Arşivden güncelleme: 15/06/2020

AV.FATMA BACARA’NIN GÜZ GELİNİ VE ÇAĞDAŞ EDEBİYATIMIZ

17/MART/2013

Şair , yazar Fatma Bacara Çağlayan “GÜZ GELİNİ” adlı hikaye kitabını imzalayıp bana verdiğinde, ilk hikayeye Kars’tan Iğdır’a gelirken göz attım. Ve bir solukta da okudum.

               Hem de hayretler içerisinde. Hikâyenin çarpıcılığı, doğanın muhteşemliği nasıl böylesine anlatılır. Nasıl kelimeler aracılığı ile okuyucuya o ortam yaşatılır. Hani şimdi 5-7 boyutlu filmler var ya. Sanal ortamda gerçekmiş gibi yaşarsınız. O ortam tekniğin getirdiği yanılsamalar. Oysa burada kelimeler ile gerçek bir tablo çizimi var.

               “Yokluğun.hasretliğin kol gezdiği”

               “Miskin bir sıcak vardı”

               Yaşlı bir bedende dinç bir delikanlı”

               “Fakir sofrasına gönlünün bolluğu ile davet” gibi tanımlamalara Türk edebiyatında kolay rastlanılamaz

               Yazar bu minik hikâye içinde zaman zaman felsefe de yapar:

               Sa:10

               “İnsan yaşlanınca ölüm yakın bir dost gibi dolaşır yanında. Birlikte gideceğimiz gün yaklaşmış olmalı. Her şey Allah’ın dediğinde son bulur. Hiçbir şeyin rastgele oluşmadığı kâinatta, bu gün bu saatte bir arada bulunmamızda Allah’ın bir lütfudur. Bu yaşlı bedenimde kara, acı bir yük taşıdığım anıları bırakma zamanıdır.”

               Yazar herhangi bir “izm” ile bağlantısız olarak kaleme almakla birlikte TOPLUMSAL GERÇEKÇİLİĞİN bütün akidelerini yerine getirir. Gerçek hayattan alınan olay, (o kadar gerçekçi olarak sunuluyor ki, sanki yaşamış hissine kapılıyorsunuz.).  Bu da yazarın okuyucuyu ne denli etkileme üstünlüğü olduğunu gösterir. Sağlam bir gözlem ve o öykü etrafında bayanlara özgü kanaviçe işlercesine sabırla hikayeyi örme.Abartısız,yalın gerçekçi ve müthiş etkileyici, hatta çarpıcı.,

               Aynı çarpıcılık gözlemi ve derin karakter analizlerini bütün hikâyelerinde görürsünüz. Fazil’in Karısı YETER’in hafif meşrep davranışları, hayatımızdan bir parça değil midir? Hele o hikâyenin sonunun tamamen okuyucuya bırakılması, okuyucunun da hikayeye dahil edilmesinde, onunda bir aktör olarak katılmasını başarmaktan öte nedir ki.

               Jandarma karakolunda görevli bir askerin eşinin doğumunun anlatılması, madalyonun bildik ve fakat yazar tarafından ustaca kaleme alınmasıdır. Ama o doğumu anlatırken bir anne olması nedeniyle doğanın bu en müthiş mucizesini, yine olağanüstü tasvirler ile anlatmaktadır (Doğum sancısı başlayan anne) Sanki korkunç bir canavar korkunç tırnaklarıyla içini parçalıyordu, demesi doğum anının ıstırabını yansıtır. Ama o müthiş acı anneliği beraberinde getirir. O şefkat, acının rafine edilmiş, değişim geçirmiş hali değil midir?

               Diyo’nun Aşkı hikâyesi ise çok sık görülen bir olayın mükemmel yeniden anlatımı. O kadarki sanki böylesi bir hikâye ne duymuşuz ne okumuşuz. Oysa siyah beyaz Türk filmleri bile bu öyküler üzerinedir ama yazarın ustalığı defalarca içtiğimiz nektar lezzetindeki meyve suyu gibidir.

Final ise müthişten ötedir. İki kelime ile her şey anlatılmıştır. Sevgilisini, ağasının kızını alıp kaçan Diyo kamyon yazılarındaki gibi bir replikle noktalar: Kısmetse Dönerim.

               Zero Ana ise tam anlamıyla sosyal bir cerahati deşmektir. Herkes şehit annelerinin ailelerinin acısını bilir de, nedense dağa çıkmış çocuklarının ailesinin acılarını bilmez görmez. Sanki onlar yerden bitmişlerdir. Suçlu, isyankâr, şaki, gerilla, terörist gibi sıfatlar anne için ne ifade eder ki.

               Yazar işte bunu öylesine ustalıkla ve dengeli anlatmış ki hayran, olmamak saygı duymamak elde değil. Dağa çıkan kızına, oğullarından birinin terörist, diğerinin kahraman demesi anneyi şaşırtmamaktadır. Onun için sevgili kızı vardır. O kadar.

               Parti ya da örgüt bu konuları asla dillendirmez. Zira kaynak kuruyabilir. Devlet dillendirmez. Yasaların kuru mantığı ile adeta “hakketmişti” der.

               Ama hukukçu olduğu kadar da bir anne, hem de Kürt bir anne olarak bu sosyal yaraya neşter atması, onun yüceliğini, annelik duygusunun her şeyin üstünde olduğunu bir kez daha gözler önüne serer.

               Kitaba adını veren   GÜZ GELİNİ gerçekten başlık olmayı hakkeden bir hikâye. Onu anlayabilmek için bu bölgede doğup büyümek ve elbette ki okumak gerek. Annesi öldüğü için yetim kalan ve analık elinde ızdırap çeken bir tazenin, acıklı,sarsıcı, ve gerçek hikayesi. Hayatının akışına başkalarının karar vermesi bir yana, Seriye’nin hayatının etrafınca kurtulduğunun savunulması ayrı bir toplumsal yara. Yazar hem bunu iyi yakalamış, iyi gözlemlemiş ya da birinci ağızlardan dinlemiş ve yazıya fevkalade bir anlatımla geçirmiş. Finale ağır ama meraktan çatlatıcı bir biçimde gidiş, körpe bir bedenin nasıl heder edildiğinin ama beden sahibinin bundan şikayetçi dahi olamayışının iç burkan, dahası ağlatan damarlarımıza kadar sızlatan öyküsü.

               Ve ne gariptir ki bir çok ödüllü, unvanlı bilmem neli o toplumcu, solcu yazarlarımızın böylesi konulara hiç girmemeleri ya da girememelerine atılmış sert bir şamar aynı zamanda bu yazı.

               İçtenlikle itiraf edeyim ki yazarı kıskandım. Neden   böyle bir hikayeyi ben kaleme alamadım diye.

                GÜZ GELİNİ kitabını okuduğunuzda, ağzınızda acı bir lezzet, yüreklerinizde derin bir sızı duyacak ve kadere mi, düzene mi, geleneklere mi yoksa hepsine birden mi kızacaksınız bilemem. Ama insana hüzün vermesi kadar isyanda ettiren, düşündüren, hepimizin iliklerine kadar işleyen kesitler.Hem de toplumumuzun çok değişik kesimlerinden.

               Bu hikâye kitabını okumayanlar için söylüyorum,hani soğukta yorgana sarılır,üstünüzü örtersiniz ama bir taraf açık kalır ve oradan  soğuğun acımasız keskinliği sizi üşütür.

               İşte  “GÜZ GELİNİ”ni sosyal ve toplumsal gerçekçilik adına okumak sosyal olaylara daha iyi sarınmak demektir.

               Teşekkürler Fatma Bacara ÇAĞLAYAN

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir