03/01/2021

İNTİKAM PEŞİNDE BİR GENÇ

(Değerli okuyucular! Bu kez köşemde kısa bir hikaye yayımlayacağım. Arada bir farklılık zihinleri de dinlendirir.

Aşağıda okuyacağınız hikâye gerçek bir olaya dayanır. Çocukluğumdan beri birkaç farklı versiyonunu dinlediğim bu trajik hikayenin hangi versiyonunu esas almam gerektiği konusunda bir tereddüt yaşadım. Şöyle bir durum hayal ediniz:

Apartman yönetiminin isteğiyle bir görevli her apartmana girmekte ve ilaçlama yapmaktadır. Ertesi gün komşuların kapısını çalıp bir gün önce ilaçlama yapmak için bir görevlinin gelip gelmediğini ve eğer geldiyse elbisesinin renginin ne olduğunu sorduğunuzda alacağınız cevaplar muhtemelen şöyle olacaktır: “Evet, bir görevli geldi. Elbisesi sanırım kahverengiydi ” veya “Evet, bir görevli geldi. Elbisesinin rengi sanırım griydi.” Gördüğünüz gibi görevlinin geldiğini herkes kabul etmekte ama elbisesinin rengi konusunda farklı görüşler ortaya çıkmaktadır. Benim aşağıda anlatacağım olay da buna benzemektedir. Olayın gerçekliği doğru ama geçişlerde kurgunun araya girmesi kaçınılmaz olmuştur.)

BAŞLANGIÇ

Sanırım1940 yılı olmalıydı. İkinci Dünya Savaşı özellikle Avrupa’da tüm gücüyle devam etmektedir. Nazi Almanya’sı Yunanistan’ı işgal etmiş her an Türkiye’ye saldırmaya hazırdır. Türk ordusu bu saldırıyı Trakya üzerinden beklediğinden ordunun en önemli gücü Trakya’ya sevkedilmiş, Alman tanklarının geçişini engellemek için de onlarca derin ve geniş siperler kazılmıştı. Türk Ordusu,Almanların Sturmabteilung adını verdikleri hücum komandolarının ilk saldırısını karşılamak için hazır bekliyordu. Sovyetler Birliği henüz savaşa dâhil olmadığından Doğu Cephesinde çok fazla asker bulundurmanın anlamı kalmamıştı. Doğu Anadolu’da güvenliğin az olduğu böyle bir zamanda Iğdır-Doğubayazıt arasındaki bölgede trajik bir olay yaşanır.

Daha önce belirttiğim gibi Avrupa savaşın içinde boğulurken Doğu Anadolu’da yaşam sakindir. Aşiretler Mayıs ayıyla birlikte yayla hazırlığı yapar, alışageldiği gibi yaz sıcaklarını yaylaların serin havasında geçirirlerdi. Genel olarak her aşiretin kendi yaylası vardı. Arada bir uzaklardan gelen tek-tük aileler büyük aşiretlerden uzak bir yerde tek başlarına kıl çadırlarını açıp on-on beş koyunlarıyla kimseyi rahatsız etmeden yazı geçirirlerdi.

Karabulak köyü uzağında çadırın kurulduğu çimenlik

1940 yılı yaz ayında Diyadin tarafından gelen böyle bir aile bu gün Iğdır’dan Doğubayazıt’a giderken Karabulak köyüne varmadan ana yoldan uzakta açık arazide çadırlarını kurar. İki eşekleri, 10-15 koyunları ve iki köpekleri vardır. Fare avcısı bir kedi de aileyle birlikteydi. Evin erkeği Diyadin’de kan davasında öldürüldüğünden aile, aşiretten küskün bir şekilde Diyadin’den uzak bir yere gitmeyi tercih eder. Son derece yoksul ailenin sahip olduğu küçük kıl çadır dört beş direkle ayakta zorlukla durmakta, sadece yağmurlu günlerde bir koruma sağlamaktadır.

RESİM: Kıl Çadır (temsili)

Kıl Çadır (temsili)

Bir gün bir atlı çadıra yakın gelir. Köpekler havlayarak adamı karşılarlar. Çadırdan çıkan 14 yaşındaki bir delikanlı köpekleri uzaklaştırır, yolcuya yaklaşır. Atlı bir bardak su ister. Evdeki genç kızlardan birisi bir maşrapaya doldurduğu suyu atlıya uzatır. Atlı suyu içerken gözünü kızdan ayırmaz. Yeşil gözlü, dünya güzeli bir kızdır. Çok geçmeden kız kardeşi ve annesi de çadırın önüne çıkar, çekingen ve utangaç bakışlarla yabancıyı uzaktan süzerler. Atlı, genç çocuğa sorar:

“İsmin ne?”

“Mısto!”

“Hangi aşirettensiniz?”

“Badoyî!”

“Asıl yerleşim yeriniz neresidir?”

“Diyadin!”

“Niçin bu taraflara geldiniz?”

“Babamız aşiret içi kan davasında öldürüldü. Biz de aşirete küserek buraya geldik.”

“Sadece dört kişi misiniz?”

“Evet! İki kız kardeşim, annem ve ben!”

Atlı, kızları ve kadını derin derin süzdü, sonra kamçısını atın sağrısına sert bir şekilde indirdi,“Allahaısmarladık! Allah nimetinizi bol etsin!” diyerek uzaklaştı.

IĞDIR’DA BİR KAHVEHANE

Atlı,çok geçmeden Iğdır’a varır. Her zaman oturup çay içtiği ve dostlarıyla buluştuğu kahvehaneden içeri girer. İki arkadaşı sanki O’nu bekliyormuş gibi kahvehanenin dumana boğulmuş karanlık bir köşesinde oturmuş çay içiyor sohbet ediyorlardı. Atlı, oturur oturmaz masadaki tütün tabakasına uzandı. Sigarasını usulca sardı. İlk dumanı üflediği zaman çay da önüne servis edilmişti. Sessizce sigarasından birkaç yudum aldı. Aniden kafasını eğerek iki arkadaşına gizli bir şey söyleyecekmiş gibi baktı. Onlar da kafalarını merakla yaklaştırdılar.

“Dünyanın en güzel kızlarıyla hoşça vakit geçirmeye ne dersiniz?”

Diğer ikisi söyleneni merakla dinlediler. İçlerinden biri sorar:

“Genelevi mi yoksa birisinin evinde mi?”

“Yok! Yok!” diye cevapladı atlı. Başından geçenleri ve gördüğü iki kızı ve hala genç ve güzel olan annelerini anlattı.

“İşimiz çok kolay! Çocuğu bağlarız! Zaten ne kadar bağırsalar da yardıma gelecek kimse yok. Ne dersiniz?”

“Çadır nerede?”

“Uzak değil! Şimdi yola çıksak üç saat sonra orada oluruz. Çille geçidinin hemen arkasında bir yerdedir.”

Üç kafadar zaman kaybetmeden atlarına atlayıp yola koyulurlar. Güneş yeni batmış ortalık kırmızıya çalan bir ışıkla aydınlanmaktadır.

ÇADIR’DA CİNAYET

Üç atlı önlerindeki tepeyi aşınca uzakta bir ışık gördüler. Çadırın direklerinden birisine gemici feneri asılıydı. Ortalık zifiri karanlığa boğulduğu için atlılar çok uzaktan da olsa fenerin sönük ışığını seçebiliyorlardı. Yol boyunca elinden su içtiği kızın güzelliğini anlatıp duran atlı, diğer arkadaşlarında engellenemez bir şehvet duygusunun uyanmasına yol açmıştı. Avını köşeye sıkıştırmış aç kurtlar gibi sönük ışığa doğru ilerlediler.

Atlıların geldiğini ilk köpekler fark etti. Uzun uzun ulumalarıyla ev sahiplerini yaklaşan yabancılardan haberdar ediyorlardı. Mısto,yatağından doğruldu direğe asılı gemici fenerini alarak çadırın önüne doğru yürüdü. Karanlığın içinde oynaşan ve gittikçe yaklaşan siyah gölgeleri izlemeye başladı.

Atlılardan birisi silahını omzundan indirdi, iki fişekliği çiftesine doldurdu. Azgın bir şekilde yaklaşan köpeğe ateşledi. Köpek inleyerek yere yıkıldı. Silah sesinin duyulmasıyla aynı yatakta yatan anne ve iki kız hızla doğrulup üst başlarına çeki düzen verdiler, dışarı fırladılar.  Çadırdan epeyce uzaklaşmış olan Mısto korkarak çadıra doğru geri koştu. Anne ve üç çocuk birbirlerine sarılmış halde yaklaşan atlılara bakakaldılar. Çadıra daha önce gelmiş olan atlı bağırdı:

“Mısto yanıma gel!”

Mısto, ürkek adımlarla yaklaşırken üç yabancı da atlarından indiler. Gemlerini çadırın önündeki kazığa iliştirdiler. Adamlardan birisi Mısto’ya yaklaştı, yakaladığı gibi yere yatırdı. Ellerini ve ayaklarını sıkıca bağlayıp çadırın arkasındaki taşların arasında karanlık bir köşeye fırlattılar. İki kız ağlamaya başladı. Annesi cesaretini toplayıp, “Ne yapıyorsunuz, kimsiniz?” diyerek bağırıp duruyordu. Önce kocasının öldürülmesi nedeniyle ortaya çıkan kan davasının bir devamı olduğunu düşündü.

İki adam kadını yakalayıp çadırı ayakta tutan direğe sıkıca bağladılar. Durmadan bağırıp çağırmasın diye de ağzını bir şalla sıkıca sardılar. İki genç kız yatağın içine girmiş birbirine sarılmış haldeydiler. Üç erkek aynı anda kızlara yöneldiler. Kızların elbiselerini zorla çıkarıp ya da yırtıp attılar. Çırılçıplak kalan iki kız kardeş birbirine sarılıp hıçkırarak ağlamaya başladılar. Adamlardan birisi kızlardan yakın olanını zorla çekerek kardeşinden ayırdı. Diğer adam pantolonunu çıkarmıştı bile.

Pantolonunu çıkarmış adam, “Beko! Kızın elini sıkı tut,” diye bağırdı. Beko genç kızın ellerini birbirine kenetledi, dizini üstüne yerleştirdi. Yarı çıplak adam 15 yaşındaki genç kızın üzerine çullandı. Kızın bağırmaları ve feryadı yeri göğü inletti. Beko kızın suratına sert bir şaplak indirdi. Kız sessizleşti. Kızın elini tutan adam seslendi: “Beko yeter! Sırada Hesso var!” Bu kez yarı çıplak sırada bekleyen Hesso kızın üzerine uzandı. Çok geçmeden kızın elini tutan adam, yeniden seslendi: “Hesso, sıra bende!”.Zeko da kıza tecavüz etti. Bu kez ikinci kızı getirdiler. Senaryo tekrar etti.

Mısto bulunduğu taşların arasından olup biteni izliyor, öldürüleceği korkusuyla ses çıkarmıyordu. Gemici fenerinin isli ışığında adamları tek tek inceliyor, konuşmaları ve siluetlerini hafızasına kazıyordu. Beko isimli adamın sağ bacağında büyük bir yara izi vardı. Diğer ikisinin yüz hatlarına dikkat etti. Zeko’nun kafası keldi. Hesso da iki de bir bağırıyor, “Elinizi çabuk tutun! Yarın sabah erkenden kamyonla İstanbul’a yük götüreceğim. Oruç Vurgun malı geç getiren şoförlerin işine son veriyor.”Diğeri sordu:

 “Oruç Vurgun nereli?”

“Iğdırlı. İstanbul’a yerleşmiş. Kendisi için çalışan yüzlerce kamyonu ve şoförü var.”

Hesso’nun sağ yanağındaki kocaman şark çıbanını uzaktan bile görebiliyordu. Mısto konuşulanları ve gördüklerini bir daha unutmamak üzere hafızasına yerleştirmeye çalışıyordu. Annesi, direğe bağlı başını eğmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Üç erkek pantolonlarını giyinip bağdaş kurdular. Zeko cebinden çıkardığı tütün tabakasını orta yere attı. Sırayla ve huzurlu yüz ifadesiyle sigaralarını sarıp tüttürmeye başladılar.Yoğun bir duman yükselirken her üçünün de yüzünde utanmaz bir gülümseme ve acımasızlık vardı.

Beko söze girdi: “Bunları bu şekilde bırakıp gidelim mi?”Zeko  müdahale etti: “Hayır! En doğrusu izimizi kaybettirelim. Öldürüp bir çukura atalım.” Hesso da aynı görüşteydi. Zeko ayağı kalktı çiftesini iki kıza doğrulttu. Ateşledi. Tüfeği tekrar doldurup bu kez kızların kafasına sıktı. Öldüklerinden emin olmak istiyordu. Anne, gördüğü acıdan zaten baygın haldeydi. Zeko bu kez tüfeği kadının yere doğru sarkan kafasına dayayıp ateşledi.

Nereye gömeceklerini düşünürlerken yolları iyi bilen Hesso uzaktan geçen Iğdır-Doğubayazıt yolunu işaret etti: “Şose yolda derin çukurlar var. Biraz da biz kazarız. Cesetleri gömer üzerini toprakla kapatırız. Böylece çukur kazma derdinden de kurtulmuş oluruz.”

Cesetleri ipe bağlayıp atlarıyla sürükleyip götürdüler. Evdeki kazma ve küreği de yanlarına almayı unutmadılar.

Hesso, haklıydı. Şose yol berbat bir durumdaydı. Derin bir çukur buldular. Anne ve iki kızı üst üste attılar. Üzerlerine çakıl taşları ve toprak atıp çukuru doldurdular. En üstünü daha iri taşlarla ördüler. Kimsenin burada üç cesedin gömülü olduğunu anlaması mümkün değildi.

Mısto olup biteni ay ışığında uzaktan seyrediyordu. Atlıların evden uzaklaştığını görür görmez sürünerek mutfak kısmına geçti, yerdeki bıçağı ağzıyla yakaladı. Sürünerek taştan örülü duvara yöneldi. Elleri arkadan bağlıydı. Zor da olsa bıçağın arka sapını taşların arasına sıkıştırdı. Arka ellerini bağlayan ipi bıçağın sivri kısmına denk getirdi. Elini yukarı aşağı hareket ettirip ipi kesti. Elleri de kan içinde kalmıştı. Hızla ayağındaki ipi de kesti. Kendisini fenerle arayıp bulmasınlar diye feneri söndürdü, eline alarak vadiye doğru koşar adım indi. İki kocaman kayanın arasına zorlukla sıkışarak kendisini güvenli bir şekilde sakladı. Diğer köpek ölen arkadaşının başına uzanmış inler gibi ağlıyordu.

Beko genç çocuğu hatırladı: “Gidip bağladığımız çocuğu da öldürelim. Kanıt kalmasın!” Atlılar hızla çadıra ilerlediler. Mısto koydukları yerde değildi. Ortalık zifiri bir karanlığa gömülmüştü. Biraz daha aradıktan sonra çadırın az ötesinde bekleyen iki eşek ve koyunları önlerine katıp Iğdır’a doğru yola koyuldular.

Mısto, iki kayanın arasında zihni alt-üst olmuş, korkudan iki büklüm halde uyumadan sabahı bekledi.Güneşin ilk beyazlığı ortalığı doldurunca evin diğer köpeği de Mısto’yu bulmuş önüne uzanıp inleyip duruyordu. Mısto saklandığı yerden çıktı, sürünerek çadıra doğru ilerledi. Atlılar çekip gitmişlerdi. Gün aydınlanınca çadırın içinde kardeşlerinin ve annesinin birikmiş kanlarını gördü. Bıçağı almak için yerde sürünürken kendi elbisesi de kardeşlerinin kanına bulanmıştı. Fazla düşünmeden hareket etti. Üzerindeki gömleği değiştirdi ama ikinci bir pantolonu olmadığından yapabileceği bir şey yoktu. Siyah renkteki pantolonu kanı emmiş ama kırmızı rengi belli etmiyordu.

Evin kedisi de miyavlayıp duruyordu. Mısto’nun gözü yerdeki tütün tabakasına ilişti. Alıp cebine koydu. İpini kestiği bıçağı da taşların arasından çekip çıkardı. Babasından kalma paltoyu üzerine geçirdi. Palto büyüktü. Kollarını sıvadı. Bıçağı yan cebine yerleştirdi. Çadırı ve direkleri söktü. Her şeyi üst üste yığdı. Gemici fenerindeki gazyağını oraya buraya serpiştirdi.Kibriti ateşleyip kıl çadırın üzerine attı. Alevler hızla yükseldi. Artık ailesinden geriye bir şey kalmamıştı. Mısto, kedisini kucağına aldı. Köpeği de arkasına takıldı. Annesi ve iki kız kardeşinin gömülü olduğu yolun kenarına geldi. Yerini unutmamak için taşlardan bir yığın ördü. Yemin alacağını içinden bin kez tekrarladı. Sessizce Doğubayazıt’a doğru yola koyuldu.

MISTO’NUN DOĞUBAYAZIT GÜNLERİ

Mısto, kenar bir mahalleye yaklaştığında bir evin önünde durdu. Ortalıkta kimse yoktu. Yayla zamanı ilçenin nüfusu yarı yarıya azalıyordu. Şehir merkezine doğru ilerledi. Çocukların oynadığı bir bahçe gördü. Evin köpekleri ile kendi köpeği karşılıklı hırlaşınca zavallı kedi korkudan duvara zıplayıp ortalıktan kayboldu. Köpek sesine çıkan bir kadın uzaktan bağırdı:

“Sen kimsin ne istiyorsun?”

Mısto konuşmak istedi ama dilinin tutulduğunu fark etti. Konuşamıyordu. “Karnım aç,” anlamında el işareti yaptı. Kadın eve girdi, elinde iki tandır ekmeğiyle Mısto’nun yanına geldi. Kadın sorular soruyor ama cevap alamıyordu. Mısto el işaretiyle yaşadıklarını anlatmaya çalıştı ama kadın Mısto’nun garip hareketlerine bir anlam veremiyordu. Mısto yere oturdu. Ekmeği ikiye böldü. Yarısını köpeğine attı. Kendisi de diğeri yarısını yedi.İkinci ekmeği gömleğinin içine sakladı.  Bahçe kapısından çıkıp kalabalıkların arasına daldı. Bir ara arkasına baktığında köpeğini göremedi. Kaybolmuştu.

Mısto, bir çayhanenin önünde durdu. Yanındaki kaldırım taşına oturdu. Müşterilerine çay servisi yapan garson aynı zamanda çayhanenin sahibiydi. Çırağı yaylaya gittiği için yalnız kalmıştı. Mısto’nun biraz uzakta kaldırımda durgun ve sessiz bir şekilde oturduğunu görünce seslendi. “Ey! Genç adam!” Mısto, kafasını çevirip baktı. Garson, “ Çalışmak ister misin?”. Mısto ayağa kalkıp çekingen adımlarla adamın yanına gitti. Adam, “Çırağım yaylaya gitti! Yalnız başına işlerimi yürütemiyorum. Sadece çayları masaya götürecek, boş bardakları getireceksin. Kabul mü?” Mısto, “Evet!” anlamında başını salladı. “Adın ne?” diye sordu adam. Mısto eliyle dilini işaret ederek konuşamadığını anlatmak istedi.

Adam bu durumu pek de umursamadı. “Zaten konuşman gerekmiyor! Çay dağıtıp, boş bardakları toplayacaksın. Ben sana bir isim bulayım: İsmin Halis olsun. Rahmetli dedemin adıydı.” Mısto onaylar gibi başını hafifçe eğdi. “Kalacağın yer var mı?” Mısto,  “Hayır!” anlamında başını iki yana salladı. Patron pratik zekalı birisiydi. Mısto’yu arka odalardan birisine götürdü. “Halis bu oda senin! Sabahları daha ben gelmeden dükkanı açar, temizliğini yaparsın. Şimdi hemen işe başla!”

Mısto ilk günler acemiliğin verdiği sakarlıkla bardakları deviriyor, çayları döküyordu. Çok geçmeden görevini en iyi şekilde yerine getirmeye başarmayı öğrendi. Dükkan sahibi de bu durumdan memnun kalıyor, iki de bir gururla bağırıyordu: “Halis, çaylar hazır!” Mısto patron bir şey söylemeden boş bardakları topluyor, masaları temiz tutuyordu.

Mısto, patronun emir vermesine gerek kalmadan işini öğrenmişti. Akşamları küçük odadaki yer yatağında yatıyor, erkenden uyanıp dükkanı temizliyor, masa ve iskemleleri dükkanın önünde sıraya diziyor, bununla yetinmeyip suyla dükkanın önüne ve yola su serpiştiriyordu. Patron geldiği zaman her şeyin istediğinden daha iyi yapıldığını görünce, “Bravo Halis! Sen bu işi çabuk öğrendin!” diyerek övüyordu. Mısto her akşam unutmamak için şu kelimeleri zihninde durmadan tekrarlıyordu: “Zeko, Hesso, Beko, Oruç Vurgun!”  Sonra bıçağı çıkarıyor aldığı taş zımpara ile uzun uzun biliyordu.

Arada bir zihni babasının öldürülmesine kayıyordu. Babası çerçilik yani gezici satıcılık yapıyordu. 5 adet merkebi vardı. Ağrı il merkezine gidiyor, her türden ev aletleri hatta bayanlar için kumaş satın alıyor, Mengeser, Suçtağı, Yoncalı gibi ağırlıklı olarak Terekeme nüfusun yaşadığı köylere gidiyor, malını satıyordu. Kürt köylerinde nakit para yoktu. Yağ veya peynir karşılığında eşya vermeye de istekli değildi.

Mısto, on yaşından itibaren babasıyla eşek kervanın arkasına takılıyor, Ağrı şehir merkezinde satın aldıkları eşyaları eşeklere yüklüyor, Terekeme köylerini tek tek dolaşıyordu. Bu işi aralıksız 4 yıl yapan Mısto bu fırsatla Türkçe de öğrenmişti. Bazen babası rahatsızlığında tek başına işi yürütebilecek öz güvene sahipti.

Mısto14 yaşındaydı. Bir gün babasıyla malları satmış birkaç hafta dinlenmek için Diyadin’deki köylerine doğru yol alıyorlardı. Karşılarına iki silahlı atlı çıktı. İçlerinden biri bağırdı:

“Beni tanıdın mı?”

Mısto’nun babası, “Hayır!” demekle yetindi.

Atlı adam devam etti:

“20 yıl önce senin baban benim babamı öldürmüştü.Paraları ver!” diye sert bir komut verdi. Mısto’nun babası ince yapılı uzun boylu, güçlü, kuvvetliydi. “Param var ama vermem!” diye sert karşılık verdi.

Atlılardan biri silahını ateşledi. Göğsünden yara alan Mısto’nun babası yere yığıldı. Mısto ne yapacağını bilemez haldeydi. Tek hatırladığı “Bavo! Bavo!” diyerek hüngür hüngür ağlamasıydı. Silahı ateşleyen adam atından indi, Mısto’nun ve babasının cebindeki tüm paraları topladı, atına atlayıp arkadaşıyla birlikte uzaklaştılar.

Mısto babasının cesediyle baş başa kalmıştı. Zorlukla kaldırıp eşeklerden birisinin üzerine attı. Bu halde köye vardı! Annesinin, 16 ve 17 yaşındaki kız kardeşlerinin çığlıkları yeri göğü aldı. Mısto o günden sonra insanlara karşı içinde tarifsiz bir kin ve intikam taşımaya başladı. Annesi ve kız kardeşlerinin ölümüne de şahitlik yapınca insanlara karşı duygusunu kaybetmiş, sessizleşmişti.

Mısto üç yıl çaycı olarak görev yaptı. Artık 17 yaşında bir delikanlıydı. Çalıştığı yer şehir merkezindeydi. Askeri inzibatlar ortalıkta dolaşıyor, askerlik yaşına gelen gençleri yakalayıp yoklama için Askerlik Şubesine götürüyordu. Mısto, masaları temizlerken iki askeri inzibat başucunda belirdi:

“Yoklamanı yaptırdın mı?”

Mısto, el işaretiyle konuşamadığını anlatmaya çalıştı. Patron da onları görmüş yanlarına gelmişti:

“Bu benim oğlum! Konuşma özürlü!”

“Doktordan konuşma özürlü olduğuna dair bir rapor alıp Askerlik Şubesine götürün.”

Patron’un 18 yaşında bir oğlu vardı. Yayladaki tüm işler O’nun üzerineydi. Amacı Mısto’yu çürük çıkartıp oğlunun askere gitmesine engel olmaktı. Vakit kaybetmeden dükkana kilidi vurup Mısto ile birlikte eve uğradılar. Oğlunun doğum kağıtlarını alıp birlikte Devlet Hastanesine gittiler. Patronu doktora durumu açıkladı. Mısto’nun oğlu olduğunu ama konuşma özürlü olduğundan yoklamaya getirmeyi unuttuğunu söyledi.

Doktor, Mısto’yu kontrol etti, sorular sordu. Mısto anlayabiliyor ama cevap veremiyordu. Doktor masasına otururken patrondan iki şahit getirmesi halinde raporu verebileceğini söyledi. Patron, Mısto’yu hastanede bıraktı. Alelacele tanıdık iki ahbabını yanına alarak hastaneye geri döndü.

Onlara çocuğun gerçek adının “Halis” değil “Mustafa” olduğunu tembihledi çünkü kendi oğlunun adı da Mustafa idi. Hep birlikte doktorun odasından içeri gittiler. Doktor şahitlere Mustafa’yı ne zamandan beri tanıdıklarını sordu. Şahitler yıllardır Mustafa’yı tanıdıklarını, konuşma özürlü olduğu üzerine yemin ettiler. Doktor şahitlere imza attırdı. Elindeki kağıdı kahvehane sahibine uzattı:

“Şimdi Askerlik Şubesine gidip oğlunuzu çürüğe çıkartabilirsiniz.”

Patron çok sevinçliydi. Savaş dönemiydi. Askerlik 5-6 yıl sürüyordu. Böylece kendi oğlunu askere gitmekten kurtarmış olacaktı.

Askerlik Şubesindeki yetkili doktor raporu okuyunca Mustafa’nın doğum kağıdını da istedi. Daktilosunun başına geçti:“Bu kağıdı taşıyan ….. doğumlu Mustafa……konuşma özürlü olması nedeniyle çürüğe çıkarılmıştır.”

Askeri görevli resmi kağıdı patrona uzattı. Patron, sevincini belli etmeden hızla oradan uzaklaştı. Yolda ilerlerken elindeki kağıdı Mısto’ya uzattı:

“Bu sende kalsın! Askeri inzibatlar seni durdurunca bu kağıdı gösterirsin.” Mısto, uzatılan kağıdı dikkatlice katlayıp cebine koydu.

Mısto, o akşam dükkanı kapadıktan sonra odasına çekildi. Gemici fenerini yaktı. Her akşam yaptığı gibi yıllardır yanında taşıdığı bıçağı yatağın altından çıkardı. Taş zımparayı eline aldı. Bir yandan kız kardeşlerini ve annesini düşünüyor bir yandan sert ve kin dolu el hareketiyle bıçağı biliyordu. Askerlik çürük raporu cebinde olduğuna göre artık rahat bir şekilde Iğdır’a doğru yola çıkabilirdi. İntikam ateşi yüreğini yakıyordu.

Üzerini giyindi. Bıçağı özenle babasından hatıra kalan paltonun yan cebine yerleştirdi. Zımpara taşını ve tütün tabakasını da almayı unutmadı. Askerlik çürük raporu da üzerindeydi. Gecenin bir yarısı dükkanın kepengini açtı. Kilidi dışardan vurdu. Bir anahtar da patronda vardı. İçeri girmesi sorun olmayacaktı.

BEKO’DAN İNTİKAM

Mısto hızlı adımlarla Iğdır’a doğru yola çıktı. Iğdır-Doğubayazıt yolunu izlemekten kaçındı. Örtülü köyü üzerinden Gevro köyüne oradan da Iğdır ovasına indi. Mısto aradan üç yıl geçmesine rağmen katillerin isimlerini ve yüz hatları granite kazınmış yazı gibi silinmez bir şekilde hafızasına yerleştirmişti.

Iğdır’a vardığında ilçe merkezinde turladı. Kürtlerin yoğun olduğu sokaktaki kahvehanelerden birisinden içeri daldı. Çayını yudumlarken gözü gelip gidenlerdeydi. Düşündüğü tek şey: O üç katili nasıl bulacaktı? Elini paltosunun cebine attı. Katillerden birine ait olan gümüşten yapılma tütün tabakasını masanın üzerine koydu. Bir sigara sardı. Bu tür gümüşten tabaka herkeste olmazdı. Belki birisinin dikkatini çeker diye umutlanmıştı.

Akşama doğru hamamın olduğu ara yola saptı. Yatacak boş veya terkedilmiş bir ev arıyordu. Cebinde parası vardı. İstese bir handa yatabilirdi. Ancak kendisini kalabalıklardan saklamayı daha uygun görüyordu. Hamamın arkasında iki katlı toprak tuğladan yapılma bir bina vardı. Yarısı yıkılmıştı. İçinde kimse yaşamıyordu. İkinci kattaki odaya çıktı. Bir köşeye büzüşüp uykuya daldı.

Sabahleyin ağır bir kükürt kokusuyla uyandı. Aşağı inip etrafı dolaşınca hamamı gördü. Gençlerin hepsi askere alındığından hamam sahibinin çalışacak genç bir elamana ihtiyacı vardı. Görevi basitti. Külleri boşaltmak, kömür taşımak ve büyük kazanı sürekli sıcak tutmaktı.  Güçlü kuvvetli bir gence ihtiyacı olan patron, Mısto’yu görünce Azerice seslendi:

“Ay gede (çocuk)! Hele bir gel!”

Mısto, Azericeyle ilk kez tanışıyordu. Patron teklifini yaptı:

“Çalışmak istiyirsen?” 

Mısto başını sallamakla yetindi. Patron, “Adın nedir?” diye sorunca Mısto çürük raporunu çıkarıp uzattı. Patron, “konuşma özürlü” ifadesini görünce durumu anladı. “Bu önemli değil. Ben sana işi göstereceğim. Yatacak bir yerimiz de var. Demek adın Mustafa’dır!”

Iğdır hamamı

Mısto, Iğdır’a gelişinin ikinci günü hem iş hem de yatacak bir yer bulmuştu. Bütün günü büyük kazanın altındaki külleri boşaltmak, el arabasıyla taşıdığı kömürle ateşi beslemekti. Yorucu bir iş değildi. Patron öğlen yemeğini de kendi eliyle getirip veriyordu. İyi bir insandı.

Bir gün patron, Mısto’ya uzaktan seslendi: “Mustafa gel sana hamamı göstereyim.Bugün müşteri azdı! Sen de yıkan!”

Mısto ilk kez hamamın giriş binasından içeri giriyordu. Lobi kısmında bir kısım erkekler elbisesini çıkarıyor bir kısmı da artık gitmeye hazırlık yapıp elbisesini giyiniyordu. Bir kısmı da havlulara bürünmüş, kerevete uzanmış, rehavete kapılmış halde keyifle çaylarını içiyorlardı.

Hamamcı, Mısto’ya bir yer gösterdi. Soyunmasını istedi. Sonra da kendi eliyle peştamalı kasıklarına sardı. Bir ucunu diğer tarafa sıkıştırdı. Mısto külotunu çıkarıp ahşap takunyaları giydi. Sıcak buharın kokusu ve hamamla ilk kez tanışıyordu. Patronun arkasına takılıp yavaş yavaş ilerledi. Patron ahşap kalın kapıyı açınca yoğun bir buhar dışarı hücum etti. İçeri girip kapı kapanınca Mısto ilk anda kör olduğunu düşündü. İçerisi insanın nefesini kesen yoğun bir buharla doluydu. Patron gülerek elinden tuttu, kurnalardan birisinin başına oturttu. Eline sabun ve lifi sıkıştırdı. Hoş sesiyle, “Gönlünce yıkan! Acele etme! Kazanda sıcak su doludur.”

Mısto’nun gözleri yavaş yavaş buhara alıştı. Artık uzaktaki yarı çıplak insanları seçebiliyordu. Kurnayı açıp yıkanmaya başladı. Hayatında ilk kez kendisini bu kadar mutlu ve huzurlu hissediyordu. Vücudunu defalarca sabunladı, lifle ovdu. Bir ara meraklanıp uzaktaki odalarda ne olduğunu görmek istedi. Kapısında peştamal asılı iki küçük odanın önünde insanlar etek tıraşı için sıraya girmişlerdi. Sağ tarafta musalla taşına benzer bir yer vardı. Adamın birisi uzanmış birisi de ha bire keseliyordu. Keseci, derin bir nefes alıp adama dönmesini söyleyince, Mısto’nun yüreği hopladı. Adamın sağ bacağındaki yara izini tanımıştı. Kız kardeşlerine tecavüz eden Beko’nun yarasıydı bu! Hata yapması mümkün değildi. Bu Beko’ydu! Keseci üzerinde kıl olmayan, soyulmuş bir deri gibi duran kısmı da keselemek istedi. Beko, “Oraya dokunmayın! Çocukluğumda uçurumdan kayarak düşmüştüm. Onun izidir.”

Mısto, Beko’nun ses tonunu da tanıdı. Hızla buhar odasından çıktı. Patronunu beklemeden havluyla kurulandı. Patron sevecen bir tavırla ve gülümseyerek yaklaştı: “Hamama ilk defa zor oluyor. Buhara zamanla alışırsın!” Mısto, “Evet!” anlamında kafasını salladı.

Elbiselerini hızla giyindi. Patronun getirdiği çayı içmeden hamamdan fırladı. Hamamın bitişiğinde uyuması için kendisine verilen odasına girdi. Babasının paltosunu giyindi. Başına şapkasını geçirdi. Bıçağı, zımpara taşını, tütün tabakasını ve çürük raporunu alarak odadan çıktı. Kavak ağaçlarının arasından geçerek hamamın karşısındaki üzüm bağına (bir zamanlar Hacı Ömer Şark’ın Çırçır fabrikasının olduğu yer)girip saklandı.

Dışarıdan birisinin O’nu görmesi mümkün değildi. Gözünü hamamın kapısına dikmiş, Beko’nun çıkışını bekliyordu. Neredeyse akşam karanlığı bastırmak üzereydi. Birden kalbi hopladı. Beko elinde bir torbayla hamamdan çıktı. Yavaş adımlarla ara bir sokağa daldı. Mısto vakit kaybetmeden Beko’yu takibe koyuldu. Beko hamamın verdiği yorgunluk nedeniyle adımlarını küçük atıyor, elindeki torbayı sallayıp duruyordu.

Beko, Baharlı Mahallesine (14 Kasım Mah) giden ara bir sokağa girdi. Hava kararmıştı. Mısto bıçağını kavradı. Etrafına bakındı. Gelen giden yoktu. Bir panter hızıyla bıçağı arkadan Beko’nu kalbine denk gelecek şekilde sapladı. Beko önce bir şey hissetmedi. Mısto bu kez bıçağı boğazına dayadı. Yıllardır kinle bilediği bıçak bir dokunuşta Beko’nun boğazını boydan boya kesti. Kan  fıskiye gibi aktı. Beko yere devrildi. Mısto, Beko’nun kafasını kesip uzak bir yere fırlattı. Beko’nun cebindeki cüzdanı aldı. Hızla karanlığın içinde kayboldu. Kavak ağaçlarının ve bağların arasından geçerek hamamın arkasında ilk geldiği gün kaldığı yarı yıkık eve gitti. Derin derin soluyarak uzandı. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu ama gecenin sessizliğinde duyan olabilir korkusu vardı.

Mısto uyandığında öğlen olmuştu. Hamamcıya görünmeden evden çıktı. Hamamcı Mısto’nun yerine başka birine iş vermişti.  Yaşlı bir adam zorlukla kömür taşıyordu.

Mısto, İdirmava yönünde ilerledi. Arkın içinde kimseye fark ettirmeden bıçağını yıkadı. Üzerinde kan lekesi olup olmadığını kontrol etti.

Baharlı Mahallesinde ara bir sokakta bir adamın kafası kesilmiş halde bulunduğu haberi Milli Emniyet Şefi Hüsnü Bingöl’e iletildi. Hüsnü Bingöl, çok geçmeden olay yerine geldi. Piposunu yakıp polis müdüründen bilgi aldı:

“Efendim, olay dün akşam meydana gelmiş olmalı. Hırsızlık olayına benziyor! Adamın cüzdanı yok!”

Hüsnü Bingöl polis şefine sert sert baktı:

“Ne zamandan beri hırsızlık için kafa kesiliyor!”

“O halde kan davası olmalı!”

Beko’nun kimlik bilgilerini öğrenmiş olan Hüsnü Bingöl yine sert sert baktı:

“Kürtler kan davasında kafa kesmez. Kurşunu sıkar gider. Nereye defnedilecek?”

“Baharlı Mahallesi mezarlığına!”

“Mezarlığa gelenleri dikkatlice takip edin. Katil aralarında olabilir.”

ZEKO’DAN İNTİKAM

Mısto şehir merkezinde Kürtlerin yoğun olduğu kahvehanelerden birine girdi. Bakkaldan aldığı ekmek ve helvayı iştahla yedi. Çayını içti. Kulağını konuşulanlara verdi. Herkes dün akşamki cinayeti konuşuyordu. Cenazenin Baharlı Mahallesindeki mezarlığa götürüleceğini duydu. Acaba Zeko ve Hesso da cenaze yerine gidecekler miydi? Bu iyi bir fırsat olabilir diye düşündü. Ama konuşamıyordu. Mezarlığın nerede olduğunu nasıl soracaktı? Vazgeçti.

İlçe merkezinde dolandı. Öğlen yemeğini yedi. Akşama doğru öteberi satın alıp hamamın arkasındaki izbe eve geri döndü. Mısto artık Beko cinayetini unutmuştu. Şimdi zihnini kurcalıyor kel kafalı Zeko ile sağ yanağında kocaman şark çıbanı olan ve şoförlük yapan Hesso’yu düşünüyordu.Yanında taşıdığı gümüş tütün tabakasının Zeko’ya ait olduğunu biliyordu. Şu an elinde bu kadar bilgi vardı.

Mısto bir ay boyunca Kürtlerin oturduğu kahvehanelere gidiyor, bilerek gümüş tabakayı masanın üzerine koyuyor, sigara sarıp,  gelip geçenleri pür dikkat izliyordu. İşte böyle bir gün, yan masadaki birisi tütün sarmak için izin istedi. Mısto, tütün tabakasını uzattı. Adam, tabakayı eline alır almaz yanındaki arkadaşına, “Bu bizim Zeko’nun tütün tabakası!” diye hayretle gösterdi. Adam, Mısto’ya tütün tabakasını nereden aldığını falan sordu ama Mısto el hareketiyle konuşma özürlü olduğunu ifade edip soruları cevapsız bıraktı.

Adam, masadan kalktı, alelacele dışarı çıktı. Mısto bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Adam, Zeko’yu bulup getirmek için çıkmıştı. Mısto parasını ödeyip dışarı fırladı. Kendisini bir köşeye saklayıp, kahvehaneye gelenleri dikizlemeye başladı. Çok geçmeden kel kafası şapkasının altından bile görünen Zeko, gümüş tabakadan tütün saran adamla birlikte kahvehaneden içeri girdi. Mısto sabırla çayhaneyi dikizlemeye devam etti.

Zeko çok geçmeden dışarı fırladı, gözünü dört bir tarafta dolaştırdı. Belli ki gözleri Mısto’yu arıyordu. Sonuç alamayacağını görünce geldiği yönde adımlamaya başladı. Mısto da gizliden peşine takıldı. Mısto, ara bir sokağa dalıp ana caddeye çıktığında Zeko’nun uzakta bir dükkandan içeri girdiğini gördü. Bu bir manifatura dükkanıydı.

Mısto yere çömeldi, dükkanın kapanış saatini beklemeye koyuldu. Akşam karanlığı henüz çökmüştü. Zeko dükkanın kepengini gürültüyle kapattı, kilidi vurup ana caddede yürümeye başladı. Mısto yerinden kalkıp peşine takıldı. Zeko bir bakkala girdi. Alış verişini tamamladı. Eli öteberiyle doluydu. Bir faytona binmek istedi. Her geçen faytona el işareti yapıyor, durmasını istiyor ama her seferinde faytoncular kafalarını olumsuz anlamda sallıyorlardı. Herkesin dükkanı kapatıp evine gitmek istediği bu saatlerde boş fayton bulmak zordu.

Yürümekten başka çaresi kalmadığını anladı. Halfeli caddesine doğru adımladı. Mısto avını kaçırmak istemeyen bir kaplan gibi Zeko’nun peşindeydi. Zeko bir bahçe kapısının önünde durdu. Kapı tokmağını birkaç kez sertçe vurdu. Bir kadın kapıyı açtı. Zeko’nun elindeki öteberiyi aldı. Zeko, kadınla bir şeyler konuştu. Tekrar çarşıya yöneldi. Gazyağı almayı unutmuştu. O yıllar Iğdır’da elektrik yoktu. Zifiri karanlık hızla çöküyor, herkes evine çekiliyor, ara sokaklar ıssızlaşıyordu.

Zeko, bir şişe gaz yağı aldı. İlerlerken yolda arkadaşlarına rastladı. Ayaküstü uzun bir sohbete daldı. Sonra tekrar evine doğru yola koyuldu. Hava kararmıştı. Beş metre ötesini görmek bile zorlaşıyordu. Mısto bıçağına sarıldı. Zeko’nun evine dört-beş ev kalmıştı. Mısto etrafına bakında. Kimseler yoktu. Kaplan gibi atılarak bıçağı arkadan Zeko’nun kalbine sapladı, vakit kaybetmeden bıçağı hızla çekip bu kez boğazına dayadı. Kan fıskiye gibi aktı. Zeko yere devrildi. Mısto, Zeko’nun kel kafasını kesip uzak bir yere fırlattı. Cebindeki paraları alıp gözden kayboldu.

Kocaman bir kaysı bahçesine girdi. Köpek havlamaları arasından geçerek ara sokaklara daldı.Bıçağı yolun kenarından geçen arkta yıkadı. Açlık hissetmiyordu. Tekrar hamamın arkasındaki odasına geri döndü.Eline taş törpüyü alıp hem gün içinde yaşadıklarını düşünüyor hem de bıçağı sert darbelerle biliyordu. İki can almış ama içindeki hınç ve intikam zerre kadar azalmamıştı.

“Şimdi sıra Hesso denen o köpekte. Kamyon şoförü. Oruç Vurgun’un kamyon şirketinde çalışıyor.”

Mısto bu cümleleri üç yıldır tekrarlayıp duruyordu. Unutması mümkün değildi.

Ertesi gün Emniyet Müfettişi Hüsnü Bingöl tekrar cinayet yerine gitti. Piposunu içerken polis şefi elde ettiği bilgileri sıralıyordu.

“Efendim! Öldürme biçimi aynı. Önce arkadan darbeyi indirmiş sonra da kafasını kesip atmış. Cebindeki paraları da almış. Efendim, sanırım bu çok acımasız bir hırsız!”

Hüsnü Bingöl zor da olsa gülümsedi:

“Varsayalım ki hırsızlık olayı! Adamın cebinde ne kadar para olduğunu nasıl tahmin etsin ki? Öldürdükten sonra ya adamın cebinde hiç para yoksa? Muhlis Bey, yüreğinde kin ve intikam taşıyan acımasız birisiyle karşı karşıyayız. Hırsızlık işi değil! Varsayalım adamın önünü kesti bıçağını çekip parasını istedi. Adam da vermemek için direndi. Bu durumda adamı önden bıçaklardı, sırtından değil. Katil Iğdır dışından biri olmalı. Kimlik kontrollerini sıkılaştırın, Iğdır dışından gelen bütün yabancıları toplayıp sıraya dizin. Beni haberdar edin! Bir bakışta katilin kim olduğunu anlayacağım.”

Mısto ertesi gün öğlene doğru şehir merkezine çıktığında her tarafın polisle kaynadığını gördü. Kimlik soruluyor, üst araması yapılıyordu. Bir tehlike hissetti. Çember daralıyordu. Her an yakalanma ihtimali vardı.

HESSO’DAN İNTİKAM

Arka bahçelerden geçerek Tuzluca’ya giden yolu buldu. Karnı acıkmıştı. Yol üzerinde bakkal falan da yoktu. Açlığa dayanıklıydı. Bütün gece yürümesine devam etti. Doğubayazıt’tan Iğdır’a kadar yürüdüğü günü hatırladı. Sabaha doğru Tuzluca’ya varmıştı. Karnını doyurdu. Iğdır’dan gelen bir kamyon çayhanenin önünde durdu. Çayhanenin sahibiyle şoför arasında geçen konuşmaya kulak kabarttı. Kamyon Kars’a gidiyordu.

Mısto şoförün yanına gidip el işaretiyle birlikte yolculuk yapmak istediğini anlatmaya çalıştı. Şoför. “Biraz paranı alırım, bedava olmaz!” Mısto, parmaklarıyla “Ne kadar?” işaretini yaptı. Şoför “On” anlamına gelecek şekilde on parmağını havaya kaldırdı. Mısto uzaklaştı. Gizli bölmede sakladığı paradan on lira çıkardı, getirip şoföre uzattı. Birlikte yola çıktılar.

Şose yol derin çukurlarla doluydu. Yük devrilmesin diye şoför bazen aşağı iniyor, derin çukurları taşla dolduruyordu. Böyle anlarda Mısto’nun boğazı düğümleniyor, zihni alt-üst oluyor, şose yola gömülü anne ve kız kardeşlerini düşünmeden edemiyordu.

Şoför bir ara sordu:

“Kars’ta mı kalacaksın yoksa daha uzağa mı gideceksin?”

Mısto el işaretiyle, “daha uzağa” anlamında elini salladı.

Şoför devam etti:

“Ankara mı?”

Mısto “Hayır!” anlamında başını salladı.

“İstanbul mu?”

Mısto yarı sevinçle kafasını sallayarak onayladı. Şoför yolda bir ara mola verdi. Eline bir kağıt aldı. Şöyle yazdı:  “Dilsizim. Konuşamıyorum. Okumam yazmam yoktur. İstanbul’a gitmek istiyorum. Lütfen yardımcı olunuz!”

“İstasyona gidince gişedeki adama bu kağıdı göster. Onlar senin İstanbul’a gittiğini anlayacaklar.”

“İstanbul’da tanıdığın var mı?”

Mısto, “Hayır!” anlamında başını salladı.

“Çalışmaya mı gidiyorsun?”

Mısto, onayladı.

“Sirkeci’ye git! Bütün kamyonlar orada yük alıp boşaltıyor. Hamallık yaparsın!”

Şoför, kamyonu durdurdu. Mısto’ya verdiği kâğıdı geri aldı. Arkasına, “Sirkeci’ye gitmek istiyorum. Hamal olacağım!” diye yazdı.

“Tren İstanbul’a vardığında bunu gösterdiğin zaman insanlar ne yapman gerektiğini sana söyleyecek. İstanbul büyük bir şehirdir. Ben de zaman zaman gidip Sirkeci’den mal alıp Kars’a, Ağrı’ya falan götürüyorum. Doğu Anadolu bölgesine sadece Oruç Vurgun’un kamyonları mal taşıyor. Iğdırlı’dır. İyi bir insandır. O’nun yanına git.”

Mısto, “Oruç Vurgun” adını duyunca kalbi duracak gibi oldu. Hesso, Oruç Vurgun’a şoförlük yapıyordu. Bu isim yıllardır hafızasındaydı.

Şoför tekrar kamyonu durdurdu. Kâğıdın altına “Iğdır Ambarının sahibi Oruç Vurgun’u arıyorum” diye bir yazı yazdı.

“Sirkeci’deki kamyon pazarına varınca bu kâğıdı şoförlere göster! Onlar sana Oruç Vurgun’un bürosunu gösterirler. Doğulu gençler güçlü kuvvetli oluyor. Onlara hemen iş veriyor.”

Mısto, Kars’a varınca ilk işi tren istasyonunu arayıp bulmak oldu. Şoförün verdiği kağıt parçasını gişedeki yaşlı adama uzattı. Görevli gişeden 40 TL çıkarıp gösterdi. Mısto, parayı uzattı. Yaşlı adam kolundaki saati gösterdi, eliyle 5’i işaret etti. Mısto, trenin saat 5’te yola çıkacağını anlamıştı.

5 gün süren uzun bir yolculuktan sonra tren Haydarpaşa garına vardı. Mısto’nun zihni başka yerlerde olduğu için 5 günün nasıl geçtiğini hissetmedi bile.Tuzluca’da tanıştığı şoför nedeniyle kendisini şanslı hissediyordu. Oruç Vurgun”un bile nerede olduğunu artık öğrenmişti.

Tren, Haydarpaşa Garına varınca Mısto herkes gibi perona indi. Ağır ağır gelen ve elindeki bavulu taşımakta zorlanan yaşlı birine yaklaştı, elindeki kâğıdı uzattı:

“Evladım ben de karşıya geçeceğim. Beni takip et!”

Mısto yaşlı adamın elindeki bavulu aldı. Arabalı vapura bindiler. Mısto, denizi ve İstanbul’u hayranlıkla izliyordu. Eminönü’de indiler. Yaşlı adam Sirkeci’ye giden bir minibüsü durdurdu.

“Şoför bey bu genç dilsizdir. Sirkeci’de inecek. Ücreti ne kadar?”

“50kuruş!

Yaşlı adam 50 kuruşu uzattı. Mısto boş koltuklardan birine oturdu. Minibüs sıkışık trafikte zorlukla yol alırken Mısto kalabalığı seyre dalmıştı. Sirkeci’ye gelince şoför Mısto’ya inmesini işaret etti.

Sirkeci (1940’lı yıllar)

Mısto, ileride kamyonları gördü. Oraya doğru ilerledi. Önüne bir simitçi çıktı. El işaretiyle ücretini sordu. “25 kuruş!” diye bağırdı simitçi. Mısto bir banka oturdu, simidi iştahla yemeye koyuldu. Martı seslerine kulak verdi, uzakta görünen cami minarelerinin büyüklüğüne şaşkınlıkla bakakaldı. İstanbul, Mısto’yu büyülemişti. Büyük bir şehirdi. Hem de çok büyük!

Şoförlerin olduğu kulübeye yaklaştı. Kâğıdı birisine uzattı. Kâğıdı elinde evirip çeviren şoför ayağa kalktı:

“Oruç Vurgun’un bürosu uzak değil. Şu ara caddeye gir. Sağa dön! Oradaki adamlara sor.”

Mısto söyleneni yaptı. Sağa dönünce karşısına çıkan orta yaşlı bir adama kâğıdı uzattı. Adam, Mısto’nun yabancı ve dilsiz olduğunu anlayınca yanına alıp Oruç Vurgun’un bürosuna götürdü. İçeri girip selam verdi.

“Oruç Bey! Bu genç konuşamıyor. Buraların yabancısı. Kâğıtta senin ismin yazılı.Yanına getirdim. Hadi, hoşça kal!”

Oruç Vurgun bir şoförle hesap işi yapıyordu. Mısto’ya iskemleye oturmasını söyledi. Şoför gidince Oruç Vurgun el işareti yapıp Mısto’nun yanına gelmesini istedi. Mısto elindeki kağıdı uzattı. Oruç Vurgun başını salladı.

“Kimliğin var mı?”

Mısto, Doğubayazıt’tan beri bir naylon poşet içinde taşıdığı kimliğini uzattı.

“Demek adın Mustafa! Hamal olmak istiyorsun değil mi?”

Mısto başıyla onayladı.

Oruç Vurgun yardımcısını çağırdı:

“Ahmet bu genç dayanıklı birisine benziyor. Biliyorsun hamal bulmak kolay ama uzaklara mal götüren şoför bulmakta zorlanıyoruz. Dilsiz ama önemi yok. Doğubayazıt’tan buraya kadar gelebildiğine göre işini biliyor demektir. Üstelik askerlikten de muaf olmuş. Birkaç hafta çocuğa şoförlüğü öğret. Sonra da bizim Fehmi Bey’e gidip bir ehliyet al! Küçük hanların birisinde de yatıp kalkacağı bir yer bul!”

Ahmet, söylenenleri dikkatlice dinledi.

“Hadi Mustafa gidelim!” dedi.

Mısto çok mutluydu. Şoför olacaktı. Ayrılmadan önce cebindeki gümüş tabakayı Oruç Vurgun’a uzattı. Oruç Vurgun mahcup bir edayla aile yadigârı olduğunu düşündüğü gümüş tabakayı aldı. Evirdi çevirdi.

“Çok sağ ol! Allah yardımcın olsun!” dedi.

Mısto bir ay şoförlük eğitimi aldı. Ehliyetini alınca çok sevindi. Yeme içme ve handa kalma parasını Oruç Vurgun üstlenmişti.

Mısto bir yandan şoförlük mesleğine ilk adımını atarken diğer yandan gözü hep şoförlerdeydi. Yanağında kocaman şark çıbanı bulunan Hesso’yu arıyordu.

Mısto birkaç kez Gaziantep ve Diyarbakır’a yük götürüp getirdi. Handa birlikte kaldığı arkadaşı biraz da olsa okuma yazmayı öğretmişti. Levhaları rahat okuyabiliyordu. Hatta bazen gazete yazılarını heceleyerek okumayı da başarmıştı.

Sirkeci’de şoförlerin öğle yemeği yediği kocaman bir lokanta vardı. Mısto fırsat buldukça öğlen yemeğini bu lokantada yemeyi tercih ediyordu. Kebapları lezzetliydi.

Bir gün arkadaşıyla oturmuş yemek yerken karşı masada yüz hatlarını asla unutmadığı yanağında kocaman şark çıbanı olan Hesso’yu gördü. Yemek boğazına takılmış gibi oldu. Parasını verip dışarı çıktı. Uzak bir yerde oturup Hesso’nun lokantadan çıkmasını bekledi.

Hesso, elinde kürdanla keyifli bir halde lokantadan çıktı. Arkadaşlarından ayrılıp hanların olduğu sokağa yöneldi. Mısto da O’nu takibe koyuldu. Hesso bir handan içeri girdi. Mısto, Hesso’yu bulduğu için sevinçliydi. Kendi odasına gitti. Bıçağı çıkarıp bilemeye başladı. Yıllardır giyindiği babasının paltosunu üzerine geçirdi. Hesso’nun kaldığı hanın önünde volta atmaya başladı.

Akşamın geç saatleriydi. Hesso handan çıkıp sahile doğru yürüdü. Sonra yön değiştirip ara sokaklara girdi. Kısa yoldan genelevine gitmeyi planlıyordu. Mısto bu sokakları iyi biliyordu. Canı sıkıldıkça zihnine çöken acıları dağıtmak için gelişigüzel dolaşır dururdu. Hesso bir ara durdu hızlı hızlı bir sigara sardı. Derin nefes alıp yoluna devam etti.

Hesso, Yüksek Kaldırımdaki genelevin kapısından içeri girdi. Mısto dışarıda bekledi. Gözünü kapıdan ayırmıyordu. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Zihnini öldüreceği adama yoğunlaştırmıştı. Birden Hesso’nun kapıdan çıktığını gördü.

Gece yarısıydı. Dar sokaklar daha da ıssız olmuştu. Hücum etmek için en uygun yeri biliyordu. Hesso, dar ve karanlık bir sokağa saptı. Mısto yıldırım hızıyla ileri atılıp bıçağı arkadan sapladı. Aynı hızla bıçağı çıkarıp boğazına dayadı. Hesso korkuyla sordu:

“Sen kimsin?”

“Ben Mısto’yum. Annemi ve iki kız kardeşimi öldürdün.”  

Yere yıkılan Hesso’nun boğazından kanfışkırdı. Mısto biraz uzak durdu. Sonra yaklaşıp Hesso’nun kafasını kesip fırlattı. Yarı koşar adımlarla sahile indi. Elindeki bıçağı Haliç’in karanlık sularına fırlattı. Mısto iki şeye aynı anda seviniyordu. Hem son katil Hesso’yu öldürmüş hem de dili açılmıştı. Hana yaklaşırken çeşmede elini yüzünü ve ayakkabılarını yıkadı. Handan içeri sessizce girdi.

Mısto’nun oda arkadaşı Lice’liydi. Uyuyordu. Mısto da yatağa uzandı ama sabaha kadar gözüne uyku girmedi.

Hesso’nun vahşi şekilde ara sokakların birisinde öldürülmesi şoförler arasında ağızdan ağıza hızla yayıldı. Oruç Vurgun haberi alınca hem Hesso’nun ölümüne üzüldü hem de bir gün sonra Iğdır’a yük götürecek yeni bir şoför bulması gerekiyordu. Mısto’yu yanına çağırdı. Yükü Iğdır’a götürmesini istedi. Mısto kafasını sallayarak kabul ettiğini onayladı.

O akşam Mısto yatağına uzanmış başından geçenleri tekrar tekar düşünüyordu. Liceli arkadaşı odadan içeri girdi. Yatağına uzanıp bir sigara içti.

Mısto: “Ahmet, benim dilim açıldı. İlk seninle konuşuyorum. Ben yarın Iğdır’a doğru yola çıkacağım. Sen çok sevdiğim ve güvendiğim bir arkadaşımsın. Zaten hayatım boyunca senden başka dostum olmadı. Çocukluğumdan beri başımdan geçenleri dinlemek ister misin? Söz vermelisin.Anlattıklarımı kimseye söylemeyeceksin. Ayrıca konuşabildiğimi kimsenin bilmesini istemiyorum.”

Ahmet birden çok meraklandı. Mısto çocukluğundan beri başından geçenleri ayrıntılı bir şekilde anlattı. İki gün önce Hesso’yu da kendisinin öldürdüğünü itiraf etti.

Mısto’nun konuşması bitince sabahın ışıkları aydınlanıyordu. Ahmet garip duygular içindeydi. Merakla sordu:

“Niçin kafalarını kesiyorsun? Öldürmen yeterli değil mi?”

“Belki içimde yıllardır beni boğan kin ve intikam duygusu yüzünden! Ayrıca babam, kafası kesik gömülenlerin öbür dünyada Cehenneme gideceğini söylerdi.”

Ahmet yorgunluk hissetti, farkında olmadan uykuya daldı. Mısto kamyonuna gitti, koltuğuna oturup motoru çalıştırdı, Iğdır’a doğru uzun bir yolculuğa çıktı.

Mısto beş günlük bir yolculuktan sonra Doğubayazıt’a vardı. Kalbi hızla atmaya başladı. Bir zamanlar çalıştığı çayhane halen açıktı. Doğubayazıt’ı Iğdır’a bağlayan yol Karabulak köyünü biraz geçtikten sonra dar bir yol olarak yılan gibi kıvrılıp uçurumların kenarından geçerek devam ediyordu. Kimse gece karanlığında bu yolda kamyon sürmeye cesaret edemiyordu. Mısto akşam çökmeden Çille geçidini çıkması gerektiğini biliyordu.

Mısto kamyona binip yoluna devam etti. Karabulak’ı geçtikten sonra boğazı düğümlendi. Annesi ve iki kız kardeşinin mezarına yaklaşıyordu. Çok geçmeden kendi ördüğü taşları gördü. Kamyonu durdurdu. Ailesinin gömülü olduğu yere geldi. Hıçkırarak ağlamaya başladı. “Gönlünüz rahat olsun! O köpeklerden intikamınızı aldım! Birazdan kamyonla üzerinizden geçeceğim, beni bağışlayın!”

Akşam hızla çöküyordu. Mısto kamyonu sürüp Çille geçidine doğru tırmanmaya başladı. Ağlaması durmamıştı. Gözyaşları öylesine yoğun boşalıyordu ki önünü görmekte zorlanıyordu. Kamyon virajı alıp tepeye çıkınca Iğdır ovası uzaktan sönük ışıklar içinde göründü. Mısto hala ağlıyordu. Direksiyonu dikkatsiz bir şekilde hızla çevirince kamyon dengesini kaybedip uçuruma yuvarlandı. Kocaman kamyon beş on takla attı. Mısto anında ölmüştü.

Haftalar sonra Mısto’nun ölüm haberini alan Liceli oda arkadaşı bildiklerini Oruç Vurgun’a anlattı. Oruç Vurgun, çekmecede sakladığı gümüş tabakayı çıkardı, Liceli şoföre uzattı. “Al bunu sat! Uğursuzluk getirir!”

O günden sonra bu olayın çeşitli versiyonu ağızlardan ağıza dolaşıp durdu. Rivayet edilir ki ne zaman bir araba anne ve iki kızın gömülü olduğu yolun üzerinde geçse üç kez “Ah!” sesi işitilirmiş.

SON

HİKÂYEDE ADI GEÇEN İKİ KAHRAMAN:

ORUÇ VURGUN KİMDİR?((Merhum HamzA Aygün anlatıyor)

“Oruç Bey aslen Iğdırmava mahallesindendir. Iğdır’da ticaretle iştigal ediyordu. 1930’lu yıllarda İstanbul’a göç ederek Iğdır’ı terk etti. Bir daha hiç dönmedi. Gezmeye bile gelmedi. İstanbul’da Iğdır Ambarı Ambarı diye bir şirket kurarak kısa sürede Doğu bölgesinde isim yaptı. O yıllar tüm doğu vilâyetleri Trabzon üzerinden İstanbul’a bağlanıyor, ticaretlerini bu yolla yapıyorlardı. Iğdır Ambarı da bu güzergâh üzerindeki tüm illere ama özellikle Erzurum,Kars,Iğdır,Ağrı ve Van illerinin mallarını taşırdı. Bu yüzden OruçBey kısa sürede iyi para kazanıp zengin oldu.

Doğudan İstanbul’a giden tüccar veya esnaf Oruç Vurgun Bey’e uğrardı. Bazen İstanbul’da parası biten hemşehrilerimize Oruç Bey yardım elini uzatır, onları sağ salim memlekete dönmelerini sağlardı.

Oruç Bey Iğdırlılar için bir kapı görevi üstlenmişti. Güvenilir bir adresti. Çocuğunu okula yada askere gönderen aileler parayı Iğdır Ambarı’nıadres göstererek gönderirdi.

Hiç evlenmeyen Oruç Vurgun yaşlanmaya başlayınca, işleri çekip çevirmesi için akrabası Ayhan Özmen’i İstanbul’a götürdü. Yetenekli bir genç olan Ayhan Bey işleri kısa sürede kavradı. Oruç Vurgun Bey’in vefatından sonra işlerini daha da büyüterek zengin oldu. Önceleri Sirkeci’de hizmet veren Iğdır Ambarı şimdi belediyenin gösterdiği yeni yerinde görevine devam etmektedir.”

MİLLİ EMNİYET İSTİHBARAT ŞEFİ HÜSNÜ BİNGÖL KİMDİR?

Milli Emniyet Müfettişi Hüsnü Bingöl

Kimdi Hüsnü Bingöl? Onun hakkında çok az şey yazıldı ama çok şey zihinlerde ve kalplerde gömülü kaldı. Kimdi bir döneme damgasını vuran, bir yandan vatan için canını feda edercesine görevine bağlıyken bir yandan geride gözü yaşlı ve kalbi buruk insanlar bırakan Hüsnü Bingöl? Sıradan bir MİT ajanı mı, bir subay mı? Yoksa görevini suistimal eden bir devlet görevlisi mi? Ne yazık ki bu sıradan ve belki de önemsiz sorular, onu hiçbir zaman anlamamıza yeterli olmayacaktır. Bazılarına göre o, bir kahramandı, bazılarına göre o bir tirandı. Devlete göre de o, değeri sonradan anlaşılan yâni unutulan ve yeniden keşfedilen bir kahramandı.

Yaşanan olaylar ve üstlendiği görev ve sorumluklar bize kanıtlıyor ki Hüsnü Bingöl’ü bugünkü anlamda bir MİT yöneticisi veya Müsteşarıyla karşılaştırmak mümkün değildir. Bu durum Hüsnü Bingöl’ü hafife almak, onun etkileyici ve büyüleyici şahsiyetini gölgede bırakmak anlamına gelir. Bugün bir Müsteşar gider, diğeri gelir. Oturmuş ve tıkır tıkır işleyen bir milli emniyet ve istihbarat örgütü vardır. Hâlbuki Hüsnü Bingöl o kadar şanslı değildi. İçinde bulunduğu koşullar olağanüstüydü. Hüsnü Bingöl büyük bir özveri ve kararlılıkla olağanüstü koşullara hızla adapte oldu. Ülkenin bu uzak köşesinde casusluk-karşı casusluk şebekesini kayayı tırnaklarıyla oyar gibi bin bir zahmetle kurdu. Bölge halkının bir kısmının kalbini kazandı ve bu mücadelenin bir parçası haline getirdi.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiçbir dönem ve hiçbir bölgede bir istihbarat görevlisi Hüsnü Bingöl kadar halkla içli dışlı olmadı, sıradan insanları karşı-casusluk projesinin bir unsuru olarak kullanmaya ikna edemedi veya “Bu vatanı topyekûn korumalıyız,” duygusunu uyandırmadı. Bölgede yaşayan farkı etnik ve mezhepten halkların dünyasına girip hem onları kazandı hem de “zararlı” gördüklerini bertaraf etmek için kendince tedbirler aldı. Kısacası Hüsnü Bingöl maaşını alan, gününü dolduran ve merakla terfi bekleyen bir istihbaratçı değildi. O, tam aksine parayı ve rahatı önemsemeyen ama görevinin hakkını vermek isteyen bir vatansever ve devlet görevlisiydi. Özellikle belirli dönemlerde yazdığı raporlar ve olası gelişmelerden üstlerini zamanında bilgilendirmesiyle, Cumhurbaşkanı ve Başbakan gibi önemli devlet adamlarının ufkunu açmış, uluslararası siyaseti ve diplomasiyi ustalıkla kullanmalarına yardımcı olmuştur.

Kısacası Hüsnü Bingöl olağanüstü bir dönemin olağanüstü bir şahsiyeti idi. Günahıyla sevabıyla uzun yıllar (1932-1954) Iğdır’ın ve ülkenin kaderini elinde tuttu, kızgın olduğu günlerde Yunan Tanrısı Zeus’un öfke şimşeklerini etrafına saçtı bazen de yüreğinin derinliklerinde taşıdığı şefkat ve cömertlikle insanları kucakladı.

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir