Hak Edilmiş Bir Ayrılıktır Zaman

“Deprem Anısına *

İnandıkların da terk etti seni, şimdi en büyük fırtınasına yakalanmış bir sahra çölü gibi… öyle yalnızsın.

Bu yalnızlığı ancak çocuklar anlar.

Bir çocuklar bilmez: Gün olur, hak edilmiş bir ayrılıktır zaman.

Hoş gör.

Mavzer kurşununa namı yürüsün diye göğüs geren dedelerimizden bir bıyıklarımızdır yadigâr; korktuk, kaçtık; yine de giderken içimiz sızladı inan. Hani zorun dağlar kadardır fakat boğazından bir kıl ustura geçer, ağlayamazsın.

Bunu da bir biz biliriz, bir de altın kafesteki bülbül.

Çiz bunun altını ve unutma: Sen vatan oldun artık; ayrılırken duyumsadığın acı değil midir, kimliksiz kentleri vatan yapan?

Acı çekiyorsun değil mi? Sen acıyı bilmezdin oysa.

Ne dersin, güzel dağlarına bahar gelir mi yine? Büyük vuruşla paramparça olmuş yüreğini onarabilecek misin yeniden?

Binlerce ay yüzlü çocuk doğurabilecek güvercin yürüyüşlü bir kızdın. Akıl dışı bir kürtaj bereketli yarınlarına saldırdı. Artık, kurumuş ırmaklarınla sana yol verecek tek enginlik çöller kaldı, neylersin?

Ağlıyor musun? Oysa, ağlamak ne kadar yabancındı.

Bak bahar gelecek, nevruzlar sarar mı dağlarını yeniden? Çimenlerine su yürüyüp kıyamet gibi çiçek keser mi yüzün? Güneş, Safran sırtlarından Paşaköy’e uzayan Gökkuşağı Yolunda ya da Kurtköy dağlarında unutulmuş oyunları oynayan şımarık bir çocukken, dağ yollarında teslimiyete inat sevdalar yeşerten yaşam kaçkınlarının türküleri söylenir mi yine?

Bir daha düşer mi cemre?

Düşmese de olur aldırma.

Sılayı yaratan sevdasıdır insanın, anılarıdır gömdüğü. Eski nalbant yeni ev yapıcının, üç kuruş daha fazla kazanma hırsını doyurmak için yangınlara, yıkımlara, dozerlerin çelik bıçaklarına; kefensiz ölümlere teslim ettiği çocuklarıdır.

Artık mecburuz: Ölsek de ruhumuz sana bağlı kalacaktır.

Kendi diyarlarımızda ekmeğimiz yoktu, çoğumuzun. Adam da sayan yoktu ya. Sayılsak, sen de ne işimiz vardı? Sen, dünya güzeli ufacık bir kasabaydın. Yazık ki, bize dayatacağın kuralların yoktu. Sevdin bizi. Bu kadar sevilmeye alışkın değildik, bunca önemsenmeyi ummazdık. Sen de karnımız doydu şükür. Doydu ama unutamadık: Sen yabandın, sen eldin; sen bizim değildin ve biz senden değildik: Sen gurbettin. Niçin insanın kanında karnının doyduğu gurbetten nefret vardır? Senden nefret ediyorduk. Seni yok ederek yaşıyorduk.

Çaplarımızı aşan bir hırsla, birbirimizi çiğneyerek tırmanma derdindeydik. Gündemi biz belirliyorduk. Okuma yazma bilmeden medreseye hoca, alim; hak hukuk bilmeden kadı oluyorduk. Ya bir partiyi ya bir inancı ya etnik kökenleri ya da geldiğimiz şehirleri kullanıyorduk. Gariptir, senin öz çocuklarının kimisi de el veriyordu bize. Ender de olsa, karşımıza kimi erdemli insanlar da çıkıyordu, dur diyen . Oysa, bilmiyorlardı, aynı çıkarlara kilitli biz, ne kadar çoktuk. Kazanamayacakları kavgalara tutuşuyor; çoğu yeniliyor, çoğu küsüyor, çarmıhları sırtlarında dolaşıyordu. Sen insafımıza kalmıştın. Gerekeni yaptık. Su kaynayan tarlalara imarsız, plansız gökdelenlerimizi kurduk. Allah kerimdi.

Dedik ya, mavzer kurşununa karşı koyan dedelerimizden bir bıyıklarımızdır yadigâr, bir de çağını bitirmiş, ama sana dayattığımız yaşam tarzımız. Neden insaf edelim ki? Sen tükenirsen, çok Yalovalar, Gölcükler, Sakaryalar… vardı bu ülkede. Hem giderek büyüyen, kendi aristokrasisini yaratacak gibi duran sende, yarın acımasızlığımız yetse de, çapımız yetmeyebilirdi. Gün bu gündü. Seni düşünen yoktu. Sen de dünyalığını tutan, ezilmişliğin öcünü, sonradan görmüşlüğün kıyıcı bıçağıyla gene senden alıyordu.

İlk onlar gitti.

Kimi deprem görmüş yerlerde iş adamları, ekmeğini yedikleri kentlere depreme dayanıklı konutlar, yeni fabrikalar kuruyordu. Seninkiler, dün zenginlik ve gösterişleriyle burnundan kıl aldırmayanlar, yıkılan bir konutla nesi varsa tükenmiş gibi ağlayarak el açmış, yardımda önceliği kapma derdindeydi. Çoktan bitirdikleri geçmişlerine şimdi iç burkan gerekçeleri de vardı, tüm geçmişlerini aklayacak: Deprem.

Onlar da gitti. Geri gelirler diye korkuyorsun biliyorum. Kuşkun olmasın gelecekler. Sen kendi kurallarını oluşturmuş, aristokratlarını yetiştirmişsen, hemşerilik bilinciyle donanmış, seni vatan bilen yurttaşların varsa, duracakları yeri bileceklerdir. Yoksa dukalar ve uşakları hep olacaktır.

Artık seni sıla bilenlerin var.

Bu bayramda doğup büyüdükleri yere gitmeyecekler; sana, sevdiklerinin mezarlarına geleceklerdir. İyi davran onlara. Sen onlarla birlikte yarınını kuracaksın. Onlarla tüm Türkiye’de anlatılan acıklı olsa da güzel bir masalsın. Sen topraksın. Binlerce yıldır ne yaralar gördün, onardın. Büyük olmak, büyük bedel ister. Hele vatan olmak… oğullar, kızlar vermek demektir, gözbebeği anıları gömmek demektir. Dünyanın öte ucunda olsanız bile görünmez, ama çelik bağlarla sana bağlı sevdalılar demektir. Yurdumun dört yanında senin ekmeğini yemiş, sana emek verip gitmek zorunda kalmış insanların var. Sende sevdalarımız, sende mezarlarımız var.

Yıkımsa yıkım, artık bahar gelmeli.

Sen demez misin, en azgın zemheri, bir minik kardelene yenilir gider? Hadi açtır kardelenleri, dağlarıma bahar gelsin. Doğacak çocuklarımız var ve söyleyecek sevda türküleri…

Bir ölüm nedir ki? Sen milyonlara gebe anasın: Vatansın.

Bizi de anla ve hoş gör; GÜN OLUR, HAK EDİLMİŞ BİR AYRILIK OLUR ZAMAN, ondandır gidişimiz; çiğ süt emmişliğimizden değil.

*Şenol YAZICI, Ocak 2000, İzmir

“17 Ağustos 1999 Deprem’i Anısına

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir