Şenol YAZICI

16/12/2020

DAĞ

En son güncellendiği tarih: 5 saat önce

Aşağıda 36 derece kent sıcağında erirken, gökyüzünü kaplayan görkemli dağ, oruçlu keşişi yoldan çıkaracak tanrının sebil dondurması kılığında, günaha çağıran bir serap gibiydi.

Su gibi ter içinde o balkon bu balkon deyip aradığım ama bulamadığım uykularım da orada hala kar yüklü bir tepenin eteğinde, yıldız yüklü bir çamın dibinde saklı olmalıydı, öyle emindim.

Bir inanmaya görmesin insan; nasıl da güzeller, nasıl da süsler.

Aklımda hep o görüntü; karlı tepesi, yeşil ormanları, köpürerek akan buz gibi kaynak suları ile dağ… Çadırıma oturmuş, bir yandan püfür püfür esen havanın, eşsiz manzaranın tadını çıkarırken bir yandan da yazacak olduğum dağ manzaralı kitabıma kaynak olur diye notlar alıyorum.

Sanki Hasan Sabbah’ı ilk ben keşfettim, kimi kandırıyorsam…

Her biri birkaç yüz kilo, her biri 10 ustura ile donatılmış 4oo ayıyı hesaba katmamıştım tabi…

Birkaç geceyi dağda geçirmek biraz heycanlı, biraz romantik, ama her durumda bir macera gibi gözüküyordu.

Ne yani Afrika’ya arslan avına gidecek değildim ya… Çadırı bilen bilir.

Onu tatil ayrıntısı değil, ağır ve pahalı sporlardan saymak gerek… Çadırla tatile gitmenin en zor yanı, birkaç günlüğüne de olsa hesaba katmadığınız, ama kendiliğinden oluşan saçma gözüken oysa vazgeçilmez ayrıntılarıyla bir evi, bir çadıra, en çok da bir arabaya sığdırmaktır gelir bana… Her seferinde de mutlaka bir şeyiniz eksik kalır. Buna bir de niyetlendiğiniz romantik kahramanlığın artırdığı iştahınızı eklerseniz varın hesaplayın.

Çadır zengin işidir, sanılanın aksine. Önceleri küçümsediğim, depremde zorunlu edindiğim çadır, bir zaman sonra aşka dönmüş, yerleştiğim İzmir’de konuşlanmadığım dağ, deniz, hatta bahçe kalmamıştı. Bir ara Bursa’daki kent merkezindeki evimin geniş terasına da kurduğumu, yaz gecelerinde en güzel uykularımı onda uyuduğumu da dersem, her eve bir çadır sloganı da eklenir ki, kötü olurum; hanımların pek sevmediğidir çadır çünkü. Depremde Tanrıdan yediğim dayakla örselenen gururum ve özgüvenim, hatta neyim varsa… denilebilir ki BOZDAĞ’da donarken ya da TEOS’da yanarken ya da Foça’da unuttuğum tava ve yağ nedeniyle bir zeytin ormanında çalılara geçirdiğim balıkları pişirip yerken, Mordoğan sahillerinde dingo benzeri sahipsiz vahşi köpekler ortasında uyumaya çalışırken bir ölçüde tamir edilmiş, hala işe yaradığımı görmekten mutlu, tanrının mucizelerine şaşmıştım. Sırası gelmişken, elbet Allah razı olsun duasıyla, yol arkadaşlarıma selam olsun … Ama aradan on yıl geçmişti. On yıl Osmanlı tarihi için kısacık bir süreydi belki, ama insan denilen için… Yine de yaparım gibi geliyordu. Dergiyle, yazmakla sanatla, bakmayın bunca edepsize aslında en çok da edep yanı keskin edebiyatla törpüleye törpüleye Zeki Müren inceliğine erişen ruhuma yaparsın demek… Yalan da olsa güzel gibi geliyordu. Yapardım elbet… O eksik, bu iyi gider… derken gün akşama devrilirken ancak çıkabildim yola. Oysa kamp yerimi bile kesinleştirmemiştim kafamda. İnkaya’nın ordan yamaçlara vurunca kentin o boğucu sıcağının yerini alan hoş, ipek gibi bir esinti feri sönmüş ruhuma iyi gelecekti.

-inkaya, çekirge-

İlerleyen saate karşın yükseldikçe çoğalan, uzun gölgeli, sarışın güneşle ve gökyüzüne erkeninden tırmanmış, yükselmek için sabırsız sıra bekleyen, büyüyen dolunayla bir süre ben de tırmandım.

Aşağıda kentin ışıkları yanmıştı, ama buralar bir türlü dorukları bırakıp gidemeyen güneşin eflatunlaşan ışıklarıyla hala mahmur bir aydınlıkta yüzüyordu. ‘Mahmur’u edebiyat yapmak için demedim, dağlarda güneşin ölümü de doğuşu gibi, uyanmaya çalışan, dirileşemeyen, sadece renkleri olan bir bir ışık seliydi.

Manzaralı diye niyetlendiğim yerlerde izin gerektiği söylenince yolculuğumu sürdürüp dağın yükseklerine doğru ilerlemek zorunda kaldım.

Acele ediyordum. Şimdi batıdaki alçak tepelerin üstünü bir dünya yangını gibi kızılın her tonuna boğarak aheste aheste yürüyen güneş, er geç batacak ve gece çökecekti. Bir an önce bir yer bulmalıydım.

Bu duyguyu en çok İstanbul’a da gidince yaşarım. sanki çok önceden gelmişim, görmüşüm, oralarda yaşamışım gibi… Oysa İstanbul popüler yerlerin saymazsan en az gittiğim yerlerden biridir.

Doğup büyüdüğüm Karadeniz dağları aklıma gelmiş, hüzünlü bir sevinçle gidiyordum. Uludağ yolunda çoğu bir eski Türk filminden aşına gelen doğa görünümleri, şimdi Amerikan kaplamasıyla zenginleşse de ahşap geçmişi saklamayan oteller, sonunda benim de geçmişime çıkacak sürpriz dolu bir yol gibiydi.

Uludağ, nihayetinde dağdır deyip sahipsiz sanmayın, her yer izinliydi, her yer paralı, her yerde ferman gerekti… Yürek yettirip, rakamla 400 kiloluk sayısız ayının mehtap gezisine çıktığı bir düzlükte, can benim, sorumluluk da… çadırımı kurarım, deseniz bile izin almanız gerekliydi.

Hal böyle olunca izin verilen SARIALAN’a ulaşmam geceyi buldu.

SARIALAN, son zorunlu uçak yolculuğumdan sonra ancak cesaret bulup bindiğim teleferikle çıktığım yoldaki güzergâhlardan… Şimdi teleferik bakımda. Bu nedenle daha önceki canlılığı olmayan bölge, yine de çadırlı, otomobilli mevsimlik

konuklarla şenlikti. Çevredeki çadırlar, sokak lambaları, çoğu boş görünen

meraklısına kiraya verilen küçük evler, bir yağmur ormanı arayan ruhumun romantizmime uymuyorsa da canı sağlama aldığından sevimli görünüyor, güven veriyordu. Hiç konu değilken, bu güvenlik nereden aklıma gelmişti böyle. Önce kurulu çadırların görünümü bana tuhaf gelmişti. Sanki koca dağda yer yok, üç beş çadır obavari bir araya gelmiş, sonra da etraflarını askeriyenin kamuflajlarına benzer, kimseyi engellemeyecek haki renkli, naylon örgülü duvarlarla çevirmişlerdi.

“Kim akletti bu komediyi?” diye sorduğum şayak dokuma geceliği içinde posbıyıklarıyla tam dağlı diyeceğin amca, “ayılar için” demişti. O naylon örme ipliklerin ayıları nasıl durduracağını anlayamamıştım ama, cahilliğim de iyice anlaşılmasın diye bir şey de soramamıştım. Yine de ip duvarların etrafında merakla ama dolaşıp durmuştum.

Çocuğun biri obaya giriş için ayrılan kapı yerine başka bir yerden girmeye kalkınca sanki dağı bir koyun sürüsü basmış gibi ortalığı zil sesi kaplayınca çözmüştüm sırrı. Dağda insana epey alışkın ayı, o kamuflajı sınır algılıyor içeri girmiyordu, görgüsüz bir ayı çıkarsa da zil sesiyle insanlar haberdar oluyor, herhalde ayı da korkup kaçıyordu.

Yollarda konuştuğum herkes, ayılara dikkat etmemi sık sık söyleyince bendeki cesaret küçük bir arıza vermiş, talihsiz bedevinin durumuna düşmemek için güvenli yer arar olmuştum.

Şaka değil, hiç tanıdık gelmeyen, hamamda bayılanı taklit eden, burnundan halkası yeni çıkarılıp azat edilmiş türünden değil, tek bir pençe darbesiyle otuz santimlik bir yarık açabilen, en doğalından ayılardı sözünü ettiğimiz… Hoş kurt da varmış bolca ama Allah’tan yazları insana pek ihtiyaç duymuyorlardı, yemek için.

Yol kıyısına yönelirken ihmalime kızıyor, ayıları hesaba katıp da haklarında bir şeyler okumadığıma, yanıma onlarla baş edecek top tüfek bir şey almadığıma üzülüyordum. Top tüfekmiş, bir ayı öldürmenin cezasının ne olduğunu düşününce… Belki akledip de rüşvet olarak verilecek bal mal bir şey getirirdim yanımda, çadıra yaklaşırlarsa önlerine atar, kaçmaya çalışırdım. Öyle azgın bir ayıya rastlarsam benim gibi seksen beş kiloluk bir et yemeği dururken bala bakması zayıf olasılıktı ama ayı bu sonuç olarak, o kadar derin düşünecek değildi ya…

Abuk sabuk düşünüyordum işte…

Telefondan bakıyorum, ayılarla ilgili ne öğrenebilirim diye. Önüme çadırla kampı teşvik için konulmuş bir resim geliyor. Harika. İki yandan ayıların kokladığı bir çadır…

Güzel de bir sloganı var: “Doğada kamp sizi hayvanlarla dost yapar.” İstemem kalsın,” diyorum, “insan dostlarımdan yoruldum.”

Bir ilgili vardır diye bakınmışsam da görünürde memur duruşlu kimseyi göremeyince, yandaki ormanın karanlığına girip çıkan, orada ne aradıklarını merak ettiğim, kadife pantolonlu, başları yün bereli, kalın kazaklı, montlu amcalara arabanın camını açarak sormayı seçtim. “Dilediğin yere kur,” dediler. Görüntüleri, deliler arasına düştüm, kaplıca mı burası, diye düşündürdü , yaz günü böyle giyinmek ne akıl?.. Camdan vuran soğukla bütün bedenim titredi. Aşağıda gölgede 36 dereceydi. Şİmdi ise arabanın göstergesinde 8 derece gözüküyordu… Bekliyordum ama bu kadarını değil. Geriye dönsem fena olmazdı sanki, bu kendini aşma gayreti ayısıyla soğuğuyla beni bozar, diye düşünmeye başlamıştım bile. Nereye dönecektim? Belki birilerini katarım diye önüme gelene demiştim, aşağıdakiler yenilmiş bir dağ fatihine nasıl bakardı? Yolu yok, bu gece buralardaydım, olmazsa gidip bir otelde kalır, sabah dağdan inmiş gibi dönmeyi bir seçenek olarak kafama koyup araştırmamı sürdürdüm. Herkes aynı şeyi; istediğimiz yere çadır kurabileceğimizi söyleyince ormana giren yolu izledim arabayla. Karanlıkta kavrayamadığım orman, çadır doluydu. Dahası çadır kolonileriyle… Gerdikleri, uçlarına çıngıraklar asılmış brandalarla ayılara karşı da korunaklı avlular oluşturmuşlar, kalabalıklarına göre çok sayıda çadırı o avluya dizmişlerdi. Ağaç dallarının gölgelediği cılız ışıkların altında çocukların, kadınların, yaşlıların huzurlu mırıltıları geliyordu…

Hiç de korkulacak gibi gözükmüyordu.

Biraz moralim bozulmadı desem yalan olur. Bu kadar kolay mıydı, benim biraz kahramanlık gördüğüm dağ başında çadır kurmak? Onlardan biraz uzakta, sırtını çamlara vermiş boş bir yere niyetlenmiştim ki çeşmeden su alan bir genç kadına, danışayım dedim. Önce, yalnız mısınız, diye sordu, sonra da; “Orası açık alan,” dedi, “ağaçların da dibi, ayı filan gelebilir, yalnızsınız da… İyisi mi siz yol kıyısına yönelin, bir ışık altına… ” Bunların hepsi beni korkutmaya uğraşıyordu galiba. Onca zamandır buralarda çadır kuranları duyardım, ama hiç de ayı saldırısına uğrayanı duymamıştım. Hoş, ayı boğanların devri çoktan bitmişti, saldırıya uğrayan bir daha onu anlatamazdı herhalde. Belleğim hissettiği kaygıyla ayı saldırısına uğrayan, hatta ölenlerle ilgili o kadar çok öykü anımsamaya başlamıştı ki birden, hiç durma git diyordu. Onca eşyayı yeniden taşımak zor geldi bana. Hem korkmayacaktım da… Bu geceyi burada çadırda geçirecektim, değil sıradan bir ayı, ayıların padişahı gelse geri çekildiğimi göremezdi. Çadırı çıkardım, yıllar önce birkaç dakika da kurduğum çadırı açıp yaydım yere, sonra çubuklarını torbasından aldım ve o zaman işte dehşete düştüm. Bu bir yığın yarımşar metrelik çubuk ve karmakarışık kumaş yığını benim bir zamanlar gözlerim kapalı kurduğum çadırı andırıyorsa da bu o değildi sanki. Ve ilk yargım ben asla sabaha kadar uğraşsam bu garip şeyi ayağa dikip çadıra benzetemezdim. Giderek gelen geçen azalmış, sık sık dönüp baktığım çadır kalabalığı derin bir sessizliğe bürünmüştü. Karnım açtı, aklımca daha yemek yapacaktım. Ne var ki on yılda defalarca kurduğum çadırı tanıyamıyordum. Herhalde bir yerlerde değişmişti parçaları. Bu birbirinden bağlantısız çok sayıda çubuk ne işe yarardı? Sonunda sağduyu geri geldi. Korktun ve panikledin diyordum kendime. Ne gezer burada ayı? Şimdi iyice bak ve anımsa… yapamazsın olur mu, otur düşün, olmazsa bırakır gidersin, şehir şurası, altında araban, ölüm yok ya ucunda. İşe yaradı. İşe yaramak ne. Bir süre sonra duyumsadığım korkuyla, elbet kendimle eğlenir oldum. Beni şaşırtan o çubukların aslında içlerinden lastik bir ip geçen birbirine bağlı çubuklar olması gerektiğini, ama ipleri koptuğundan öyle anlamsız bir çubuk demetine döndüklerini bulmam uzun sürmedi. Rahatlayınca kumaş yığını anlamlanmış, tek tek bütün ayrıntılarını anımsamıştım. Birkaç dakika sürdü kurması, kopuk çubukların tuttuğu önünü yapamadım elbet, kazıklarla tutturdum. Ama sonunda içinde yatabileceğim bir çadırım olmuştu.

Tüpümü yakıp köftelerimi kızartırken, kafamda oldurduğum ayı söylenceleriyle düştüğüm panik duruma gülüyor, yine de sağduyuyla düşünmeyi başarıp yılgınlıkla geri dönmediğim için kendimden memnun, Roma’ya yenilse de sığındığı Prusa’ya Bursa şehrini kurmayı başaran Anibal kadar mutlu hissediyordum.

Yemeğimi yerken getirdiklerimden ne bulduysam kat kat giyindim, yine de üşümem geçmiyor, özellikle ayaklarım donuyordu.

Gece zaten ilerlemişti, yatarsam ısınabileceğimi düşünüp yemekleriyle birlikte tabakları öylece bırakıp çadıra girdim. Uyumak ne mümkün, denenebilecek bütün yatış biçimlerini, sayılabilecek tüm koyunları saymama karşın üşümekten uyuyamıyordum. Nasıl olduysa sonunda sızmışım. Ne olduğuna anlam veremediğim, dehşetli bir gürültüyle gözlerimi açtığımda hala karanlıktı. Aklıma gelenlerin kaygısıyla gerilmişken gürültünün ezan sesi olduğunu anlayınca rahatladım. Gecenin karanlığında ağaçların arasında kalan, rockçılar kadar güçlü elektronik ses düzeni olan bir caminin yakınına kurmuşum demek ki çadırı.

Saati anlamak için dokunmatik telefona uzanıp ışığını yakmıştım ki dışarıda, çok yakınımda bir gürültü koptu, sanki biri vardı ve homurtularla dışarıda bıraktığım kapları karıştırıyordu. Bilinçsizce fermuarı açıp dışarı çıktığımda, uzaklaşan hayli iri yarı bir adam gördüm. İlk aklıma gelen ardından bağırarak yemeğimden ne istediğini sormaktı ki ben daha ağzımı açmadan adam sandığım, yürümekten vazgeçti, dört ayağı üzerine indi ve bir sıçrayışta hendeği aşıp çamların arasına dalıp kayboldu. Kaplar darmadağın, yerde duruyordu, öylece bıraktığım kalan etli yemeklerin kokusu onu çekmişti. Elimde telefon nutkum tutulmuş bir halde kalakalmış, kaybolduğu ormana bakıyordum. Neden sonra telefondan sesler geldiğini algılayınca kulak verdim. Işığını yakarken farkında olmadan evin numarasını çevirmiş olmalıydım, ses almaya çalışıyorlardı. Öyle ya dağda kahramanları vardı, güvenseler de meraklanmışlardı. Toparlamaya çalışan bir sesle.

“Bir şey yok,” dedim, sesim kulağıma normal geliyordu. “Ayının biri ziyaretime gelmişti de, bozdunuz muhabbeti…” bana inandılar mı bilmem, ama ben halimden memnundum, doğrusu.

Ayı görmeden Uludağ’dan iner miydim hiç?

Sabahı ettim.

Şimdi puslu bir aydınlığa bürünen çevreyi ayrıntılarıyla görüyor, hiç de geceki kadar ürkütücü bulmuyordum. Çıkıp yürüdüm. Teleferiğe doğru bir düzlükte küçük, oyuncak gibi, boş evler vardı, isteyene kiralıyorlarmış. Bir daha gelirsem onlarda kalmayı düşünmek daha akıllıca gözüküyordu.

Kahvaltımı hazırlayıp doğanın tadını çıkarmayı düşündüysem de vazgeçtim. Nasılsa yolda bir yer bulurdum. Çadırı söküp arabaya yerleştirdim.

Arabam güven verdi, yol bomboştu. Ovada kirazlar savmak üzereydi ama dağda yeni olgunlaşıyorlardı. İl yaz çiçeği gelincikler, başka bir cinsmiş gibi uzun sapları üstünde göz alacak dende kırmızı, diri, gösterişliydi.

Yaz bitiyordu ama dağda yeni başlıyordu.

Bir dönemeçte ona rastladım. Arabadan inip resmini çektim; dev kaya üçlüsüyle içinden yeşeren ağaç, Uludağ’ı her yönüyle temsil eden olağanüstü bir doğal çevre heykeli olarak yol kıyısında duruyor.

Çevrecilerin görüp de onu bir anıta dönüştürmeyişine çok şaşırdım. Ayıdan sonra gördüğüm en güzel şeydi.

İnişteki dik ve virajlı yolun her kavisinde aşağıdaki ovayı, gözün alabildiği her yere yayılmış, şimdi ormandan daha ürkütücü gelen, muazzam şehri görmek mümkün.

Her manzaralı dönemeçte birkaç araba ve geceyi orada geçirdikleri kırışmış giysilerinden, yavaşlayan hareketlerinden, kaskatı yüz çizgilerinden, kırmızı gözlerinden belli insanlar var… Yığınla kırık, dökük bira, rakı şişesi dolu her yer… Oysa çok yerde çöp kutusu var. İçmek için burayı seçtiklerine, geceyi geçirdiklerine bakıp güzellikten anladıklarını düşünüyorsunuz. Ama güzele davranış şekillerine bakınca…

Galiba insan doğaya ayılar kadar yakışmıyor.

*

0 Paylaşımlar

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir