlamına gelmektedir. Bu yüzden “Post-Modernizm” kelimesi “Modernizm Sonrası” anlamında kullanılmaktadır. Şu an genellikle akademik çevrelerle sınırlı kalan ve ortalama bir insan tarafından ne anlamı geldiği pek de bilinmeyen bu önemli kavramı sizlere tanıtmak amacıyla aşağıdaki yazıyı kaleme alıyorum.

 

                                         Postmodern mimari: Gugenheim Müzesi

İnsanoğlu var olduğundan beri sürekli değişim halindedir. Bu değişimi zannettiğiniz gibi insanoğlunun kendisi planlamaz. Bu durum, yaratılışın ve doğal yasaların zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Söylediklerimi daha iyi açıklayabilmek için atom ve moleküllerden dünyasından örnek vermek durumundayım.

 Ortalama okuyucularımın her gün kullandığımız suyun kimyasal formülünün H2O (Haş iki o) olduğunu yani 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan meydana geldiğini bildiklerini varsayıyorum. Su molekülü bir oksijen ve iki hidrojen atomları arasındaki çekim kuvveti sayesinde oluşmakta ve dağılmadan kalabilmektedir.

 Şöyle bir soru sormak isterim: Kapalı bir ortama 10 adet oksijen atomu ve 10 adet hidrojen atomu koyduğumuz zaman ne olur?

 Kısa not: Bu sorunun cevabını düşünürken bir hatırlatma yapmak isterim: Bir atomun son yörüngesinde sırasıyla 2, 8, 20, 28, 50, 82 gibi çift sayıda elektronlar olduğu zaman o atomun kararlı bir yapıda olduğunu söyleriz.

 Oksijeninin 8 protonu (pozitif) ve çevresinde 6 elektronu (negatif) vardır. Yani bir oksijen atomu tek başına pozitif ağırlıklıdır. Oksijen atomu “Ah!” çeker ve şöyle söylenir: “Keşke çevremdeki elektron sayım 8 olsaydı o zaman 8 protonum ve 8 elektronum olacağından kararlı bir duruma geçmiş olacaktım.” İki tane hidrojen atomu oksijen atomuna yaklaşır ve bir anlamda “pazarlık” yapar. Hidrojen atomları dış yörüngelerindeki birer elektronlarını oksijene ödünç verirler. Bu şekilde hidrojen atomları da çevrelerinde 2 elektron olacağından kararlı olurlar. Kısacası doğada her şey “kararlı olmak” kanunu üzerine temellendirilmiştir.

 “Kararlılık” kelimesini daha iyi açıklayabilmek için şu örneği ele alalım. Kurşun kalem gibi ince uzun silindir bir eşya düşünün. Bu silindiri masa üzerine dikey olarak koyduğumuzda mı yoksa yatay olarak koyduğumuzda mı daha “kararlı” bir durum oluşur? Elbette yatay olarak koyduğumuzda… Eğer dikey olarak koyarsak en ufak bir titreşimde silidir yapısındaki eşya masa üzerine devrilir ama tersi doğru değildir.

 Şimdi gelelim soruyu cevaplamaya: Her oksijen atomu iki hidrojen atomuna ihtiyaç duyacağından 5 adet H2O (yani su) molekülü meydana gelir ama 5 oksijen atomu da yalnız kalırlar. Hidrojen ve oksijen cansız olmalarına rağmen yani insanlar gibi düşünme ve plan yapma yeteneği olmadıkları halde bir araya gelerek ve bir anlamda “anlaşarak” moleküller yaratabilmektedirler.

Burada bir not düşmek isterim: Evrendeki maddelerin en önemli iki özelliği “kararlılık” ve “simetri” kurallarıdır. “Kararlılık” kuralı olmasaydı atomlar bir araya gelerek molekülleri oluşturmayacak, moleküller olmadığı için de inorganik ve organik yaşam söz konusu olmayacaktı. Evren “soy gazlar” gibi birbirinden bağımsız atomlarla dolu olacaktı. İki atomu bağlayan “kovalent bağ” sayesinde her şey var olmuştur.

 Evrende milyonlarca farklı molekül kombinezonları bulunmaktadır. Bazı moleküller bir araya gelerek organik bileşenleri, organik bileşenler hücreleri, hücreler organları, organlar da canlıları meydana getirmektedir. İlginç değil mi? Yani insanoğlunun yaratılışı bir anlamda onu meydana getiren milyarlarca atomlar arasındaki “pazarlık” sayesinde oluşmuştur.

Bu şekilde ortaya çıkan insanoğlu diğer insanlarla etkileşime geçerek yani bir anlamda zımni (üstü kapalı) “anlaşmalar” yaparak aileyi, aileler toplumları ve toplumlar da devleti yaratırlar. Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau (jan jak russo), ünlü “Toplum Sözleşmesi” kitabını bu evrimi değerlendirmek ve devletin ortaya nasıl çıktığını açıklamak için kaleme almıştır.

Şu anda içinde yaşadığımız “ulus-devlet” yapılanmaları insanoğlunun en “kararlı” var oluş biçimidir. Ancak görüyoruz ki ulus-devletler de artık “kararsız” bir yapıya dönüşmekte, yeni toplum biçimlerinin ortaya çıkmasını zorunlu kılmaktadır.  Toplumlar, tıpkı atomların moleküllere dönüşmesi gibi farkında olmadan, bilinmeyen güçler tarafından hep daha “kararlı” duruma doğru evrilmeye zorlanırlar.

 İnsanoğlu önce mitolojiyle tanıştı. Mitolojiden dinlere geçiş yaptı. Dinlerden bilim doğdu. Şimdi de bilimden yeni bir şey doğuyor ve biz bu süreci yaşıyoruz. İsmine “Post-modernizm” denilen bu geçiş sürecinin sonunda nasıl bir toplum yapısı ortaya çıkacak diye sorarsanız en azından şunu söyleyebilirim: Ulus-devletler; ırk, dil, din gibi kavramlar üzerine kurulmuştur. “Post-modern” dönemde ırk, dil ve din kavramları ikinci plana itilecek, başka değerler ortaya çıkacaktır. Bunların ne olduğunu şu an tam olarak bilmiyoruz çünkü geçiş döneminin tam ortasındayız.

 “Modernizm”, keşifler çağıyla başlamış ve bir anlamda Birinci Dünya Savaşının bitimiyle yok olmaya yüz tutmuştur. Yerine şimdilik adına “Post-Modernizm” adını verdiğimiz yeni bir dönem başlamıştır. “Post-modernizm”, tıpkı “Modernizm” de olduğu gibi ilk önce mimari ve resimde ortaya çıkmıştır. Ancak her geçen gün post-modernizm akımı, klasik toplumun üzerine kurulu olduğu tüm değerleri yıkmakta yeni değerler ortaya çıkarmaktadır. Böylece insanoğlu dünya üzerindeki varlığını devam ettirmek için biçim değiştirerek yoluna devam edecektir.

 “Post-modernizm” kavramın açıklamak için örnekler vermeye ve soru sormaya devam ediyorum.

 Biliyorsunuz tarih dersinde Milattan Önce (MÖ) ve Milattan Sonra (MS) kavramları kullanılır. Hz. İsa’nın doğduğu güne “Milat” adı verilmiştir. Biz şu an MS 2021 yılındayız.

 Hz.İsa’nın doğduğu yılda, o günün dünyasında yaşayan en bilgili insanları hayal ediniz. Acaba o bilgili insanlar mı Mısır’da MÖ 3000 yılında firavunlar tarafından kurulan “Hanedanlar Dönemi” hakkında çok bilgiye sahipler miydi yoksa bizler mi?

 İlk akla gelen cevap muhtemelen Hz. İsa zamanında yaşayan insanların “Hanedanlar Dönemi” hakkında bizden daha çok bilgi sahibi olduğu şeklinde olacaktır çünkü o dönemde yaşayanlar için kendilerinden 3000 yıl önceki bir zaman dilimi söz konusudur. Bizler ise Hanedanlar döneminden 5000 yıl uzağız. Ancak doğru cevap şudur: İnsanoğlu, “Hanedanlar Döneminden” ne kadar uzaklaşırsa “Hanedanlar Dönemi” hakkında daha çok bilgi sahibi olmaktadır. Bu bir paradoks ama “Post-modernizm” kavramının üzerine oturduğu temel kavramı anlamamıza yardımcı olacak bir örneklemedir. Yani post-modernizm, insanlığın paradokslarını çözen ve anlaşılır kılan yeni bir dönemdir.

 Hatta şöyle bir soru da sorabilirim: İlkel komünal toplumdaki insanlar mı (20 bin yıl önce yaşadılar) dinozorlar hakkında daha çok bilgiye sahiptiler yoksa bizler mi? Elbette bizler. Her ne kadar ilkel komünal toplumdaki insanlar (avcı ve toplayıcılar) tarih çizelgesinde bizlerden daha çok dinozorlar dönemine yakın olsalar bile bizler dinozorlar hakkında çok daha detaylı bilgelere sahibiz. Bir anlamda geçmişten uzaklaştıkça geçmişe daha da yakınlaşmakta ve geçmişi daha iyi anlamaktayız.

 Soruya cevap verirken “modernizm” kavramının bize öğrettiği tarihin düz bir çizgi üzerinde geliştiği varsayımı bizleri yanlış sonuca götürebiliyor. Ancak yaşam Alman Filozof Engels’in de ifade ettiği gibi sarmal yani dolambaçlı bir yol izler. “Modernizm” kavramı, tarihi “düz bir çizgi” olarak görmüştür; halbuki “Post-modernizm” dolambaçlı ve sarmal bir kavramı esas alır. Bu yüzden “post-modernizm” şu anki değerlerimizle çatışma halindedir yani bize absürt yani saçma gelir. Tıpkı post-modern ressam Picasso’nun resimlerine bakıp da bir şey anlamamak gibi…

 

                  Post-modern ressam Picasso’nun  yaptığı sevgilisi Dora Maar tablosu

İsterseniz bir örnek de psikanalizden verelim: Dün öğlen yemeğinde hangi yemeği yediğinizi hatırlamak mı kolay yoksa varsayalım 7 yaşında geçirmiş olduğunuz ve bilinçaltında varlığını hep devam ettiren ciddi bir travmayı mı? Cevabını hemen söyleyebiliriz: Travmayı hatırlamak daha kolay olacaktır. Demek ki bilinçaltı da olayları düz bir çizgi (lineer) şeklinde değil sarmal bir şekilde depolamaktadır.

 

                                                                       Bilinçaltı

NOT: Bilinçaltı bir aysberge benzer. Bilincin görünmeyen tarafı (bilinçaltı)  tıpkı aysbergin su altında kalan kısmı gibi daha büyüktür. Post-modern döneminde bilinçaltı küçülecek, dış bilinç güçlenecektir.

Bu iki örnekten de anlaşılacağı gibi “Post-modernizm” kavramının en temel öğesi toplumların gelişimini ve tarihi düz bir çizgi üzerinde düşünmek yerine iç içe geçmiş sarmal yapılar olarak ele almasıdır.

 Son bir sorudan sonra yazımın ikinci bölümüne geçeceğim.

Dünya nüfusu şu anda 7.6 milyar kadardır. Sorum şu: Eğer dünya nüfusu 50 milyon olsaydı insanoğlu motorlu arabaları, elektriği, televizyonu, interneti, uzay yolculuklarını, genetik mühendisliğini, tıptaki gelişmeleri tanıma şansına sahip olabilecek miydi? Cevabı: Hayır. Dünyadaki insan nüfusu arttıkça (Malthus nüfus teorisinin aksine olarak) insanoğlu daha iyiye doğru yol almakta veya yaşamını kolaylaştıracak buluşlarla tanışmaktadır. Bu durum bir paradoks olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte “Post-modernizm” kavramı bu paradoksu anlaşılabilir hale getirecek bir toplum yapısının ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır.

 POST-MODERNİZMİN HABERCİ ÖĞELERİ

Modernizm kavramının çöktüğü, ulus-devlet ve klasik aile yapısının insan yaratıcılığı önündeki en büyük engel olduğu gerçeğini nereden anlıyoruz?

 Nüfus çoğaldıkça yeni icatlar ortaya çıktığı gibi atom savaşı ihtimali de güç kazanmaktadır. “Atom savaşı” tehdidi bir anlamda modernizmin değişime karşı gösterdiği bir direniş olarak tanımlanabilir. “Modernizm” kavramı insanlığı şöyle tehdit eder: “Benimle yaşamayı kabullenin. Eğer beni değiştirmek isterseniz atom savaşını yaşayacak, perişan olacaksınız.” Ancak “Modernizmin” unuttuğu bir gerçeklik var. İnsanlık hep bedel ödeyerek bir dönemden diğerine geçiş yapmıştır. Bu anlamda “Post-modernizm” dönemine tam geçiş yapabilmek için atom savaşı kaçınılmaz olacaktır dersek tarihsel evrimin kurallarına uymuş olacağız.

 “Modernizm”, gerçeğin dış dünyada değil insanın iç dünyasında olduğuna inanır. Bu nedenle psikolojik olana, bireyin ruhuna, bilinçaltına yönelir. “Modernizm”, insanoğlu için artık çok ciddi bir psikolojik tehdittir. İnsanlığın dünyanın her yerinde depresyona ve ruhsal bunalımlara sürüklenmesinin nedeni “modernizm” kavramının üzerine dayandığı değerler yani bilinçaltı olgusudur. Bütün ruhsal problemlerin temelinde bilinçaltı birincil derecede rol oynar.

 Bugün dünyada gözlemlenen en ciddi psikolojik tehdit kişinin kendisini değersiz hissetmesi ve bunun sonucu olarak depresyonla boğuşmasıdır. Kişi bu durumdan kendisini sorumlu tutar. Kendisini yargılar hatta kendisinden nefret eder. Psikolojik sorunların çoğu modernizm kavramının tanımladığı aile değerleri içinde oluşmaktadırlar yani kişi daha ergenlik çağındayken “kendini değersiz hissetme” duygusuyla boğuşmaya başlamakta ve bu mücadelesi ölünceye kadar devam etmektedir. Ulus-devlet kavramı ve aile yapısı çökmüştür. Ulus-devletler, vatandaşlar için; aileler de özellikle ergenlik dönemini yaşayan gençler için birer cezaevine dönüşmüşlerdir.

 

 

 Edvard Munch’un ÇIĞLIK tablosu (Dünyanın dokuzuncu en pahalı tablosu: 120 milyon dolar)

NOT: Ressam Edvard Munch bu tablosunda insanın varoluşsal ıstıraplarını ve içinde bulunduğu ruhsal bunalımı anlatmaya çalışmıştır

 Çocukluk yıllarımdan bir örnek vermek isterim: Yarı-göçer bir aile içinde doğup büyüdüm. O yıllar modernizm kavramı Batı’da yer etmişti ancak benim üyesi olduğum aşiretin kapısını henüz çalmamıştı. Aşiret fertleri içinde ne işsizlikten ne de depresyondan yakınan vardı çünkü modernitenin temel kavramlarıyla henüz tanışmamışlardı. Geçenle zamanla aşiret fertleri İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlere akın ettiler. “Modernizm” kavramlarıyla tanıştılar. Şimdi aşireti fertleri, “modernizm” ile tanışan tüm dünya insanları gibi “işe yaramazlık sendromu”, “depresyon”, “işsizlik korkusu” gibi sorunlarla boğuşmaktadırlar. Bu sendrom dünyadaki tüm yarı-göçer toplumlarda ortaya çıkmıştır. “Modernizm”, insanlara kendi değerlerini empoze edince böyle bir sonuç da kaçınılmaz olmuştur.

 İkinci Dünya Savaşına kadar Batı’da “modernizmin” psikolojik baskılarından kaçanlar, Afrika veya “modernizmin” henüz kapısını çalmadığı toplumlara sığındılar. Ancak artık tüm insanlık “modernizmin” psikolojik baskısı altında inlemektedir. Kullanımdaki depresyon ilaçları ve intihar olaylarının sayısını göz önüne aldığımızda bunu açıkça görebiliyoruz.

 “Modernizmin” dayandığı dört temel değer olan liberalizm, kapitalizm, rasyonalizm ve bilimi “mutlak ve tartışmasız” değerler olarak görmekten artık vazgeçmemiz gerekmektedir. “Bilim” ve “Bilimsellik” öldü. “Rasyonalizm yani akılcılığın” artık bir değeri yok.

 Sonuç olarak şu vurguyu yapmak istiyorum: Eğer kendinizi değersiz buluyorsanız, yaşama karşı isteksizlik duygusuyla doluysanız, mesleğiniz ne olursa olsun kendinizi işe yaramaz birisi olarak değerlendiriyorsanız, ümitsizlik duygusu taşıyorsanız, zihninizde sürekli işsizlik ve kariyer korkusu varsa, yaptıklarınızın başkaları tarafından takdir edilmesi yönünde bir istek içindeyseniz, anksiyete (sebepsiz korku) yaşıyorsanız, suçluluk duygusu zihninizi sık sık ziyaret ediyorsa, kendi kendinize negatif düşünceler üretiyorsanız, o zaman MODERNİTE denilen canavarın pençesinde olduğunuzu unutmayınız ve kendinizi suçlamaktan vazgeçiniz. Şimdilik “Modernitenin” çözüm olarak önerdiği ilaçları alınız ama kendi kendinizle boğuşmayınız. Geçiş dönemi jenerasyonu için psikolojik alt-üst oluştan kurtulmak için başka bir çözüm yolu görünmüyor.

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir