13/09/2020

ÖLÜM VE UMUT

Değeri okuyucular!

Yukarıdaki iki kelimeyi yan yana görmenin bile insan yüreğinde ve zihninde ürpertiye neden olduğunu biliyorum. Ölüm döşeğinde bir hasta hayal ediniz. Hastanın yaşı, hastalığı, cinsiyeti, dini inancı ne olursa olsun, yaşamak umudu asla sönmez. Hasta,ne kadar karamsar ve ruhu ne kadar karanlıklar içinde olsa da, çok küçük bir umut ışığı ona hep göz kırpar. O ışığa tutunur. Acımasız karanlık bütün vücudunu kaplamıştır ama zihni umut ışığına dört elle sarılır.

Bulutsuz bir gecede gökyüzüne baktığımızda çok uzaklarda ha kayboldu ha kaybolacak gibi yanıp sönen yıldızlar vardır. Ölüm döşeğindeki hasta için yaşama tutunmak işte bu yanıp sönen ışıklar gibidir. Yüreğinde hep bir umut yanıp söner.  Bir yandan yaşama geri dönmek, sevdikleriyle yaşama kaldığı yerden devam etmek diğer yandan bedenini karanlığa teslim etmek arasında mücadele eder.

Bugünlerde dünyanın dört bir yanında koronavirüs salgını yüzünden milyonlarca insan ölüm döşeğinde, yaşamak umuduna dört elle sarılmış durumdalar. Elbette sadece koronavirüs yüzünden insanlar ölmüyor. Binlerce çeşit hastalık,  yaşlılık, kazalar, savaşlar ve intiharlar insanları bu dünyadan kopartıp alıyor.

Kanserin son aşamasını yaşayan bir hasta bile umudundan vazgeçmez. Karanlıklar içinde yanıp sönen minnacık ışığa yani umuda sarılır, yardım ister. İntihar eden bir kimse, ilmiği boğazına geçirdiğinde veya tabancayı kafasına dayadığında veya yüksek dozda ilaç aldığında veya denize açılıp kendisini ölüme terk ettiğinde bile son anda onu yaşama geri getirecek bir umut ışığının olduğunu düşünür. Bedeni ipte sallanırken bile hala umudundan vazgeçmiş değildir.

Peki ya akıl hastaları? Onların yaşama dört elle sarılmadığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Onlar kendi dünyalarında normal ve hayata bağlıdırlar. Yaşamayı kendilerine bir hak olarak görürler. Bizden bekledikleri sadece saygı ve anlayıştır. Bu kadarını, onlara çok görmeyelim.

İnsanlık savaşlarla doğdu, gelişti ve savaşlarla var olmaya devam ediyor. Ateşli silahların olmadığı zamanlarda savaşta esir alınan sivil halkın yok edilmesi için ölüm fermanı verildiğinde ne yapılıyordu biliyor musunuz? Yaşlı, genç, çocuk demeden ahali bir uçurumun tepesinde tek sıraya konardı. Cellat, elindeki kılıcı, önüne gelip diz çöken ve boynunu kendiliğinden eğen sivilin kafasına acımasızca indirirdi. Kesilen kafa derin uçuruma yuvarlanırken başka bir cellat da güçlü ayağıyla başsız kalmış cesedi aynı uçuruma iteleyerek savururdu.

Kendinizi bir anlığına bu sırada bekleyen birisi olarak hayal ediniz. Sevdikleriniz tek tek doğranıyor, yok ediliyor ve sıra size geliyor. Böyle bir anda bile, cellada doğru her adım yaklaştığınızda, içinizdeki umut azalır ama asla sönmez. Kim bilir kafanız uçuruma yuvarlanırken bile hala umut düşüncesi zihninizde olacaktır. Bu yetmezmiş gibi kafa kesmekten yorulan cellat, arkadaşına seslenir: “Yorgunluktan öldüm! Sen devam et!”

Evet, asıl ölen cellattır. Bunu duyan ve diz çökmüş halde sırasını bekleyen kurban, celladı yorduğu için vicdan azabı duyar. İşte insanoğlu budur!

İnsanlığın ölümsüzlük isteği tarihin sonsuzluğuna kadar uzanır. Ancak bu duygusunu yazıyla bize ulaştırmayı ilk olarak Sümerler zamanında (M.Ö. 4000) başarabilmiştir.

Bengi Su (Alman Ressam Lucas Cranach‘ın Betimlemesi)

BENGİ SU

“Bengi” kelimesinin Türkçe anlamı “Sonsuzluk” demektir. Bengi Su, öyle bir sudur ki onu içen sonsuza kadar yaşar. Günlük hayatta en çok Ab-ı Hayat yani Yaşam Suyu ifadesi kullanılır. Kutsal kitaplara göre Bengi Suyunu ilk Hz. Musa ve Hz. Hızır içmişlerdir. Hemen hemen bütün dünya mitolojilerinde kendisine yer bulan Bengi Su, insanları ölümsüz kılan bir içkidir. Bu kavram da tıpkı aşağıda okuyacağınız Gılgamış Destanın da olduğu gibi Sümer kültüründe doğmuş ve bir sonraki nesillere aktarılmıştır.

Bengi Suyunu içenler,gençleşir ve ölümsüzlük mertebesine ulaşır. Yaşam ağacının köklerinden fışkırır, bir ırmak veya dere şeklinde akar. Mecazi anlamda Bengi Su bilgeliği, kalıcı eserler bırakmayı, iyiliği simgeler. Ölüleri diriltir, içenlere güç ve kuvvet verir. Hastaları iyileştirir. Pek çok uygarlıkta böyle bir yaşam suyuna dair, çoğu zaman birbirinden bağımsız olarak gelişen ortak bir inancın olması da ayrıca ilginç bir durumdur.

GILGAMIŞ, ÖLÜMSÜZLÜK ARAYIŞINDA

İnsanlık, milyonlarca yıl maymunlar gibi ağaçların dalları arasında ilkel bir yaşam sürdü. İlk korunağı ve evi ağaçlardı. Alet yapmasını ve iki ayağı üstünde yürümesini öğrenince mağaralarda yaşamaya cesaret edebildi çünkü yabani hayvanlara karşı kendisini koruyacak mızrakları ve kesici aletleri vardı. Tarımı öğrenince ev yapmasını öğrendiler. Aslında evler tek başına insanoğlunu yabani hayvanlardan korumaya yeterliydi. Ama sorun başkaydı! Filozof Hobbes şöyle der: “İnsan insanın kurdudur.”

Ev yapmasını öğrenen insanın düşmanı artık yabani hayvanlar değil, diğer insanlar olmuştur. Onlara karşı korunabilmek için bu kez yan yana yapılan evlerden,küçük köyleri ve köylerden de şehir devletlerini oluşturdular.Şehirlerin etrafını kocaman surlarla çevirip diğer insanların saldırılarına karşı kendilerini güvene aldılar. Daha sonraları şehir devletleri birleşip devletleri ve imparatorlukları meydana getirdiler.Anlayacağınız uygarlığın gelişmesi bir anlamda insanlar arasındaki savaşlar sayesinde olmuştur. Korkunç bir paradoks değil mi? İnsanlık ve uygarlık ilerlesin diye savaşların çıkması için dua mı edeceğiz?

Uruk Şehri ve Surları (Temsili Resim)

Bugünkü Irak sınırları içinde kalan Fırat nehri kıyısında kurulan Uruk isimli şehir devleti zamanında Gılgamış Destanı ortaya çıkmış, çivi yazısıyla taş tabletlere kazınmıştı.

Çivi Yazısı

Sümerlerin kullandığı çivi yazısını ilk kez Henry Ravlinson isimli bir İngiliz subay 1844’de okumayı başarmıştı. Böylece ilk uygarlıklara dair bilgiler de gün yüzüne çıkmaya başlar.Yine bir İngiliz olan Asuroloji biliminin öncülerinden arkeolog George Smith 1870’li yıllarda taş tabletleri okuyarak Gılgamış Destanı’nın ilk modern çevirisini yayınlamıştır.

İngiliz Arkeolog George Smith (Corc Smit)

Gılgamış, Uruk ülkesi kralının adıdır. Çok sevdiği arkadaşı Enkidu’nun ölümden sonra Gılgamış’ın gözünde ne kral olması ne zenginliği ne de ihtişamlı sarayı vardır. Tek isteği ölümsüz olmaktır. Yoksul ama ölümsüz olmayı, ölümlü bir krala tercih etmektedir. Bir gün krallığını, yakınlarına emanet eder ve ölümsüzlük arayışı için yola çıkar. Ziusudra isimli birisinin ölümsüzlüğün sırrını bildiğini duyar. O’nu bulmak için kendisini uzun bir yolculuk beklemektedir.

Gılgamış

Gılgamış kararlıdır. Ziusudra’yı bulacak, ölümsüz olacaktır. Yolculuğu uzun sürer.Bir gün nihayet Tilmun isimli bir adaya varır. Ziusdura, eşiyle birlikte orada yaşamaktadır. Ziusdura 950 yaşında olduğunu söyler. Başından çok şeyler geçmiştir. Hatta tufana bile tanık olmuş ve sağ kurtulmayı başarmıştır.

Ziusdura şöyle der:

“Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Tanrıların gizini söyleyeyim: Şurippak, senin bildiğin bir kent, Fırat’ın kıyısındadır. Bu kent çok eskiden varken, Tanrılar bu kentin yanındaydılar. Tanrıların aklına bir tufan yapmak geldi.”

Ziusdura, konuşmasına devam eder, tufanı detaylandırır. Tanrıların kendisini ve eşini bir gemi yaparak nasıl kurtardığını ve ölümsüzlükle onurlandırdığını anlatır. Gılgamış sabırsızdır:

“Ben de ölümsüz olmak istiyorum. Ne yapmalıyım?”

“Sen önce yedi gün yedi gece, uykuya dalmadan ayakta uyanık kalmayı başar sonra ölümsüzlüğü iste!” diye cevaplar.

Gılgamış bu meydan okumaya hazırdır ancak ne yapıp eder uykusuzluğa yenik düşer. Ziusdura son kararını verir:

“Sen yedi günlük uykusuzluğa dayanamadın. Ölümsüzlük isteğin çok fazla!” diyerek ölümsüzlüğün sırrını vermez.

Gılgamış üzüntülü bir şekilde adayı terk ederken, Ziusdura’nın eşi, kocasına yalvarır, bu kadar uzun ve zahmetli yolu gelmiş olan Gılgamış’a bir hediye sunmasını ister. Ziusdura, denizin dibinde bir bitki olduğunu, onu yerse hep genç kalacağını söyler. Gılgamış ayaklarına taş bağlar, denizin dibinde yürür, tarif edilen otu bulur. Yemeden önce, söylenenin doğru olup olmadığını anlamak için Uruk şehrine döndüğünde yaşlı bir adam üzerinde bunu denemeye karar verir. Yorgun ve bitkindir. Aylardır yıkanmamıştır. Uykuya dalar.

Tanrılar, temiz olmayan bir insana ölümsüzlük bahşetmek istemezler. Bir yılan Gılgamış’a doğru sürünür, otu alıp götürür. Gılgamış uyanınca otu bulamaz ama yanında bir yılan gömleği bulur, yılanın ölümsüzlük otunu yediğini anlar. Gılgamış günlerce ağlar. Umutsuz bir şekilde Uruk şehrine döner. Tanrı seslenir:

“Aradığın ölümsüzlüğü asla bulamayacaksın. Doğduğun zaman ölüm senin bir parçan olarak verilmiştir. Onu kabullen, karşı gelip kendini boşuna yorma ey insanoğlu! Sen öleceksin ama eserlerin yaşayacak!”

Kısacası, biz insanlar, ölmemek umuduyla doğuyor, yaşamak umuduyla ölüyoruz. Biz fanilerden geriye kalacak olan tek şey, Tanrıların söylediği gibi sadece ESERLERİMİZ olacaktır.

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir