MEVTANIN MESAJI

SEKERAT SIRASINDA ELİ MASLAHAT-I ŞAHANESİNDE KALAN MEVTANIN (1) MESAJI NEYDİ?…
Memleketin hali pürmelali karşısında, ahaliye umut olacak çevreler tarafından sıkça hem de en üst perdeden söylenen yolsuzluk ve usulsüzlükle etkin mücadele edilerek tüyü bitmemiş yetimin yenen hakkının haramzade tayfasının burnundan fitil fitil getirileceğine, kamunun emvaline uzanan hırsız ellerin kırılacağına ve dahasına dair iddia ve söylemlerin niçin sağduyu sahibi hakperest yurdum fanilerinin vicdanında beklenen tesiri göstermediğini, bu “neme lazımcı” kayıtsızlığın ne menem bir şey olduğunu zamanın dehrinde (2), obamızın en ileri geleni Nağırçı Bedri’ye sorup anlamaya çalışmıştık diye anlatmıştı Meşşedi…
Köyümüzün kimine göre kadim medreseden icazetli, ilim hikmet erbabı, bilge zatı; zamane gençleri ve onların tesirindeki kimi aykırı/ayrıksı unsurlarca da medrese kaçkını, meczubun teki olarak anılan Bedri; bu konuda ne yaman bir devri sabık yaratacaklarını en yüksek perdeden dillendiren zevatın her gün yeniden harlanan söylev ve demeçlerinin neden “Kul Hakkı” hususunda bu denli hassasiyet gösteren, Mütevazı/Muhafazakâr/Mütedeyyin (Üç M) yurdum fanileri nezdinde beklenen etkiyi göstermediğini, ahalinin bu nevi mevzularda neden gelişmiş demokrasilerde görülen haklı ve yerinde tepkiyi ver(e)mediğini, yine ülkemizin uzak doğusu sayılan Sürmeli Çukuru/Iğdır’da yaşanan ve dilden dile söylenceye dönüşen o acayip sırlı ölüm vakası üzerinden anlatmaya çalışmıştı. Daha önceki nice netameli mevzuda yaptığı gibi…
Iğdır’ın henüz vilayet olmadığı, şu nevzuhur (3) çok katlı beton yığını ucubelerin daha pıtrak gibi mümbit ovayı işgal etmediği, ahalinin tek katlı yazın serin, kışın sıcak tutan kerpiçten bahçeli hanelerinde, eli kârda, gönlü yarda mütevazı mütevekkil tarz-ı kadim bir huzur üzere ömür sürdüğü zamanlardı.
Bir zamanlar yeşilliklere boğulmuş Iğdır
Küçük Ağrı’nın ovaya temas ettiği yerde kurulu, Iğdır’ın düşman işgalinden kurtuluşunda üstün yararlıklarıyla temayüz eden eşraftan beylerin oturduğu, bu sebeple Beyler Çarıkçı’sı da denen köyümüzde, vakti zamanında sırlı ölümüyle ovadan Ağrı’nın yamaçlarına hatta çevre illere kadar yayılıp duyulan ve hikâyesi bir kadim zaman anlatısına dönüşen bir hadise olmuş.
Sürmeli Çukuru’nda Cımoyê Psikfiroş (kedi satan Cimşit) namıyla maruf, ölümü ve özellikle de sekerat-ı mevt (4) esnasındaki vaziyetiyle ahaliye verdiği mesajı dilden dile anlatılan Cımo; bir zamanlar İstanbul’da birbirinden renkli ilginç dolandırıcılık hikâyeleriyle ünlü, hani İstanbul’da Galata Köprüsü’nü satan adam olarak namı memleket sathına yayılan Sülün Osman (Ulucanlar Cezaevi’nde meteliksiz kalınca, mahpusları ütmek için cezaevinde “Alın teriyle para kazanmak” seminerleri veren) neyse bizim merhum Cımo da çapı olmasa da izlediği yol ve yöntemler itibariyle tıpkı O imiş.
Galata Köprüsünü önüne gelene satan ünlü dolandırıcı Sülün Osman
Şirin, nüktedan, mukni dili, çocukluğunda bir süre gurbetçi ailesiyle Almanya’da kaldığı sürede öğrendiği Alamancasıyla Ağrı dağına gelen turistlere yaptığı küçük kılavuzlukla edindiği tecrübeyle maişetini temin edermiş. Bir gün mutadı üzere bir Alman kafilesini Van Gölü’ne götürdüğünde, kafiledeki hanımların renkli gözlü Van Kedisine olan rağbetini ve hayli yüklü marklar (şimdilerdeki Eyro) ödeyerek bu psikleri satın aldığını görünce adeta mesleki aydınlanmasını (!) yaşamış.
Van kedisi
O günden sonra Iğdır merkezde, yakın ve uzak köylerde ne kadar beyaz kedi varsa toplayıp şehrin dışında tuttuğu mutena bir evde beslermiş. Ahaliden soranlara da ata dedesinin hayrına ve bir miktar da turizme hizmet etmek maksadıyla bu psikleri ecnebi turistlere hediye ettiğini söylermiş.
Gerçi ahaliden, Kurban Bayramı’nda kurban bile kesmeyen, vakti zamanında zorla hava kurumuna toplanan kurban derilerini bile el altından götürüp satan, bugüne kadar köyün camisine/Kur’an kursuna bir kör kuruş hayrı dokunmayan, miskin, cümle hayır hasenattan uzak olan Cîmo’nun ecnebilere böyle bir hayır hasenatta bulunabileceğine imkân ve ihtimal veren olmamışsa da mesleki bir yakınlıkla belki turistik bir promosyon olarak bunu yaptığını düşünen köylüler durumu yine de hayra yormuşlardı. Taa ki, yıllardır sürdüğü anlaşılan bu hayli kârlı, kaydı kuydu olmayan beynelmilel ticaretin, nerdeyse diplomatik bir skandala varan bir dolandırıcılıkla açığa çıkmasıyla vaziyet anlaşılmış.
Rivayet olunur ki evinde görülen beyaz kediler ve bulunan yüklü miktardaki muhtelif marka lenslerden; dört bir yandan temin ettiği beyaz görünümleriyle Van Kedisine benzeyen bu psiklerin gözlerine farklı renkte lensler takarak bunları Van Kedisi olarak ecnebi cinsi latife satarmış…
Ahali arasında Cîmo’nun ne yaman yol ve yöntemlerle turistik hizmetlerde (!) bulunduğuna dair birbirinden ilginç hikayeler dilden dile renklenip çeşitlenerek adeta bir şehir efsanesine dönüşmüş. Meğer, Van Kedisine olan rağbeti görünce ticari hırsı tahrik olan Cimo, ülkenin itibarını hiç düşünmeden köylerden topladığı beyaz kedilerin iki gözüne ayrı renkte lensler takarak bu psikleri Van Kedisi diye satıp Iğdır’dan kıta Eyropasına uzanan uluslararası bir ticaretin odağına otağ kurmuş da ahalinin haberi yokmuş.
Cimo, ecnebi turistlere rehberlik ediyor
Cimo’nun bu beynelmilel ticari başarısı ahalide kısa bir şaşkınlık ve hayretten sonra yerini inanılmaz hayranlık duyulan ticari zekâsına, ecnebiyi bile dolandıran bu kreatif yöntemleri garip milli bir gurura da içten içe sebep oluyormuş. Hatta kendisinden 20 yaş küçük genç hanımı, öteden beri kendisini kınayan nazarlarla bakıp, köy çeşmesinde olur olmaz suallerle canını sıkan komşu hanımlarına; “Gördünüz mü adamımın aklını, zekasını? Sizin herifler iki tokluyu hayvan pazarına götürüp satamazken, benim adam neler yapıyor? Kedinin fareyle oynadığı gibi onlarla oynamış” diye tarifli/tarifsiz bir gururla anlatırmış.
Yörede giderek ne var canım emeği gayreti ile ticaret yapmış, turistlerin parasını gasp etmemiş, rüşvet yiyip hırsızlık yapmamış ya… O kedilere gösterdiği ihtimam, o lensler için ecnebi firmalara yaptığı fahiş ödemeler, filan derken Cimo’nun basbaya turistik bir hizmet ifa ettiği yolunda maşeri vicdanda meşruiyet bulan bir kamuoyu da oluşmuş zamanla.
İşte, kazanma hırsı aklını gölgeleyen, kreatif ticari girişimleriyle çok kişiyi dolandıran, sözü sohbeti ile keyifli, nüktedan, renkli bu zat için de o mukadder son gelip çatmış ve Emr-i Hak vaki olmuş. Ama o güne kadar Iğdır Ovası ve havalisinde kimsenin görmediği, duymadığı bir hal hasıl olmuş merhumda.
Cimo, ölüm döşeğinde
Sekerat-ı mevt esnasında, sağ eli göğsünde tam da kalbinin hizasında, sol eli ise “maslahat-ı şahanesi”nin üstünde adeta “şeyine” kenetlenmiş gibidir. Bu fevkaladeliğe imamla beraber önce tebessüm edip sonra hikmetini idrak etmeye çalışan her yakını, rahmetlinin ellerinden tutup yanına salmaya çalışsa da her defasında sağ el yine göğsüne, sol el de gidip “şeyine” kenetleniyormuş.
Bu acaibü’l garaib vaziyeti temaşa eden köylüler, hani idraki de kurnazlığı kadar ve tarlanın/köyün sınırında bitiveren, Üstad Şükrü Erbaş’ın “Bu köylüleri niçin öldürmeliyiz” şiirinde hoşça tarif ettiği bu köylülerden çoğu, muzip bir bıyık altı tebessümle, kimi de bir eğreti hayret ve tefekkürle mevtanın vücut dilini, bahusus “şeyine” kenetlenen sağ eliyle neyi kastettiğini anlamaya, imamın dediği sırrı/hikmeti çözmeye çalışmışsa da nafile…
Bir çare arayışında olan muhtar, köyün mektepli aydını olan muallimine giderek vaziyeti anlatıp imamın ve köyün ileri gelenlerinin, bu sır çözülmeden merhumun gömülmesinin vebal olacağını dile getirdiklerini aktarıp hal çaresini sual etmiş. Her vesile ile imamdan hazzetmediğini ihsas eden muallim, o bildik üstenci tutumla, “Aman muhtar, abesle iştigal etmeye ne hacet…Zaten yaşarken de eli şeyinden düşmeyen bu herifin, şu kavaklıkta, Yaycı iğdeliğinde, şişkinde ne haltlar ettiğini bilmeyen mi kaldı. Vaziyetinde ne fevkaladelik olacak canım, nasıl yaşadıysa öyle ölüyor işte, gömün gitsin,” dese de köyün ileri gelenleri, imamı, mevtanın iki hanımı ve on küsur evladı hep bir ağızdan, kim bilir köylüye ne mesajlar içeren bu sır çözülmeden, bu hikmet faş edilmeden, mevtanın gömülmesine rıza göstermeyeceklerini ısrarla dile getirmişler.
Muhtar, Ağrı’nın eteklerinde kadim medreseden icazetli, derin ilmi, kuvvetli nefesi ve ovadaki köylerde, kerametleriyle beraber bazı uygunsuz, nahoş vukuatlarıyla da anılan Melle Müştak Efendiye gidip istimdat etmeye karar vermişler. Köyün en ileri gelenlerinden olan Müştak Efendi ile baba dostu ve kirve olan Temo Ağa ile yola çıkan Muhtar, yatsıya doğru köye varmışlar. Meseleyi anlatıp bu müşkülü ancak onun çözebileceğini, eğer bu sırrı faş ederse, bu sene oldukça randımanlı olan hasadın zekâtının yanı sıra kendisine bir at, bir koç bir oğlak ve hanımlarına da birer Halep işi işlemeli/simli elbise vereceklerini peşinen söylemişler.
Burada insicamı ve nezaheti korumak için anlatamayacağım nahoş bir vukuatından dolayı kaç senedir Iğdır Ovası’na inmeyen Melle’yi hayli dil dökerek ikna edip genç hanımının oturduğu minderin altına da bir miktar para sıkıştırdıktan sonra atlarla yine geceden taziye evine dönmüşler. Tabi, taziye evine varmadan evvel o nahoş hadisenin yaşandığı beldeden geçmek gerektiğinden, bu köydeki meşum vukuatın tarafı olan aşiretten eşhasın olası saldırısına karşı tedbiren, daha tan yeri ağarmadan güneş doğmadan buradan geçmişlerdi.
Köye vardıklarında mevtanın evin önündeki taziye çadırına alındığını, hısım, akraba ve köylünün geceden beri ağlaşarak ağıtlar yaktığını, imamın da mevtanın başucunda hıfzından Kur’an okuduğunu gören Müştak Efendi, aldığı kaşe ücreti ve yüksek bahşişin verdiği motivasyonla önce imamın kulağına eğilip bir şeyler söylemiş.
Sonra içeri geçerek bir süre imamla baş başa teatiyi müteakip, dönüp taziye çadırında toplanan köylülere, merhumun köylüden kimsenin bilmediği nice yararlılıklarından, garip gurebaya yaptığı yardımlardan, dul, yetim, fukarayı gözetmesinden ve daha nice faziletlerinden bahsetmiş. Hatta, merhumun hava kurumuna vereceğinden bahisle köylüden topladığı kurban derilerini de yüksek tahsil talebelerine burs olarak dağıtmak için satmış olduğunu bile eklemiş.
Cîmo’nun hısım, gohum akrabasının bile inanmakta güçlük çektiği bu anlatılanlara köylüden inanıp merhumun taksiratı için yakaranlar olsa da kahir ekseriyet duyduklarının Müştak Efendinin’nin Cemaziyelevvel’inden aşina oldukları, bedeli mukabilinde kotarılmış maksatlı sözleri olduğuna yoran feraset sahibi akil köylülerin bıyık altı tebessümleri esasen vaziyeti açıklar mahiyette imiş ya neyse…
Merhumun başucuna gelip kimselerin duyamadığı bir sesle bir şeyler okuduktan sonra baştan ayağa avret mahalline kadar mevtayı tetkik ve başını eliyle mesh edip yüzüne, gözüne “Neuzbillah tüh tüh tüh” nefesini tutarak dinleyenlerin takip etmekte zorlandığı dualar okumuş. Zaten son vukuatı ile deyim yerindeyse Iğdır Ovası’nda çizilen karizmasını ve yerle yeksan olan itibarını toplamaya vesile olacak bu sırrı faş ederek hadiseyi çözmek isteyen Müştak Efendi; mevtanın ellerini kenetlendikleri yerden çözüp yanına bıraktığında, her defasında ellerin, yine gidip aynı noktada kenetlendiğini görmüş. Eğildiği yerden göz ucuyla köyün ileri gelenlerini nazar ederek yavaş yavaş doğrulup birkaç defa yutkunup derin bir nefes aldıktan sonra, iki gündür merak ve endişe içinde bekleşen köy ahalisine doğru dönerek;
“Way malaminê… Cîmo, ezizê mêranê, çargurçiqê camêranê… Qelemê cavên dijminanên… Çi heyf çi heyf!..”
(Vay evim yıkılasıca vay başıma gelenler vay vay… Yazık yazık… Gözü pek/cesur yürek ne yiğitmiş, düşmanların gözünün dikeni, ne has adammış…)
Ve devamla… Bu müşkil sırrı çözdüm, diye ünlemiş Müştak Efendi. Merhumun köyden ve havaliden çok kimselere hayli borcu varmış. Emr-i Hak vaki olup Rahmeti Rahmana göçerken de alacaklılara uzuvlarıyla açık net bir mesaj vererek helallik istemiş. Mevzu budur. Bu kadar…
“Bakın! Görüyor musunuz? Göğsüne, tam kalbinin hizasına koyduğu Sağ eliyle, “Tamam, Gardaşım borcum borç, inkâr etmiyorum. Emr-i Hak vaki olmasaydı elbette ödeyecektim,” diyor. Maslahat-ı şahanesinin, tam şeyinin üstüne koyduğu sol eliyle de “Şimdi ancak, şeyimi alırsınız” diyor mevta.
***
Daha Müştak Efendi sözünü tamamlamadan, taziye çadırında başlayan homurdanmalardan ve duyulan kimi hiç de kreatif bir unsur içermeyen sövgülerden, rahmetlinin köyden baya bir kişiyi çarptığı anlaşılmış. Bu her dem taze meseli çocukluğumuzda bize anlatan Meşşedi’ye, peki bunun yaşadığımız ekonomik buhran, toplumsal kriz, ülkenin makro ekonomik büyüklükleri, artan iç/dış borç hacmi, dünyada en yüksek faiz haddi ile borç arayışımız vs. ile ilgisi, ilişkisi, anlamı ne ki diye sual edenlere de;
Bir vakit Üstada Zıpır’ın anlamını sual edenlere verdiği o veciz cevabı hatırlatmıştı:
“Anlamı ahenginde saklı evlat, izaha ne hacet.”
Hak Teala, gufranıyla, muhabbetiyle kuşatsın seni be Meşşedi Can.
Haklısın izah, mizahı bozardı…
Üstadın o hoşça ifadesiyle yine, “Mektup yazdım Hasan’a. Ha Hasan’a ha Sana…”
SÖZLÜK
- Mevta: Ölü
- Zamanın dehri: Materyalist dünya
- Nevzuhur: Yeni çıkan
- Sekerat-ı mevt: Ölüm döşeğinde

Noğul Yemez MEŞŞEDİ

Latest posts by Noğul Yemez MEŞŞEDİ (see all)
- GÖKTEN DÜŞEN KAPLUMBAĞA - 24 Eylül 2023
- MEVTANIN MESAJI - 16 Eylül 2023
- Cahil ikidir derdi Meşşedi: Okumuş Cahil ve Kara Cahil - 9 Eylül 2023
- NAĞIRCI EWDO’NUN HAZİN NİYAZI - 1 Eylül 2023
- İSİS TAPINAĞINDAKİ SERLEVHA - 24 Ağustos 2023

Lakabın NOĞUL YEMEZ MEŞŞEDİ ama noğul da yiyorsun.Gatığda.Bize de senin kelimelerin ile hayal kurup ağzı dada mindirmek tüşür.Cimo’da tam anasının gözü yani.Nah alırsınız yerine sembol ile ödemede bulunması ise Sülün Osman’a rahmet okutan nitelikte.Ayrı bir lezzet. Noğul yiyemesekde yemiş gibi olduk.Egzotik ironik ve dahi sembolik yazın günün meşakkatlerinden yorgunluğundan bizi alıp başka diyarlara götürüp rehavete gark ediyor, bu kalemşör Meşşedi ile hayat bluyor