01/04/2021

Şair öyle tanımlamış, ama günümüz kadını değil bu model, aksine; bir elinde cımbız bir elinde ayna, ama umurunda onun da dünya…

Öyle olduğunu düşünmek istiyorum.

Çünkü hem erkek egemen topluma homurdanan, hem de hep erkekten bekleyen kadın kaçınılmaz biçimde köleleştiğinin sonunda farkında olmazsa çıkış yok… Atatürk’ün İzmir İktisat kongresinde söylediği söz salt uluslar için değil, en çok insan için de geçerli bir evrensel kuraldır: “Siyasi, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılan zaferler kalıcı olmaz az zamanda kaybedilir.

Siz onu” parayı veren düdüğü çalar” diye anlayın.

Önce çalışmalı, hayata bir üretici ve ardından kural koyucu olarak katılmalı… Merak etmeyin mahalle baskısıyla buna karşı koyacak eşiniz, aileniz, “aslanın ağzındaki ekmek” nedeniyle çok gitmeyecek size minnettar bile olacaktır.

Artık daha çok kadın çalışıyor, daha çok “dişi kuş” dünyayı yuva yapıyor.

Yaşamını daha anlamlı kılmak adına kadınlar sürekli bir devinim halinde. Bu gün bizim burada olmamız da, biz kadınların yaşamını güzelleştirmek ve daha anlamlı bir şeyler yapmak için değil mi? Yaşadığımız hayatı daha bir yaşanası kılmak derdimiz..

İnsanoğlunun ilk dönemlerine bakacak olursak yaşam için gerekli ve acil olan çok şeyin ilk bulucularının kadınlar olduğu görülür… Atom bombasını bulan, dünya savaşlarını çıkartan, jetleri havalandırıp, nükleer denemeleri yapanlar kadınlar değildir, partileri ilk kuranlar da…Kadınların savaşa dair değil, yaşama dair güzel buluşları olmuştur her zaman. Hayvanları onlar ehlileştirip, etinden sütünden yününden, derisinden yararlanmışlar, sebze ve meyveleri kurutarak, kış günleri insan soyunu açlıktan kurtarmışlar, yünden pamuktan ipler yaparak hem örtünmüş, hem de avcılık malzemesi hazırlamışlardır. Toprağın dilini, mevsimlerin dileğini, günün öğünlerini öğrenmişler ve doğurduklarını bu bilgilerle korumuşlardır. Kışın dondurup, yazın kavurduğunu, zamanın doğumla sonsuzluğunu, ölümle bitişini öğrenmişlerdir. Ateşin, suyun, havanın, toprağın yani dört ana tanrıçanın buyruğunu ilk alan kadınlar olmuştur. Yavrusunu koruyup, büyütmek için bu dört buyruğu bilmesi, süreçler içinde onu estetiğe yani sanata yönlendirmiştir. Erkek dışarıda avlanıp, çobanlık ederken; kadın yaşadığı yerin daha güzel olması için uğraşmıştır. Beşiklerin, eşiklerin, tasların, testilerin yorganların, yerlerin bezenmesi, bezenirken de doğayı ve çevresinde gördüklerini örneklemesi onu sanata götürmüştür. Kanaviçeler, oyalar, gül-karanfil motifleri, koç başı, horoz ibiği, pencere demirlerindeki lale desenleri, aynalı sandık, boncuklu beşik… hepsi o günlerden bu güne onun eliyle yansıyan şeyler.

Ne var ki kadının en büyük buluşu elbette dildir. Bu gün her yerde kullandığımız dil…

Dilin bir buyrukla yaratılamayacağını hepimiz biliyoruz. Her nesneye bir ad vererek, işareti veya şekli sese çevirerek, çocuğuyla iletişim kurmayı amaçlayan ana; dünyanın farklı yerlerinde ayrı ayrı dillerin kurucusu olmaya da en çok yakışandır. Dil ile başlayan bu süreç tüfeğin icadından çok daha önemli ve yaşamsaldır. Ninniler, türküler masallar, destanlar önce söze, sonra çivi yazılı tabletlerle bizlere kadar uzanmış, aktarılan kültürün elçisi olmuştur kadın. Bu konuda “Kadın” ilk çağdan günümüze dil aracılığıyla köprü oluşturmuştur.

Sanat, Tanrı’nın yetkinliğine bir öykünme eylemi olarak tanımlanır. İlk insandan günümüze kadar mağaraya çizilen resimler, kilimlerde, halılarda, çömleklerde kullanılan renkler, motifler, dini müziklerdeki uçuş benzeri hareketler; resmin, müziğin, dansın en ilk görüntüleridir. Sanatın çıkış tarihi insanın var oluşuyla aynı dönemlere rastlar. Yaşadığını sanat yoluyla kanıtlayıp, güzelleştireceğini sezen insanoğlu, ilkin iletişim için dili bulmuş, dillerin doğmasıyla edebiyatı, teknolojinin gelişimiyle sinemayı, kentlerin kurulmasıyla tiyatro, bale, operayı ve daha sonraları başka sanat dallarını yaşama katmıştır. Dün olduğu gibi bugün de sanatın gerekli ve yararlı olduğu kuşku götürmez.

İnsanı çok boyutlu anlatmaya, sanat kadar elverişli bir alan, belki yaşamın kendisinde bile yoktur.

SANATI SANAT YAPAN ŞEYİN RUHUNDA KADIN DUYARLILIĞI YATAR

Sanat okuyucuya veya izleyiciye, kendi duygularının farkına varmalarını sağlayarak, ona kendine ait şeyleri fısıldar. Başka bir deyişle sanatın temel işlevlerinden biri, insanların yaşamını daha algılanabilir, daha gerçek, daha estetik yapmasıdır…

O farkındalık yaratır.

Ne kadar derin , ne kadar zengin olduğunuzu fark etmek…

Doğa; kadına ortamında, soyunu kazasız belasız ve rahat sürdürme güdüsüyle, denge olma, düzen ve dirlik kurma gibi bir görev yüklemiştir. Anaerkil dönemden sonra ekonomiyi ele geçirerek kadını köleleştiren erkeğin; bu zorunluluğu, kadının zayıf tarafını öğrenmesiyle birlikte, doğurmanın dışında, kadın yaratıcılığı ev sınırları içine tıkılmış kalmış, kadın etkin sanat çalışmalarının dışına itilmiştir… Kuşkusuz hayat nasıl olmalı da karar verici olmaktan çıkarılmıştır. Bu durumu bir imtiyaz sayan çok kadın hala olsa da bir çoğu sihri çözdü. Doğurduğuna öğreteceği veriler bile erkek tarafından belirlenerek, aile, aşiret, töre, gelenek gibi kurumlar aracılığıyla kendisine dayatılmıştır. Bir toplumsal düşünce atölyesi, “İnsan Oldurma” gibi müthiş bir işi olan kadına, çoğu yerde doğa da, başka şeylerle ilgilenmek, kendini oldurmak, donatmak olanağını vermedi, buna bir de menfaatini gözeten erkeği eklersek…. Dokuz aylık gebelik, sonrasında birkaç yıllık emzirme sürecinde kadının en önemli işi yavrusu oldu. Bu doğanın bir dayatması iken, ondan çok daha etkin güç olan erkeğin bağnaz ve bağlayıcılığı sayesinde, bugün bile kadın yaşamın çok gerisinde kaldı. Her ne kadar Atatürk gibi öngörüsü yüksek bir dehanın sayesinde, dünyadan çok önce temel haklarını almışsa da ne o temel haklarrın ne de Atatürk’ün değerini fark etti, bazen erkek anlayışıyla kutsallaştırılan halini ve karanlığını sevdi.

Hal böyle olunca farkındayım masal anlatıyoruz; sanatla ilgilenin, yaşamınızı zenginleştirin derken… Bizim gibi gelişimini tamamlayamamış ve özgürlük kavramına hala yabancı duran, bireysel haklarının bilincine varamamış toplumlarda kadın olmak oldukça zorken; hele hele kadın-sanatçı olmak büyük bir kavgayı göze almayı gerektirir.

Olsun, işimiz bu; göllere maya çalmak…

Gerçek anlamda düşünen, üreten, gerektiğinde tepki gösteren, sorup yanıt arayan kadınların arttığını görmek sevindiriciyken, beri yanda tam tersine bir takım değerler uğruna (lüks,para,cinsellik… gibi) karanlıklara gömenleri seyretmek de bir o kadar korkutucudur. Ülkemizde hala Sanat-Kadın ilişkisine dayalı sözcükler, Osmanlıdan kalma alışkanlıkla olsa gerek, eğlendiren kadın anlamı içerir. Eski adıyla dansözlük, yeni adıyla oryantal!..

Yazar, şair, ressam, müzisyen kimliği ise yok… Olsa da pek anlaşılır bir durum değil, çünkü Cumhuriyetle birlikte hayatımıza giren kitap ve okuma eylemi zaman içinde değişen iktidarlar tarafından yok edilme durumuna getirildi. Soru sorma geleneği olmayan bir toplum, bir de kitaptan korkarsa, okuma geleneği olmazsa, neyi niçin okuyacağını bilmezse, kitabı bir masal anlatıcısı, şiiri aşk acısıyla dörtlükler söyleyen ozan sanırsa; yazan ve okuyan arasındaki uçurum gittikçe büyüyecek, sanat yapan kadın veya erkek de olsa bu fark etmeyecektir.

Her dönemde sanatın objesi, konusu, teması olan kadın, ana olma özelliği ile kutsallaştırılırken, sanatla uğraşan, üretense eğer yadırganır da… Cumhuriyetin ilk yıllarında erkek adıyla yazan kadınları anımsayın.

Günümüzde yaşamın odak noktasına sanatı koymak isteyen kadının karşısına binlerce engel dikilidir… Şiir yazarsa aklı kıt, ressam ise neye yarar…

Feodal kalıntılar sanatla uğraşan kadına hala en kötü sıfatları kullanırken, kapitalizm de kadını para kazanacağı maskara durumuna getirebiliyor. Sesi ve bilgisi olmayan şarkıcılar, yazması olmayan yazarlar, tiyatro görmemiş oyuncular… kullan ve at politikasının kuklası olmaya çok da itiraz etmiyor kadınlar … Lütfedilmeye ve ancak öyle bir şey olmaya şartlandırılmış insan hali… Yine de çoğalan onurlu kadınlarımızı yabana atmayalım; dişleriyle, tırnaklarıyla varolmaya çalışanlar da çok…

Oysa yaşamdaki kötü, iğrenç, korkunç şey önce sanatçıya çarpar ilk. İlk gören ve yanan onun gözüdür. Hiçbir yere, renge, inanca ve cinsiyete ait olmayan sanat; bir kaynaktan, bir noktadan, bir ülkeden doğar ve tüm dünyanın malı olur. Ya da zamanları yok sayarak; bir ülkede her zaman ses olur, duygu-düşünce olur. Nazım Hikmet gibi, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi, Pir Sultan, Karacaoğlan, Yunus gibi…Ya da FRİDA ya da SAPHO gibi…

Sanat yaşama karşı duruş, ona meydan okuma halidir. Günümüzde az da olsa korkuların üstüne yürüyen kadınlarımız yok değil. Kurtuluş savaşında mermi taşıyan kadınlarımız, sanat ve bilim için de aynı özveriyi gösterme çabası içindeler.

Ne mutlu…

ne mutlu ki, korkularını azat edip, adını zamana yazdıran kadınlarımız çiy gibi çoğalıyor…

Yoksa canını dişine takmış eve ekmek getirmeye çırpnan, iyi niyetli, tek derdi aileyi ayakta tutmak olan erkeğin işi de zor…

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir