Değerli Okuyucular:

Her kültürde Amca-Yeğen veya Dayı-Yeğen ilişkisi bir başka gelişir. Aşağıda sizleri bir Dayı-Yeğen’in başından geçen gerçek bir hikayeyle baş başa bırakıyorum.

***

İlk eşim Marianne, Çinli Amerikalıydı. Delta Havayollarının uluslararası uçuşlarında hostes olarak görev yapıyordu. Çok daha iyi iş teklifleri almasına rağmen hosteslik mesleğini tercih ediyordu. Bunun başlıca nedeni fotoğrafa olan merakıydı.

Her gittiği ülkede, şehrin sokaklarını dolaşıyor, yüzlerce resim çekiyordu. O yıllar henüz dijital kameralar piyasada ya yoktu ya da çözünürlüğü düşük olduğundan tercih edilmiyordu.

Marianne’nın ABD’de  ödül kazanan fotoğraflarından birisi

Marianne, bir gün, Nikon marka en pahalı analog fotoğraf makinesi almaya karar verdi. Farklı ebatta “zoom lens” yani odaklama mercekleri de alınca, fotoğrafçılık kursuna kaydolması zorunluluk oldu. Birkaç ay sonra fotoğraf makinesinin bütün inceliklerini öğrenmişti.

Önce Paris, Moskova, Tokyo hatta Varşova’ya uçtu, sokaklarda dolaşarak ilginç resimler çekti. Zamanla profesyonel bir yetenek kazandı. Delta Havayollarının gittiği her ülkeye uçuyor, çektiği resimleri evin bir köşesinde kurduğu karanlık odada kendisi tabediyor, sonra da büyük bir zevkle duygularını benimle paylaşıyordu.

Paskalya tatili yaklaşıyordu. 3-4 günlük boş bir zamanım olacaktı. Marianne önerdi:

“Arjantin’e uçmaya ne dersin?”

Delta Havayolları, birincil derece yakınların Birinci Sınıf koltukta bedava uçmasına izin veriyordu. Öneriye “Hayır!” demem imkansızdı. Daha önce Arjantin’de hiç olmamıştım.

Birkaç gün sonra Buenos Aires şehrinin sokaklarında dolaşıyorduk. “Mine” isimli otelimiz deniz kıyısındaki nezih Palermo semtindeydi.

İkinci gün, baş ağrısı yüzünden otelden çıkamadım. Eşim, zamanını değerlendirmeye, şehrin varoş mahallelerine gidip resim çekmeye kararlıydı. Dikkatli olmasını söyleyerek otelin tanıdığı bir taksiyle yolcu ettim.

(Daha önce Varşova’da motosikletli iki genç Marianne’a hızla yaklaşmış, arkada oturan, fotoğraf makinesini çekip almak istemiş. Marianne’nın şansına, sürücü dönüşü alamayınca motosiklet yerde sürüklenmiş, polis duruma müdahale edip, zarar görmeyen fotoğraf makinesini Marianne’a geri vermişti.)

Öğleden sonra baş ağrım azalınca, elime Buenos Aires’in tarihi ve turistik yerleriyle ilgili bir kitap alarak lobiye indim. Hava pırıl pırıldı. Uzakta denizin maviliğini görebiliyordum.

Buenos Aires şehrinde Palermo semtinden bir manzara

Kahvemi yudumlarken 70-75 yaşlarında beyaz saçlı bir beyefendi yaklaştı, İspanyolca, “Yabancı olduğunuzu biliyorum acaba nerelisiniz diye merak ettim?”

“Amerikan vatandaşıyım ama Türkiye’de doğup büyüdüm.”

“O zaman Türkçe konuşabiliriz, değil mi?”

Şaşırmıştım. İspanyolcayı mükemmel konuşan birisi Türkçe konuşmak istiyordu. Türkçe cevapladım:

“Elbette!”

“Kusura bakmayınız! Sizi rahatsız ettim. Duruşunuz, yüz ifadeniz ve tavırlarınız bana pek yabancı gelmedi.”

İşin ilginç yanı, her ne kadar Arjantinli olsa da beyefendi Türkçeyi güzel konuşuyordu. Üstelik ben de kendisine karşı sanki daha önce tanışıyormuşuz gibisinden samimi bir duyguyla doldum. Beyefendi, kendisini tanıttı:

“İsmim Kadir. Otelin sahibiyim. Ben de Türkiye’de doğup büyüdüm. 1956’dan beridir Arjantin’de yaşıyorum. Artık buralı oldum sayılır.”

Kitabı bir yana koydum.

“Türkiye’nin neresindensiniz?”

“Ağrı’lıyım. Aslen Diyadinli.”

“Siz nerelisiniz?”

“Pek uzak sayılmaz! Ben de Iğdırlıyım.”

Kadir, garsona el işareti yaptı. Kulağına bir şeyler fısıldadı. Garson uzaklaştığında Kadir, tepeden inme sordu:

“Kürt müsünüz?”

“Evet!”

“İlk bakışta anlamıştım! Ben de Kürd’üm.”

“O halde Kürtçe biliyorsunuz?” diye yarı şaka sordum.

“Çocuk yaşta Diyadin’den ayrıldım. Merhum dayımla hep Kürtçe konuşurdum. Vefatından sonra Kürtçeyi de unuttum gitti.”

“Dayınız burada mı vefat etti?”

“Evet! On yıl önce kansere yakalandı. Şimdi yalnızım! İki çocuğum var.”

Garson, çay servisi yaptı. Siyah çaya benzemiyordu. “Bombilla” olarak isimlendirilen bir pipet çayın içine sarkıtılmıştı. Meraklanıp tadına baktım. Kadir, hemen konuya girdi:

“Buna Mate çayı diyorlar. Arjantinliler bu çayı çok sever.”

Daha sonra Arjantin’de birisine Mate çayı ikram etmenin saygı ifadesi anlamına geleceğini öğrenecektim. (Japonya’daki “sake” çayı geleneğine benzer bir durum.)

Kadir, Türkçe konuşmaya hasret bir tavırla sohbeti kendi kontrolüne aldı ve yönlendirmeye çalıştı. Hayatımla ilgili nerdeyse her şeyi sorguladı, öğrendi. Bir ara sessizlik olunca sanki sıra bana gelmiş gibi bir hisse kapıldım. Gayri ihtiyari sordum:

“Diyadin’den kaç yaşında ayrıldınız?”

Kadir’in yüz ifadesine hüzün çöktüğünü fark ettim.

“Anlatacak çok şey var ama bilmem dinlemek ister misin?”

“Beni rahatsız edecek bir durum yok. Aynı yörenin çocuklarıyız. Ben de doğrusu sizin hayatınızı merak ediyorum.”

“Öyleyse her şeyi başından anlatayım.

Ağrı Dağı İsyanının sona erdiği aylardı (1930 Eylül). Askerler önüne gelen sivilleri kurşuna diziyordu.

9 yaşındaydım. 17-18 yaşlarındaki dayım Mehmet, beni yanına alarak kayalık bir bölgede saklandık. Aile fertlerimizin kurşuna dizildiğini uzaktan seyrettik. Yapabileceğimiz bir şey yoktu.

Geceleri yürüyerek Ağrı il merkezine doğru yol aldık. Köy evlerine uğruyor, yiyecek istiyorduk. Bizi isyancı olarak gördükleri için çoğu kez kapıyı yüzümüze kapatıyorlardı. İsyancıları barındıran veya yiyecek verenler de kurşuna diziliyordu. Merhametli yaşlıların uzattıkları kuru ekmekle Ağrı’ya uğramadan Erzurum’a doğru yol aldık. Ekim ayına giriyorduk. Geceleri soğukta yürümekten başka çaremiz yoktu. Günlerce süren bir yolculuktan sonra nihayet Erzurum’a vardık.

Dayım, Türkçeyi iyi konuşurdu. Fırsat buldukça bana Türkçe öğretiyordu. Yeni bir hayat için bunun gerekliği olduğunu biliyordu.

Erzurum’un kenar mahallesinde bir mezbaha vardı. 8-9 yıl Erzurum’da dayı-yeğen mezbahada çalıştık. Küçük bir odada yatıp kalkıyorduk. Tanık olduğumuz olaydan dolayı, her ikimizin de ağzını bıçak açmaz, aramızda sohbet olmazdı. Sessizce oturur, sessizce yemeğimizi yer, sessizce bir köşeye çekilirdik. Kısacası,  günlerimiz sessizce devam edip giderdi.

Kasım ayıydı. Dayım, biriyle kavga edince, bıçaklama olayı oldu, biz de Erzurum’dan ayrılmak zorunda kaldık.

Bazen yürüyerek bazen at arabasıyla Erzincan’a vardık. Bu kez Erzincan’daki mezbahada iş bulup çalışmaya başladık. Dayım, olağanüstü güçlü kuvvetliydi. Bir boğayı boynuzundan tutup yere devirmeyi sadece o başarabiliyordu.

Yıl 1939 idi. Aralık ayının sonlarına doğru şiddetli bir deprem oldu. Daha sonra 30 binden fazla insanın öldüğünü öğrenecektik. Birkaç ay Erzincan’da yaşam mücadelesi verdik. Hayatımız zaten ıstırap, acı ve gizlenmekle geçiyordu. Doğrusu, deprem bize sıradan bir olay gibi gelmişti.

1939 Erzincan depremi

18 yaşındaydım. Dayım, İstanbul’a gitmek istiyordu ama kimliğimiz yoktu. Ölenlerin üzerinden kimlikleri  alıp İstanbul’a doğru yola çıktık.

İstanbul’da hamallık yaparak hayatımızı kazanıyorduk. 1952’de dayım, İstiklal Caddesinde bir handa kapıcı olarak iş bulunca beni de yanına aldı. Hanın sahibi Yorgo isimli bir Rum’du. Zengindi. Çiçek Pasajının yanındaki altı katlı binanın sahibiydi.

1955 yılıydı. Dayı-yeğen Hanın zemin katındaki küçük bir dairede kalıyorduk. Kendimize göre bir hayatımız vardı. Ailemiz yok edilmişti, biz de yaşamı olduğu gibi kabullenmiştik.

Hiç unutmam, 6 Eylül günüydü. Aniden büyük bir kalabalık sloganlar atarak İstiklal Caddesi’ndeki gayrimüslimlere ait dükkân ve evleri yağmalamaya başladılar. Sonradan öğrenecektim ki devlet radyosu Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığını haberini vermiş, milliyetçi Türkler de intikam için özellikle Rum işyerlerine ve evlerine karşı saldırıya geçmişlerdi.

 İstiklal Caddesinden Kareler (1955)

Ortalıkta polis falan yoktu. Çılgın kalabalık bir yandan vitrinleri aşağı indiriyor, bir yandan talan ediyor, bir yandan da hanları ve binaları ateşe veriyorlardı. Ortalık cehennem yeri gibiydi.

34-35 yaşlarındaydım. Dayım da 42-43 olmalıydı. Her ikimiz elimize sopaları alarak Yorgo’nun Hanının önüne çıktık. Yaklaşan kalabalıkla kavgaya tutuştuk. İtiraf etmeliyim, dayım tek başına onlarca saldırganı püskürtüyor, yorulmadan sopa sallıyordu. Benim de geri kalan tarafım yoktu. Dayım, zaten güçlü kuvvetliydi. Hamallık yıllarımızda İstanbul yokuşlarını tırmana tırmana her ikimiz de dayanıklı bir vücut yapısına sahip olmuştuk. Çapulcular ne yaptılarsa da bizim hana giremediler.

Olaylar ertesi gün de devam etti. Ortalıkta halen ne asker ne de polis vardı. Dayım, omzuna sert bir darbe almıştı. Kanıyordu. Aldırdığı yoktu. İkimiz de sanki ailelerimizi bu saldırganlar kurşuna dizmiş gibi içimizdeki kin ve intikamı kusar bir haldeydik.

İstiklal Caddesinde tek talan edilemeyen ve yakılamayan bizim binamızdı.

İkinci gün 40-50 kişilik bir grup “Kahrolsun Rumlar!” diyerek tekrar bizim hana karşı saldırıya geçtiler. Benle dayım, onları da geri püskürttük.

Üçüncü gün tanklar İstiklal Caddesine girdi. Ortalık sakinleşti.

ÜLS

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

2 Yorum