“BEYAZ GÜL” DİRENİŞİ

05/10/2021

Değerli Okuyucularım!

Sizleri bugün başımdan geçmiş ilginç bir olayı okumaya davet edeceğim. Zamanında üzerinde çokça araştırma yaptığım bir konuydu. Olayın geçtiği mekanları ziyaret etmiş hatta röportaj yapıp kaset kaydı bile yapmıştım. Topladığım bilgileri aslında kitaplaştırmak istemiştim ancak günlük yaşamın koşuşturmaları, doktora tezim ve diğer uğraşılarım nedeniyle bu niyetimi gerçekleştirememiştim. Yüreğimi derinden etkileyen bu olayı kısaca da olsa sizlere aktarmak istedim.

GİRİŞ

1990’lı yılların sonuna doğru bir zamandı. Almanya’nın güneyinde, Fransa ve İsviçre sınırına yakın Freiburg şehrindeki üniversitede ekonomi doktorasını yapıyordum. Bir yandan da Amerikan enerji şirketleri için yatırım danışmanlığı görevini pek ciddi olamasa da daha çok isteğime uygun olarak devam ettiriyordum.

Böyle bir günde bir Alman arkadaşla bir Yunan lokantasında akşam yemeği yiyorduk. Hava güzeldi. Siyasi bir sohbete daldık. Doğrusunu isterseniz bu tartışmayı ben başlattım desem daha doğru olacak:

“Stephan (ştefan), anlayamadığım bir şey var. Almanya büyük bir savaşı ve yıkımı geride bıraktı. Ancak kimse savaşı konuşmak istemiyor. Hatta sorduğum sorulardan rahatsız olduklarını bile fark ediyorum. Bunun nedeni konusunda bir şeyler söylemen mümkün mü?”

Benim gibi doktora öğrencisi olan Stephan sorumu pek hoş karşılamadı ama kısa bir cevap vermeyi uygun gördü:

“Haklısın! Çocukluğumdan beri ne evde ne okulda bu konu asla gündeme gelmedi. Sanki Almanya, savaşta taraf olmamıştı gibi yaşıyoruz. Buna alıştık. Belki de insanlar Hitler’i desteklemenin vicdanlarında yarattığı acıyla yüzleşmek istemiyorlar.”

“Anlayamadığım başka bir şey koskocaman Almanya’da herkes Hitler’in büyüsüne ve karizmasına teslim oldu. Bir kişi dahi Hitler’e karşı koymadı. Bir direniş örgütlemedi. Bu konuda ne diyeceksin?”

Stephan, çatal ve bıçağını tabağın üzerine koydu. Peçetesini hafifçe ağzına değdirdi. Şarap kadehine uzandı. Sonra duygusal bir ses tonunda konuşmaya başladı:

“Söylediklerin doğru değil! Almanya’da direnişi örgütlemek isteyen gençler oldu. Bin bir zorluklarla bildiriler basıp dağıttılar. Ancak çok geçmeden Gestapo tarafından yakalanıp idam edildiler. Örneğin Beyaz Gül Direnişi bunlardan birisidir. Bu ismi daha önce hiç duydunuz mu?”

Şaşırmıştım. Başımı “Hayır!” anlamında salladım. Daha fazla bilgi edinmek istedim. Stephan, sakin ses tonunda devam etti:

“Stutgart doğumluyum. Babam bizleri sık sık Froctenberg kasabasına götürür, Scholl (şol) ailesinin cesaretinden ve Hitler rejimine direnişinden bahsederdi. İlk o zaman babamdan ‘Beyaz Gül’ ismini duymuştum. İstersen bu konuda araştırma yapabilirsin.”

Stephan’ın önerisiyle ertesi gün Freiburg Üniversitesi ve şehir kütüphanesine gittim. Elde ettiğim bilgiler sınırlıydı. Frochtenberg, Ulm ve Münih şehirlerini ziyaret ettim. Bu şehirlerde “Beyaz Gül” hareketini onurlandırmak için kurulmuş küçük müzeler, anıtlar ve vakıflar vardı.

Topladığım bilgileri bir araya getirip Almanca bir yazı hazırladım. Hatalarımı düzeltmesi için yazıyı Almanca hocama verdim. Çok etkilendi. Bir seminer düzenledi. Alman öğrencilere Almanca konuşarak “Beyaz Gül” hareketini anlattım.

Konuşmam bitince ayakta alkışlandım. Hocam, topladığım bilgileri kitaplaştırmamı istedi. Gönüllü olarak hatalarımı düzeltmeye hatta basımevi bulmaya yardımcı olacağının sözünü verdi. Ancak işlerimin yoğunluğu nedeniyle bu proje asla gerçekleşmedi. Şimdi sizleri “Beyaz Gül” direniş hareketiyle baş başa bırakıyorum.

SOPHIE’NİN MÜNİH YOLCULUĞU

Yıl 1942…Mayıs ayının ilk haftası..

Tren, Ulm şehri istasyonundan ayrılırken, Sophie Scholl (sofi şol) koltuğuna oturdu.

Sophie Scholl

Mayıs ayının ilk günleriydi. Alışılmadık derecede sıcak bir gündü. Sophie, hoş bir yolculuk geçireceğini ümit ediyordu. Kompartımanda yalnızdı.

Tren, Ulm şehrinden 150 km uzaklıktaki Münih’e doğruyavaş yavaş hareket etmeye başladığında kalbinin hopladığını hissetti. Sophie, valizi yukarıdaki rafa yerleştirmiş, koltuğuna sakin bir şekilde oturmuştu. Yanında tuttuğu çantada bir şişe şarap ve kek vardı.

Sophie arkadaşlarıyla ( Ortada ön sırada kısa siyah saçlı kız)

Kahverengi saçları ve göz rengiyle  genç kadının görünüşünde istisnai bir şey yoktu. Basit bir şekilde giyinmişti. Makyajsızdı. Üzerinde kahverengi pileli bir etek ve pembe bir kazak vardı. Bir de kulağının arkasına iliştirdiği taze papatya… Bu haliyle 21 yaşından daha genç görünüyordu.

Tren hızlanmaya başladı. Kenar mahalleri geride bıraktı. Sophie, pencereden dışarı bakıyor geride bıraktığı Ulm şehriyle sanki vedalaşıyor gibiydi. Tren epeyce yol almasına rağmen Ulm şehrinin devasa Katedrali uzaktan görünebiliyordu.

Sophie Scholl

Anne ve babası Katedrale yakın bir evde oturuyorlardı. Sophie her ne kadar belli etmese de ebeveynlerinden ayrıldığı için boğazının düğümlendiğini hissediyordu.

Baba Robert Scholl

Anne Magdalena Scholl

Sophie, Münih Üniversitesinde okumaya karar vermişti. 18 yaşından beri girdiği Abitur (Lise diploması) sınavından nihayet istediği puanı alabilmişti.

Tren, Tuna nehri üzerinden hızla geçti. Sophie gözünü dışardan ayırmıyordu. Büyülenmiş gibiydi.

Doğaya aşıktı. Küçük bir dere görmek bile yüreğinde gizli bir sevinç uyandırıyor, doğup büyüdüğü Frochtenberg am Kocher kasabasını hatırlatıyordu. Abisi Hans ve kasabanın diğer çocuklarıyla dere suyunda ve ormanda oynadıkları oyunlar zihnine akıyor, tatlı tatlı gülümsemesine neden oluyordu.

Abisi Hans (solda) arkadaşıyla Frochtenberg kasabasında

Sophie, aileden ayrılmanın iç burukluğunu ve doğanın güzellikleri karşısında hissettiği iç mutluluğu aynı anda yaşarken bu sırada savaş Rusya cephesinde bütün şiddetiyle devam ediyordu.

Küçük kardeşi Werner, Rusya cephesinde savaşıyordu. Tıp öğrencisi abisi Hans da arada bir yaralıları ve sivilleri tedavi etmesi için cepheye çağrılıyordu. Hatta Hans bu fırsatla Rusçayı akıcı şekilde öğrenmişti.

Münih’te Tıp okuyan abisi Hans, Rusya cephesinde sivillere yardım ederken

Sophie,kendisini lirik düşüncelere kaptırmıştı. İlk gençliğinde tuttuğu günlüklerde hep doğa anlatımı vardı. Aslında 1929 yılından itibaren  Alman gençliği arasında güçlü bir akım oluşmuştu. Kendilerine “Göçmen Kuşları” adını veren bu gençlik grubu, toplu halde doğaya açılıyor, günlerce şehirlerden uzak bir yaşamı zevkle paylaşıyorlardı.

Scholl Ailesi

Çoğunluğu genç erkeklerden oluşan bu gruplar dağlarda ve tepelerde yürüyüş yapıyor, göller ve nehirler boyunca kamplar kuruyor, şarkılar söylüyor, şiirler okuyorlardı. Hedefleri doğaya yakın olmak, vahşi hayvanlarla iletişim kurmak, güneş ve suyla baş başa kalmaktı. Bu gençlik grubu için bu yaşam tarzı özgürlüğü tatmanın en güzel yoluydu.

Hitler Gençliğine katılan Scholl Ailesi çocukları

Soldan sağa: (Arkadakiler) Inge, Hans, Elisabeth, (Öndekiler) Sophie, Werner

Burjuva toplumunun getirdiği kısıtlamalardan  ve çirkinliklerden kaçmak için bundan daha güzel bir çözüm olamazdı. Alman gençliği bununla yetinmiyor, İtalya, Finlandiya veya Yugoslavya gibi ülkelerde doğayla iç içe olmaya çalışıyorlardı.

1933 yılında Hitler seçimleri kazanıp Üçüncü Reich’ı (Hitler Almanya’sı 1933-45) kurunca bu gençlik grubu Nasyonal Sosyalist harekete dahil edildi.

Bu kez gezilere Hitler’in ideolojisi ve propagandası damgasını vuruyordu. Gerçi ilk zamanlar bazı gençlik grupları Nasyonal Sosyalist harekete katılmadan kendi imkanlarıyla bu gezileri örgütlediler ama 1942 baharında artık bütün gençlik Hitler kamplarında yer almak zorunda kalacaklardı.

Hans Scholl (sağda) arkadaşıyla Hitler Gençliği kampında

Hitler,  Alman gençliğinin doğa hayranlığını kendi parti propagandası için kullanmaya karar verdi. Amacı çocukları ebeveynlerden koparmaktı. Onlara lider olduğu duygusunu aşılamak yani önemli olduklarını hissettirmeye çalışmaktı.

Sophie Scholl

Sophie’nin annesinin siyasetle ilgisi yoktu. Çocuklarına müdahale etmesi de beklenemezdi. Baba çocuklarıyla diyaloğunu devam ettiriyor, görüşlerini özgürce söylemelerine şans veriyordu.

Bir gerçek vardı: Babaları Robert Scholl, Hitler’den nefret ediyordu. Çocukları evden çıkınca duvarda asılı olan Hitler’in resmini çekmeceye koyuyor, çocukları geri dönünce Hitler’in resmini çıkarıp evin en güzel yerine asıyorlardı.

Scholl Ailesi (Sophie babasının yanında)

Sophie, savaş nedeniyle topyekun seferberlik ilan edildiğinden Blumberg şehrinde altı aydan beridir anaokulu öğretmenliği yapıyordu. Ayrıca çiftçilere yardım etmek gibi bir görevi de üstlenmişti.

Tren birkaç saat sonra Münih’e ulaşacaktı. Ağabeyi Hans onu istasyonda bekliyordu. Bugün Sophie’nin doğum günüydü. Ağabeyiyle bunu kutlayacağını biliyordu.

Hans Scholl

Sophie, Fritz Hartnagel isimli genç bir subayla nişanlıydı. Nişan yüzüklerini ailelerin haberi olmadan birbirlerine taktıkları için bu nişanın bir resmiyeti yoktu. Fritz Hartnagel şimdi Rusya cephesinde savaşın tam ortasındaydı.

Sophie’nin nişanlısı Fritz Hartnagel

Sophie, nişanlısıyla mektuplaşıyordu. Savaşın gerçek yüzünü ve acımasızlığını öğrendikçe endişeye kapılıyor, üzülüyordu. Siviller ve askerlerin acımasız şekilde ölmeleri yüreğinde tanınmışız bir kızgınlığın doğmasına neden oluyordu.

Scholl ailesinin beş çocuğu vardı. Sophie dördüncü ve en küçük kız çocuğuydu. Sophie Scholl’un kardeşleri yaş sırasına göre şöyleydi: Hans, Sophie, Inge, Elisabeth ve Werner.

Sophie, genç kardeşi Werner ile 

Ailesi uyumlu ve sevgi dolu bir çiftti. Babası Robert Scholl, 1920’li yıllarda birkaç küçük kasabada belediye başkanlığı yapmıştı. Ulm şehrine taşınınca vergi ve iş danışmanı olarak kendi bürosunu açtı. Karısı Magdalena uzun yıllar hemşire olarak görev yapmıştı. Nazik ve yumuşak konuşan bir kadındı. Yaşamdaki tek tutkusu kocası ve çocuklarıydı.

Robert Scholl liberal görüşlere sahip olduğu için belediye başkanlığı görevini kaybeder. Ulm şehrine yerleşince Yahudi arkadaşlarıyla temasını devam ettirir. Kısacası, Robert Scholl rejimi küçümseyen kendi yolunda giden bağımsız karakterli birisiydi.

İlk gençliklerinde Sophie ve abisi Hans birlikte Hitler gençliğine katılmışlardı. Babaları bu duruma çok üzülmüş hatta aralarında bir gerginlik bile oluşmuştu. Ancak şimdi o günler geride kalmıştı.

Sophie, savaşa ve diktatörlüğü karşı içinde gittikçe büyüyen bir nefret duygusu taşıyordu. Ulm şehrindeki ailesinin yanında kendisini güvende hissediyordu. Ama şimdi bilinmeyen bir geleceğe yelken açtığının farkındaydı.

Sophie’nin, Blumberg şehrinde anaokulu öğretmenliği yaptığı günlerdi. Gayri resmi nişanlısı Fritz Hartnagel, Afrika’ya gönderilecek askerleri eğitmesi için kısa bir süreliğine Rusya Cephesinden Almanya’ya çağrılmıştı. Bunu fırsat bilen nişanlılar Freiburg şehrine yakın bir yerde buluşup hasret gidermişlerdi.

Sophie ve Fritz, ilk kez bir partide birlikte dans etmişlerdi. O zamanlar Sophie 16, Fritz ise 20 yaşındaydı. Sophie, Fritz’in kibar ve nazik davranışından etkilenmiş arkadaşlık teklifini kabul etmişti. Fritz, Nazi partisi üyesi değildi. Wehrmacht’da (Alman Silahlı Kuvvetleri) kariyer yapmaktan başka bir düşüncesi olmayan klasik bir askerdi.

***

Tren hızla Münih Garına yaklaşıyordu. Az sonra tren şatafatlı gara ağır ağır giriş yapacaktı. Peron kalabalıktı. Genç kızlar, üniformalı nişanlılarını, eşlerini veya sevgililerini bekliyorlardı. Hans, bu kalabalığın içinde bir yerde olmalıydı.

Sophie’nin zihni aniden gerilere gitti. Sophie, Blumberg şehrindeyken, babasının Gestapo’ya ihbar edildiği haberiyle sarsılmıştı. İhbar eden babasının kendi sekreteriydi. Aslında sekreter iyi karakterli birisine benziyordu.

Bir gün Sophie’nin babası kızgın bir anında Hitler için, “İnsanlığın laneti” ifadesini kullanmıştı. İhbarı değerlendiren Gestapo, Robert Scholl’u sorgulamak için götürmüş ama serbest bırakmıştı. Bunun nedeni Robert School’un özel firmasının Ulm Şehri Belediyesi için bir proje çalışması yapmasıydı. Bu projenin aksamasına Gestapo neden olmak istemiyordu.

O günden sonra Scholl ailesi her an davanın yeniden açılacağı korkusu ve şüphesi içindeydiler. Bu habere Sophie çok üzülmüştü. Teselli bulmak için Blumberg şehrinin küçük katedralinde org çalmış, zihnini dağıtmak istemişti.

Abisi Hans, yanında kız arkadaşı Traute Lafrenz ile birlikte Sophie’yi karşılamaya gelmişti. Sophie, abisini kucakladığında kendisini huzurda ve güvende hissetti.

Sophie, Mayıs 1942’de Münih’e geldi. Abisi Hans arkadaşı Alexander Schmorell ile birlikte daha Sophie gelmeden önce Hitler rejime karşı mücadele başlatma kararı almıştı. Elbette Sophie’nin olup bitenden haberi yoktu. Abisi ve kız arkadaşı, Sophie’yi kiralık odasına götürdüler.

Kaldığı semt savaştan önce entelektüellerin buluşma yeriydi ancak Nazi rejimi bu hayata son vermişti. Resim sanatında önemli bir akım olan “Jugendstil” hareketi bu semte kök salmış, bütün dünyaya yayılmıştı. Bunu daha sonra “Blue Rider” isimli ekspresyonizm hareketi takip etmişti. Kandinsky, Klee ve Franz Marc gibi ünlü ressamlar ilk eserlerini bu semtte yaratmışlardı.

Almanya’nın en büyük yazarı kabul edilen Thomas Mann’da bu semte yerleşmiş, eserlerini burada kaleme almıştı. Münih şimdi Nasyonal Sosyalist hareketin yani NAZİ partisinin merkezi konumundaydı.

Hans’ın arkadaşları doğum gününü kutlamak için Sophie’nin odasına doluştular. Sophie, annesinin pişirdiği keki ve yanında getirdiği şarabı misafirlere ikram etti.

Alex Schmorell’in piposu elinden düşmüyordu. Almancayı, Rusça bir aksanla konuşuyordu. Alex Schmorell’in ebeveynler Alman Rus’uydu.

(Burada bir not düşmek isterim: “Volga Almanları” olarak da bilinen ve Çarlık Rusya’sı sınırları içinde kalan Almanlar zamanla dil ve kültürel olarak Rus, soy olarak da Alman olarak kalmışlardır. Bir anlamda, Volga Almanları, dünyada kendisini hem Rus hem de Alman olarak gören yani iki uluslu kimliğe sahip nadir topluluklardan birisidir. 1917 devriminden sonra Volga Alman Sosyalist Özerk Cumhuriyeti kuruldu. Ancak, İkinci Dünya Savaşında, Hitler’le işbirliği yapacakları korkusuyla Stalin tarafından bu özerk cumhuriyet feshedildi, ahalisi  de Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan gibi Orta Asya ülkelerine sürülmüşlerdi. 1990 yılında Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Volga Almanları peyderpey Almanya’ya geri dönmüşlerdir. Halen kendi aralarında Rusça konuşmaya devam etmektedirler.)

İsterseniz Alex Schmorell’in ailesine bir göz atalım:

Alman kökenli dedesi, kürk ticareti yapmak için Rusya’ya yerleşir, Alman vatandaşlığından çıkar. Babası Hugo, Rusya’da dünyaya gelir ama kendisini Alman olarak bilir ve tanıtır. Ortodoks rahibinin kızı bir Rus ile evlenir. Hugo Tıp eğitimi alır.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Hugo ve ailesi Moskova’dan Ural bölgesine gönderilir. Hugo, Alman esirlerinin tutulduğu hastaneden sorumlu olur. Alex, Urallarda Kızıllar ve Beyazlar arasındaki iç savaşın var gücüyle devam ettiği günlerde, 1917 yılında dünyaya gelir.

Alex, henüz iki yaşındayken annesi tifüs salgından vefat eder. Doktor Hugo Schmorell, Rus Devriminin üçüncü yılında, 1921’de Rusya’yı terk eden son trenle yanında dört yaşındaki oğlu Alex ve yaşlı Rus hemşireyle Almanya’ya geri döner. Hugo Schmorell, Münih’te Rusya doğumlu bir Alman kadınla evlenir ve kendi muayenehanesin açar.

Yaşlı Rus hemşire Alex’e sürekli olarak Rusya’da vefat eden annesinden bahseder. Alex’in kalbinde Rusya’ya karşı bir sempati ve özlem oluşur. Alex’in üvey annesinden iki kardeşi dünyaya gelir. Ancak onlar kendilerini tamamen Alman hissetmektedirler.

Alex, bir anlamda Rus köklerini aramanın peşine düşer. Rusçayı ana dili gibi konuşur. Dostoyevski, Gogol ve Puşkin’in kitapları elinden düşmez. Piyano çalmasını öğrenir ama Balalayka’yı (Rus çalgı aleti) da ihmal etmez. Sanat, yolculuk, binicilik, kayak ve dağcılık en önemli hobileridir. Annesi gibi Ortodoks dinini kabullenir.

Bu kültürel parçalanmışlık Alex’in kalbinde derin bir melankoliye neden olur. O yıllar Münih Üniversitesinde okumak bir ayrıcalıktı. Alex, Tıp okumaya karar verir. Zamanla Alex, Hitler rejimine karşı bir tavır takınır.

“Beyaz Gül” direniş hareketinin iki önemli ismi Hans ve Alex, 1940 yılının sonbaharında Münih Üniversitesinde tanışırlar.

Sophie, Alex Schmorell’e takma bir isim bulur: “Shurik”.  Hans, Alex Schmorell, Chirstoph Probst ve Willi Graf, Tıp öğrencisiydiler. Arada bir geçici olarak cepheye çağrılıyor, yaralıları tedavi ediyor, daha sonra geri dönüp eğitimlerine devam ediyorlardı. Bazen de Münih’e yakın bölgelerdeki hastanelerde savaş yaralılarını tedavi etmekle sorumluydular.

Savaşın psikolojik yükünü üzerlerinden atmak için arada bir konsere gidiyorlar, eskrim dersi alıyorlar hatta müzik korolarında şarkı söylüyorlardı. Benzer durumu savaşa katılan diğer ülkelerde görmek mümkün değildi.

Aslında bu gençleri bir araya getiren bu hobileriydi. Daha sonra bu öğrenciler bir direniş grubunun temelini attılar. Bastırdıkları bildirileri belirli öğrencilere, iş hayatının ve entelektüel çevrenin seçkin isimlerine postayla gönderiyorlar, Almanya’nın savaşı kaybettiğini ve Hitler’den kurtulması gerektiğini halka duyurmaya çalışıyorlardı. Daktilo makinesi, kopya makinesi gibi aletleri almak için gerekli olan parayı Hans’ın babasının gönderdiği cömert harçlıktan karşılıyorlardı.

Sophie’in doğum günü partisinde eksik olan “”Beyaz Gül hareketinin beyin ismi Profesör Kurt Huber idi.

Hitler rejimi gençliği elinde tutmak için iki aşamalı bir proje yapmıştı: 10-14 yaş grubundakiler Jungvolk (erkek çocukları) ve Jungmädel (kız çocukları)yani Genç Topluluk ismi verilen gruplara üyeydiler.

14 yaşından sonra erkek çocukları Hitler Gençliği isimli gruba, kızlar da Alman Kız Ligi isimli gruba katılıyorlardı. Hitler’in iktidara geldiği yıllarda Scholl ailesinin beş çocuğu da babalarının istememesine rağmen bu gruplara dahil oldular. Özellikle Ulm şehrinde düzenlenen görkemli gösterilerde yer aldılar. 1935 yılında Almanya’da gençlik gruplarına üye olanların sayısı 5 milyonu aşkındı.

Hitler Gençlik kampı

Almanya, 22 Haziran 1941 tarihinde Sovyetler Birliğine savaş açıp Barbarossa Harekâtını başlatınca bu karar, savaşın bittiğini zanneden Alman gençliğinde olduğu gibi Sophie’de de hayal kırıklığı yaratır.

Grup eyleme geçmeye karar verir. 1942 yılının Haziran ortasında Beyaz Gül hareketinin ilk bildirisi gizlice kaleme alınır. Çok geçmeden üç bildiri daha yayımlanır. Bildiriler özenle zarflara yerleştirilir, şehrin tanınmış ailelerine postalanır.

Bildiriyi alanların bir kısmı Gestapo’yu olup bitenden haberdar ederler. Daha sonra bildiri üniversitede gizlice dağıtılır. Ders devam ederken bildiriler sınıfın önüne gizliden konuyor, kimseye farkettirmeden ortadan kayboluyorlardı. Grup, bununla yetinmiyor, duvarlara, telefon kulübelerinin içine Hitler karşıtı sloganlar yazıyorlardı.

Grup, anti-Nazi propagandaya devam ederken Rusya cephesindeki savaş da bütün şiddetiyle devam ediyordu. Bildirilerde şöyle yazıyordu:

“Bu yıl Almanya için çok zor olacak. Ülkesini seven her Alman risk alarak üzerine düşen görevi yerine getirmelidir.

Bu arada Amerika; Köln, Hamburg, Düsseldorf gibi şehirleri neredeyse haritadan silecek şekilde bombalıyordu.

Bütün olup bitene rağmen Alman halkı rejime karşı hala sessizdi. “Beyaz Gül” hareketi içinde bir şaka ağızdan ağıza dolaşıyordu:

“Almanlar ağızlarını öylesine sıkı sıkıya kenetlemişler ki doktorlar nerdeyse dişlerini burunlarından girerek çekmek zorunda kalacaklar.”

Grubun niçin “Beyaz Gül” ismini tercih ettiği yönünde birçok söylenti vardı. İlk akla gelen “Beyaz Gül” ifadesinin masumiyet ve suçsuzluk duygusunu uyandırmasıydı. Sonraki yıllar Hans, Gestapo tarafından yakalandığında “Beyaz Gül” ismini niçin seçtiklerini şöyle açıklayacaktı:

“Henüz gerçek kimliği tam olarak bilinmeyen Alman asıllı anarşist yazar B. Traven’in sömürüye karşı direnişi anlatan bir kitabının adı Beyaz Gül olduğu için hareketimize bu ismi verdik.”

İlk zamanlar Sophie, kardeşi Hans ve arkadaşlarının “Beyaz Gül” direniş hareketinin kurucuları olduğunu bilmiyordu. Bir gün üniversitedeki sınıfta ders dinlerken gözü sıranın altına konmuş olan bir bildiriye ilişir. Bildiri Hitler rejimine karşı aydınları ve öğrencileri harekete geçmeye davet etmektedir. Bildirinin altında “Beyaz Gül” ismi vardır.

Sophie, “Beyaz Gül” ismiyle ilk kez böyle tanışmış oldu. Sophie, bildiriyi katlayıp kitabının arasına koyar. Abisinin odasına gider. Hans, odasında değildir. Odada beklerken Sophie’nin canı sıkılır, masanın üzerindeki kitaplara göz atar. Ünlü Alman şairi Schiller’in kitabını eline alır.

Kitabın sayfalarını karıştırırken bir yerde kurşun kalemle yazılmış bir yazı gözüne çarpar. O an kalbi duracak gibi olur çünkü bildirideki sözlerin aynısı bu kitabın içindeki kurşun kalemle yazılmış yazıyla eşleşmektedir.

O anda Hans, odadan içeri girer. Sophie, abisiyle tartışmaya başlar. Hans, bildiriyle ilgili iddiayı reddeder. O sırada diğer arkadaşları da gelir. Uzun tartışma ve itiraflardan sonra Sophie gerçeği öğrenir.

Sophie’nin zihni daha çok Rusya cephesinde savaşan nişanlısı Fritz ve küçük kardeşi Werner ile meşguldür. Sophie, acımasız savaş karşısında sessiz kaldığı için aniden kendisini suçlu hisseder. Gerçi abisini dikkatsiz davranıp aileyi sıkıntıya sokmakla itham eder ama kendi iç hesaplaşması da devam eder.

Günler sonra nişanlısı Fritz’den bir mektup alır. Fritz, şöyle yazmaktadır:

“Sophie, buralarda hava çok soğuk! İnsanlar donarak ölüyor. Elbise toplayıp göndermeni istiyorum.”

Sophie’nin cevabı kesindir:

“Cephede soğuktan ölen ister Alman ister Rus olsun, her ikisi de yardımı hak ediyor, sadece Alman askerleri değil! Savaşı kaybettik. Göndereceğim yün battaniyeler sadece savaşın uzamasına yardımcı olur ki bunu ben istemiyorum.”

Sophie, çocukluk yıllarında sıkı bir din eğitimi almıştı. İncil’in bir yerinde şöyle yazıyordu:

“Kelimelerin dinleyicisi değil uygulayıcısı olunuz!”

Sophie, “Beyaz Gül” direniş hareketine katılmaya karar verir.

1942 yılının yaz ayıdır. Üniversite üç aylık tatile girmeden önce grup dördüncü bildiriyi dağıtır. Bu bildiride şöyle bir ifade vardır:

“Biz, yabancı güçlerin emrinde bir grup değiliz. Öz be öz Almanız. Sessiz kalmayacağız. Varlığımız Hitler rejiminin vicdan azabı olacaktır. Biliniz ki ‘Beyaz Gül’ sizleri rahat bırakmayacaktır.”

3 Şubat 1943 tarihinde Alman ordusu Stalingrad’ta bozguna uğrar ve teslim olur. Üç gün sonra, 6 Şubat’ta Alman radyosu aniden programını durdurur. Önce ağır tempoda çalan trampet sesi işitilir. Uzun bir sessizlikten sonra Beethoven’nın Beşinci Senfonisi çalar. Sonra yas tutan bir ses anons eder:

“Stalingrad Savaşı sona erdi. Altıncı Ordu, Feldmareşal VonPaulus’un emrinde, bayrağa olan yeminlerine sadık kalarak son nefeslerine kadar çarpıştılar ama yenildiler. Almanya varlığını devam ettirsin diye öldüler.”

Altıncı Ordu, 300 bin kişiden oluşuyordu. 200 bini savaşta ölmüş geriye kalanlar ya soğuktan ölmüş ya da Ruslar tarafından esir alınmıştı. Stalingrad Savaşı, Alman tarihinin en büyük yenilgisiydi.

Stalingrad felaketini öğrenen Profesör Kurt Huber odasına kapanır, son bildiriyi yani altıncı bildiriyi kaleme alır. Bildiri bu kez öğrencilere hitap amaçlıdır.

3 Şubat 1943 gecesi Hans, Alex ve Willi birlikte sokağa çıkarlar. İşyerlerinin, üniversitenin ve evlerin duvarlarına “Özgürlük” ve “Kahrolsun Hitler!” kelimelerini yazarlar. Beyaz renkte Swastika (Nazi sembolü) işaretini çizip üzerine kırmızı boyayla çarpı işareti koyarlar. İki kişi yazı yazarken, içlerinden birisi de sırayla silahla nöbet tutuyordu.

Ertesi gün polis denetiminde esir Rus kadınları bu yazıları duvarlardan silmek için görevlendirilirler. Hans, sabahleyin üniversiteye gururlu bir şekilde gelir. Bazı arkadaşları, “Olup bitenden haberin var mı?” diye sorduklarında Hans sanki bütün bu yazıları kendisi yazmamış gibi dudak bükmekle yetinir.

Falk Harnack

Birkaç gün sonra grubun üyelerinden Falk Harnack Berlin’den haber getirir. Berlin’deki direniş hareketi, “Beyaz Gül” direnişini ciddiye alıyor, güçlerini birleştirmek gerektiğini söylüyorduı. O akşam Chirsoph dışındaki bütün üyeler bir apartman dairesinde gizlice buluştular.

Profesör Huber, hazırladığı altıncı bildiriyi üyelerin onayına sundu. Üyelerin gözleri ışıltıyla doluydu. Münih’te bir devrim yarattıklarının bilincindeydiler. Münih’te anti-Nazi ruh gittikçe güçleniyordu. Durum öyle bir hal aldı ki Nazi Partisi,  Münih’teki üyelerine uyarıda bulundu, yakalarında parti rozeti taşımamalarını öğütledi.

Harnack, Berlin’den umut verici haberlerle gelmişti. Her an Hitler’e karşı bir suikast veya darbe ihtimali gittikçe güç kazanıyordu. Ayrıca Müttefik Kuvvetlerin Avrupa çıkarması her an gerçekleşebilirdi.

Berlin merkezli direniş örgütü, “Beyaz Gül” direnişinin iki önemli ismini, Alex ve Hans’ı 25 Şubat 1943 tarihinde Kayzer Wilhelm Kilisesinde yapılacak gizli toplantıya davet ediyordu.

Berlin grubu, Hitler’e karşı yapılacak darbeden sonra atılacak adımları madde madde kaleme almıştı: Nazi Partisi üyeleri şiddetle cezalandırılacak, yapılacak seçime katılmaları yasaklanacaktı. Seçimlere Marksistler, Liberaller ve Hristiyan muhafazakarlar katılabilecekti.

Profesör Huber’in yazmış olduğu bildiride bir satır tartışma çıkmasına neden oldu. Huber şöyle yazmıştı: “Şanlı Alman Ordusunu desteklemek….”

Hans ve Alex bu ifadeyi uygun bulmadılar, bildiriden çıkarılmasını istediler. Huber, çıkarmamakta inat edince Hans kızgın bir şekilde söze girdi:

“Nazi rejimini ayakta tutan Alman Ordusunun ‘Şanlı’ bir yanı yok!”

Huber sinirle cevapladı:

“Ya bildiri olduğu gibi yayımlanır ya da bildiriyi geri çekiyorum.”

Üyeler mecbur kalıp bildiriyi kabul ettiler. O günden sonra Profesör Kurt Huber, “Beyaz Gül” direniş örgütüyle bağını tamamen koparır ve bir daha asla Hans Scholl’u görmez.

Örgüt üyeleri 8 ve 15 Şubat geceleri tekrar şehrin duvarlarını boydan boya anti-Nazi yazılarla donatırlar. Her yerde, “Kahrolsun Hitler!” yazısı vardır.

Bu şekilde sokağa çıkıp yazı yazmayı çok riskli bulan Christoph, arkadaşlarıyla görüşmelerini askıya aldı. Eşi doğum yapmış bir kızı olmuştu. Chirstoph, arkadaşlarıyla buluşmuyordu ama kendi kendine bir bildiri kaleme almıştı. Cephede savaşan askerler arasında dağıtılmasını istediği bildiride, savaş sonrası Amerika’nın liderliğinde yeni bir dünya düzeni yaratılması gerektiğini savunuyordu. Hayatına mal olacak bu bildiri ne basıldı ne de yayımlandı.

Münih’teki Gestapo boş durmuyordu. Ocak 1943’ten itibaren bildiri dağıtanları yakalamak için olağanüstü bir çaba içindeydi.

18 Şubat sabahı iki kardeş, Hans ve Sophie, içi bildiri dolu bir valizle üniversiteye doğru yürüyorlardı. Üniversiteye vardıklarında saat 11’i gösteriyordu. Sınıflarda ders yapılıyordu. Üniversitenin “Lichthof” ismiyle bilinen ve tavanı camla kaplı iç avlusu tamamen bomboştu.

Münih Üniversitesi İç Avlusu (Lichthof)

İki kardeş valizi açıp bildirileri çıkardılar. Profesör Kurt Huber tarafından kaleme alınmış bildirileri sınıfların önlerine, merdiven kenarlarına ve pencere önlerine koydular. İki kardeş aşağı yukarı 1800 bildiriyi bu şekilde dağıttılar. Geri döndüklerinde çantada hala biraz daha bildiri olduğunu gördüler.

Teneffüs zili her an çalmak üzereydi. Kaybedecek zamanları yoktu. Sophie, çantada kalan son bildirileri avuçlayıp birinci kattan aşağıdaki avluya doğru savurdu. Üniversite bekçisi bunu görür.

İki kardeş valizi kapatırken bekçiarkalarında belirir ve bağırır: “Tutuklandınız!”

Beyaz Gül direniş örgütü tarafından dağıtılan bildirilerden biri

Tam o sırada teneffüs zili çalar, öğrenciler sınıflardan koşarak çıkarlar. Bu karışıklığı fırsat bilen iki kardeş hızla merdivenleri inip ortadan kaybolurlar. SS üyesi olan bekçi onları yakalamakta kararlıdır. Arkalarından koşturur ve tekrar bağırır: “Durun! Tutuklandınız!”

İki kardeş çaresiz kalıp dururlar. Bekçi her ikisini Rektörün huzuruna çıkarır. Bu arada öğrenciler dağıtılan bildirileri okumaktadırlar. Ortalığı büyük bir şaşkınlık kaplamıştır. Bildiriyi kaleme alan Profesör Kurt Huber de bu şaşkın kalabalığın arasındadır. Acilen bir Gestapo ekibi olay yerine ulaşır. Nihayet bildiriyle ilgili aylardır süren gizem çözülmüştür!

Gestapo Şefi geldiğinde iki kardeşi oldukça rahat bulur. Öyle ki Gestapo Şefi onların gerçek suçlu olduklarına inanmak istemez. Kimlikleri kontrol eder. Her şey normal görünmektedir.

“Niçin bir bavul taşıyorsunuz?”

“Ulm şehrine ailemizin yanına gidiyoruz.”

“Niçin bavulunuz boş?”

“Evden elbiselerimizi getirecektik!”

Gestapo şefi onları suçsuz buluyordu. Bütün bildiriler toplandı, bavula yerleştirildi. Evet, bavul tam doluyordu. Demek ki bildiriler bu bavulla getirilmişti! Bunun üzerine Gestapo Şefi iki kardeşi Gestapo merkezine götürmeye karar verir.

O an Hans cebinden çıkardığı bir kağıt parçasını bir yandan ufak parçalar halinde yırtıyor  bir kısmını da ağzına atıp yutmaya çalışıyordu. Bu kağıt, Chirstoph’un cephedeki askerlere dağıtılmak üzere kaleme aldığı bildiriydi. Polisler Hans’a müdahale edip kağıt parçalarına el koydular. Hans hala soğukkanlılığını koruyordu:

“Bir arkadaşın verdiği bir kağıt! İçinde ne yazdığını bilmiyorum. Okumaya bile fırsatım olmadı. Aleyhime bir şeyler yazılmış olduğunu düşündüğüm için böyle hareket ettim.”

Polisler iki kardeşe kelepçe vurdular. Kalabalığın arasından sürükleyip üniversitenin önündeki arabaya götürdüler. Hans ve Sophie mümkün olduğunca kalabalığa bakmamaya çalışıyorlardı. Arkadaşlarıyla göz göze gelmek onların da hayatını riske edebilirdi. Alex, dışarıdaki kalabalığın içindeydi. Gestaponun iki arkadaşını götürmesini üzüntüyle izledi. Üniversitede gençleri yakalatan bekçi 3000 Mark ödül alır.

Willi Graf

Alex, iki kardeşi kurtarmak için bir plan yapmaya başladı. Willi Graf’ın odasına gitti. Kimse yoktu. Kriptolu bir mesaj bıraktı. Bir gün sonrası için Münih’in bir banliyösündeki tren istasyonunda buluşmak istiyordu. Ne yapacağını bilemez haldeydi! Eve telefon açtı. Annesi telefonu açtı: “Alex polis burada!” Alex hemen telefonu kapattı. Birden aklına Lilo Ramdhor isimli bir kız arkadaşı geldi. Ona güvenebilirdi. Geceyi orada geçirmek istedi.

Lilo Ramdohr

Willi Graf bütün gün hastanede olduğu için tutuklamadan haberi olmamıştı. Akşam olunca eve gitti. Hans ve Sophie ile buluşmayı planlıyordu. Eve geldiğinde Gestapo kendisini bekliyordu. Kız kardeşiyle birlikte Wittelsbach Sarayı (Göz altı merkezi) götürüldü.

Gestapo, Hans ve Sophie’yi sorgulamaya başlar. Her ikisi de hala soğukkanlılıklarını korumaktadırlar. Gestapo Şefi onların suçlu olabileceğine ihtimal vermiyordu. Valizlerini alıp Ulm şehrine gitmelerine izin verip vermemek arasında tereddüt ediyordu. İki kardeş farklı odalarda 17 saat boyunca sorgulandılar. Gestapo elle tutulur hiçbir bilgiye ulaşamaz. İki kardeş de inatla olup bitenlerle bir ilgileri olmadığını tekrarlayıp duruyorlardı.

Bu arada polis, Sophie ve Hans kaldığı daireleri basmış, odalarda arama yapmış, yığınla zarf ve 8 pfennig (kuruşluk) değerinde posta pulu bulmuştu. Bu pullarla sadece basılı materyal gönderiliyordu. Ayrıca Chirstoph’un el yazısıyla yazılmış bir mektup buldular. Bu yazı, Hans’ın yırttığı ve yutmaya çalıştığı kağıttaki yazıyla eşleşiyordu. O sırada Chirstoph olup bitenden habersiz Innsbruck şehrindeydi.

Gelen bilgileri dikkate alan Gestapo sorgulama süresini uzattı. İki kardeş her şeyi itiraf etmek zorunda kaldılar. “Beyaz Gül” hareketinden sadece kendilerinin sorumlu olduğunu ileri sürdüler. Bu kararlarını asla değiştirmediler.

İki kardeşi ayrı ayrı hücrelere kapatıldılar. Tavandaki ışık sürekli yanıyordu. Bu, her ikisinin de idam edileceğinin işaretiydi. Hücrelerinde ikinci bir kişi daha vardı. Görevleri iki kardeşin intihar etmesine engel olmaktı.

Bu arada Gestapo boş durmuyor, Alex’i yakalamak için harekete geçmişti. Alex’in resimleri her yere dağıtıldı. Posterde şöyle yazıyordu: “Suçlu aranıyor!”

Alex, geceyi kız arkadaşı Lilo’nun yanında geçirdi. Lilo, sonraki aylarda Alex’i korumaya devam etti. Lilo, bir Yugoslav pasaportu buldu, sahte evrak düzenleyen bir komşusundan yardım alarak pasaporta Alex’in resmini yapıştırdı. Alex’in İsviçre’ye kaçması için plan yapıldı. Alex, WilliGraf ile buluşacak birlikte Alp Dağlarını aşarak İsviçre’ye kaçacaklardı.

Alex ve kız arkadaşı İsviçre sınırına yakın Stranberger tren istasyona gittiler. 19 Şubat Cuma günüydü. Lilo uzakta bir yerde bekledi. Alex, Willi’nin gelip gelmediğini kontrol etmek için istasyondan içeri girdi. Willi ortalıkta görünmüyordu. Alex istasyondan çıktı. Hızla istasyon bölgesini terk ettiler. Alex, Willi’nin içeride olmadığını ama istasyonun Gestapo polisiyle kaynadığını söyledi. Kimlik ve bilet kontrolü yapılıyordu.

Aynı gün Münih’te Chirstoph Probst hastanede çalıştığı günlerin karşılığı olan parayı almak için ödeme merkezine gitti. Eşi haftalar önce doğum yapmasına rağmen hala hastanede yatıyordu. Chirstoph, beklediği ödemeyi alamadı. Görevli önce patronuyla görüşmesi gerektiğini söyledi.

Chirstoph patronun odasından içeri girer girmez birisi kapıyı hızla arkadan kapatır. Odadan iki Gestapo polisi vardır. Ellerinde Christoph’un bavulunu tutmaktadırlar. Polis emreder:

“Derhal üzerindeki hava kuvvetleri üniformasını çıkar ve getirdiğimiz bavuldaki sivil elbiseni giy!”

Christoph’un ellerine kelepçe takılır. Bir arabaya bindirilip Münih merkezine götürülür. Christoph, artık sivil olduğu için dokunulmazlığının elinden alındığını biliyordu. Christoph, Gestapo merkezine teslim edilir.

Christoph oğlu Mischa ile

Çok geçmeden Hans ve Sophie, Christoph’un yakalandığı haberini alırlar. Sophie, bu haberi alınca çok üzülür, gözyaşlarına boğulur. Chirstoph evli ve üç çocuk babasıdır. Christoph’un çok fazla aktivitelere katılmadığı için hafif bir ceza alacağını ümit ediyordu. Bu arada  WilliGraf da yakalanmış, bir üst kattaki hücrede tutuluyordu.

Bu arada Alex, İsviçre’ye kaçma planını uygulamaya koymaya çalışıyordu. Alex, kıyafet değiştirmiş, duvarlara asılı posterlerdeki resminden çok farklı bir görünüşe sahipti. Alex sabırsızdı. Innsbruck şehrine giden trene biner.

Wittelsbach sarayının hücrelerindeki sorgulama bütün gün aralıksız devam eder. Gestapo, Sophie’yi eğer her şeyi itiraf ederse ve Nasyonal Sosyalizme bağlılığına yemin ederse serbest kalacağına inandırmaya çalışır. Sophie direniyor, kardeşiyle ideolojik anlamda bir bağı olmadığını iddia ediyordu.

Sophie bütün ikna çalışmalarına karşı Hitler rejimine karşı olduğunu savundu. Gestapo, Sophie’yi kazanmak için odasına özel yemek servisi yapıyor, itirafçı olmasını istiyorlardı. Sophie ne yapıp ediyor, kendisini gözetimde tutan bayan gardiyanı ikna ediyor, kendisine ikram edilen yiyeceklerin başka bir hücrede tutulan abisine ulaşmasını sağlıyordu.

Alex, Cumartesi sabahı Innsbruck şehrine varır. Münih’teki Rus esir kampında görev yapan Ukraynalı kız arkadaşına telefon açar ve Innsbruck’a gelmesini ister. Alex’in amacı Rus esirleri arasına karışmak böylece izini kaybettirmektir. Nasıl olsa akıcı şekilde Rusça konuşabiliyordu.

Alex, Ukraynalı kız arkadaşını karşılamak için tren istasyonuna gider. Münih’ten gelen treni beklemeye koyulur. Tren gelir ama kız arkadaşı içinde yoktur. Alex, çaresiz bir duyguyla uzun süre istasyonda dolaşır. Yeni bir kaçış planı yapmak zorunda olduğunu anlar.

Pazar sabah Sophie hücresinden alınıp Savcının huzuruna çıkarılır. Berlin Mahkemesi Hans, Sophie ve Chirstoph’u “Ağır İhanet” nedeniyle ölüme mahkum etmiştir ancak Münih Mahkemesinin de yargılama yapması gerekmektedir.

Sophie hücresine döner, kararı dikkatlice okur, titremeye başladı. Sophie, demir ağlarla örülü pencereye yaklaşır. Dışarıda bahar havası vardır. Ahali hiçbir şey olmamış gibi güzel elbiselerini giyinmiş, sokakları dolaşmaktadırlar.

Sophie, tekrar yatağına uzanır. Kendisini gözetleyen nöbetçi Else’ye olup biteni anlattır. Annesi için üzüldüğünü söyler. Zavallı kadın! İki çocuğu idama mahkum edilmiş en küçüğü de Rusya cephesinde savaşıyordu. Babasının da acı çekeceğini ama yaptıklarını anlayışla karşılayacağını umduğunu söyler. Ellerinin titremesi durur. Sophie, kaderini ve olacakları artık kabullenmiştir.

Alex, Innsbruck şehrini terk edip kayak merkezi Mittenwald’a gider. Tanıdığı Rus kökenli bir kayak hocası vardır. Ondan yardım istemeyi planlar. Yolda polisler Alex’i durdurur. Kimlik sorar. Kimliğindeki Slav kökenli isimler sayesinde polisler şüphelenmezler. Alex’i serbest bırakırlar. Alex, Mittenwald’a geldiğinde şanslıdır. Kayak hocası, Alex’i saklamayı kabul eder.

Mahkeme kural gereği Hans ve Sophie için bir savunma avukatı görevlendirir. Avukat hücreleri ayrı ayrı ziyaret eder. Avukatın onları savunması mümkün değildi sadece bir formaliteyi yerine getiriyordu.

Berlin Mahkemesinin kararının, Münih Mahkemesi tarafından da yeniden ele alınması ve onaylanması gerekiyordu.

22 Şubat Pazartesi günü Hans ve Sophie, Münih Mahkemesinin huzuruna çıkarıldılar. Mahkeme başkanı, acımasızlığıyla bilinen Hakim Roland Freisler isimli birisiydi. Ölümle eş anlamlıydı. Sonraki yıllar Haziran 1944 yılında Hitler’e suikast yapan generallerle dalga geçecek hepsini gülerek et çengellerinde ipe gönderecekti.

NAZİ partisi üyesi Hakim Roland Freisler

Mahkemede ilk Sophie söz alır, yapılan suçlamaları kabul eder, abisi Hans’la aynı cezayı almak istediğini söyler. Arada bir cephede hizmet verdiği için asker kabul edilen Hans eğer bu nedenle kurşuna dizilerek idam edilecekse Sophie de aynı şekilde ölmek istiyordu. Mahkeme her ikisinin de kurşuna dizilmeden idam edileceğini söyledi. Sophie ileri atıldı ve sordu:

“İple idam edilerek mi yoksa kafamız kesilerek mi infaz edileceğiz?

Gestapo Şefi, Hans ve Sophie’nin ailelerine mektup yazmasını istedi. Her iki mektup da oldukça kısaydı. İki kardeş ebeveynlerine teşekkür ediyor, yaptıklarını anlayışla karşılayacaklarını ümit ediyor, kendilerine gösterdikleri ilgiden dolayı da minnettar olduklarını ifade ediyorlardı. Christoph da iki kardeşle birlikte idam edilecekti. O da annesine bir mektup yazdı:

“Geçen Cumartesi günü eve gelmeyi planlamıştım. Gelemediğim için üzülme! Yakalandım ve Münih’e getirildim. Gestapo hücresinde göz altındayım. İyi davranıyorlar ve hücredeki yaşantımdan şikayetçi değilim. Burada uzun süre kalacağım diye içimde bir korku da yok! Senin sevgin her şeyin üzerindedir. Kalbinde endişe ve huzursuzluk yarattığım için üzgünüm. Biliyorsun her şey kaderdir. Ne olursun, sorumsuz davrandım diye bana kızma! Seni, eşimi ve çocuklarımı seviyorum. Senden ayrıldığımı düşünme. Seni sevgiyle kucaklıyorum. Oğlun Christel”

Sophie, kız arkadaşı Inge ve nişanlısı Fritz Hartnagel’e birer mektup yazdı. Nişanlısı, Rusya cephesinde savaşıyordu. Gestapo bu mektupların hiç birisini göndermeyecekti.

Cuma günüydü. Ulm şehrindeki Scholl ailesi korkunç haberi almış ne yapacaklarını bilemez durumdaydılar. Ailenin en küçük oğlu Werner de Rusya Cephesinden birkaç haftalığına izinli gelmişti. Şehir dışına çıkmaları için Gestapo’dan izin almaları gerekiyordu. Ancak hafta sonları Gestapo merkezi sivillere kapalı olduğundan Pazartesi günü Münih’e gitmek için plan yaptılar.

Pazartesi sabahı 7:00’de üç tutuklu hücrelerinden çıkarıldılar. Sophie soğukkanlılığını koruyordu. Hatta hücrede ona eşlik eden kadın gardiyan Else’yle vedalaşmayı ihmal etmedi. Sophie yatağını itinayla düzenledi. Üzerine de mahkeme kararını içeren kağıdı koydu. Kağıdın arkasına büyük harflerle, “ÖZGÜRLÜK” diye yazmıştı.

Hans da hücresinin duvarına kurşun kalemle şöyle yazmıştı:

“Ezici güçler altında kalsan bile dimdik durmasını bilmelisin!”

Bu söz aslında babasına aitti. Babası da bu cümleyi ünlü Alman şairi Goethe’den ezberlemişti.

Saat 9’da Gestapo, üç tutukluyu hücrelerinden aldı. Üç tutuklunun nasıl idam edileceğine Berlin’de Heinrich Himmler karar vermişti. Gerçi Münih Mahkemesi üç öğrencinin halka açık meydanda hatta öğrencilere ibret olsun diye Üniversite önünde idam edilmesinden yanaydı ama Himmler’in kararına karşı gelmeleri imkansızdı. Himmler’e bu öneri yapıldığında, Himmler kükredi:

“Halka açık alanda yapılacak idam, kışkırtamaya neden olabilir. İnfaz hızlı ve gizli yapılmalıdır.”

Üç tutuklu son defa mahkeme önüne çıkarıldılar. Yüreklere korku salan acımasız hakim Roland Freisler tekrar sahnede belirdi. Arkasında görkemli bir Hitler portresi asılıydı. Roland Freisler’in geçmişi zig zaglarla doluydu. Birinci Dünya Savaşında Ruslara esir düşer. Rusçayı akıcı şekilde öğrenir. Bu arada Bolşevik düşünceye büyük bir inançla bağlanır. 1925 yılında Almaya’ya geri döner ve birden bire Hitler’in yanında yer alır.

Hakim Roland Freisler duruşmada

Stalin’in uyguladığı acımasız terör yönteminin hayranıydı. Hatta bunun için acımasız Bolşevik hakim Andrei Vishinsky’nin 1930’lu yıllarda Stalin muhaliflerini ölüme gönderme taktiklerini gözden geçirmişti. Bu nedenle Hitler bazen şaka yollu Roland Freisler için, “O da bizim Vishinsky” derdi.

Saat 10’da mahkeme başladı. Üç genç ağır ihanetle suçlandılar. Ölümle cezalandırıldılar. Hakim Roland Freisler kontrolünü kaybetmiş halde bağırıp duruyordu. Üç gencin sessiz, korkusuz ve oturdukları yerde dimdik duruşu Freisler’i daha da çıldırtıyordu. Yalvarmalarını, diz çökmelerini istiyordu. Yok hayır! Gençler onurlu bir şekilde yaptıklarını kabul ediyor, cezalarını kabulleniyorlardı. Olacak şey değildi!

Üç genç suçlarını kabul etmelerine rağmen, savcı suç aleti saydığı daktilo, kopya makinesi, zarflar ve pulları masanın üzerine yerleştirdi. Gençleri yakalayan Gestapo şefleri şahit olarak çağrıldı.

Freisler’in amacı zamanı uzatmak, üç gencin karşısında ezildiğini görmekti. Ama bütün bu çabaları boşunaydı. Üç genç, gururlu, dimdik ve sessizce oturuyorlardı. Ne gözlerinde bir korku ne ellerinde bir titreme vardı. Freisler gençlerin korkacağını ümit ederek sert hareketler yapıyor, kendisini uzun konuşmalara kaptırıyordu. Sophie dayanamaz ayağı kalkar, bağırarak konuşur:

“Birileri Hitler rejimine karşı bir direnişi başlatmalıydı. Yazılı ve sözlü ifadelerimizde belirttiğimiz gibi biz suçumuzu kabul ediyoruz. Bizim yaptıklarımız halkın yapmak istedikleridir. Sadece korktukları için sessiz kalıyorlar. Biz korkmuyoruz!”

Sophie’nin bu sözleri Roland Freisler’ı daha da kızdırdı. Mahkemeyi artık sonuçlandırmak istiyordu. Son bir istekleri olup olmadığını sordu. Hans ve Sophie sessiz kaldılar. Christoph söz aldı ve ülkesinin iyiliği için yaptıklarından pişmanlık duymadığını, tek amacı savaşı sona erdirmek olduğunu söyledi.

Mahkeme salonunu dolduran rejim taraftarı dinleyiciler, Chirstoph’a lanet yağdırdılar. Bundan cesaret alan RolandFreisler, dinleyicileri daha da provoke etmek için Christoph’u işaret ederek konuştu:

“Şu genç adam var ya, bir bildiri yazıyor ve bildiride ABD Başkanı Roosvelt’en yardım istiyor. Düşünebiliyor musunuz?”

Bunun üzerine mahkeme salonundaki nefret dolu küfürler daha da çoğalır. Chirstoph, eşi ve üç çocuğu için affedilmesini ister. Bu sözler salonda büyük bir sessizlikle karşılanır. Hans yerinden doğrulur:

“Christoph’un bildiri dağıtımıyla bir ilgisi yoktur. Affedilmesini talep ediyorum.”

Roland Freisler, Hans’ın bu müdahalesinden son derece rahatsız olur:

“Sadece kendi adına konuş, yoksa da ağzını kapa!”

Mahkeme kararını açıklamak üzereyken kapıda gürültüler işitilir. Hans ve Sophi’nin ebeveynleri ve kardeşleri Ulm şehrinden gelmişlerdir. Onları bir aile dostu Münih tren istasyonunda karşılar. Mahkemenin devam ettiğini söyler. Anne titrek sesle sorar: “Ölecekler mi?”.

Aile dostu şunu söylemekle yetinir:

“Elimde imkanım olsa bir tankla mahkemeyi basıp gençleri alıp sınıra götürür, mahkemeyi de havaya uçururdum.”

Hep birlikte mahkemeye doğru koşarak yol alırlar.

Baba Robert Scholl, mahkeme kapısına gelince, nöbetçi askerleri zorlayarak yol açar. Diğer aile fertleri de O’nu takip ederler. Baba, çocuklarının savunmasını üstlenen avukata yaklaşır, kızgın ses tonunda konuşur:

“Mahkeme başkanına gidip çocukların babasının geldiğini ve onları savunmak istediğini söyle!”

Savunma avukatı, isteksiz bir şekilde Mahkeme Başkanına yaklaşır. Kendisine söylenenleri aktarır. Roland Freisler babanın bu cüreti karşısında şaşkına döner. Salon fısıltıyla kaynamaktadır. Roland Freisler bu isteği reddeder. Babayı işaret ederek mahkeme salonundan çıkarılmasını emreder.

Baba çıkmamakta inat edince mahkeme görevlileri bir anlamda babayı sürükleyerek salondan çıkarırlar. Baba bir an baygınlık geçirir gibi olur ama hızla kendisini toparlar. Baba kızgındır, bağırır:

“Unutmayınız! Daha yüce bir adalet var! Çocuklarım tarihe birer kahraman olarak mal olacaklar peki ya sizler?”

Ebeveynler mahkeme koridorunda beklemek zorunda kalırlar. Çok geçmeden kapı açılır, dinleyiciler akın akın çıkarlar. Artık karar verilecektir. Ebeveynler bir sıraya otururlar. Dinleyicilerden kimse onlara yakın gitmez.

Kapı açılır. Karar verilmiştir. Çocukları ölüme mahkum edilmişlerdir. Roland Freisler ölüm kararını üç gencin yüzüne karşı açıkladığı zaman, Hans bağırır:

“Merak etmeyiniz! Bizim gittiğimiz yere (idam sehpası) çok yakında siz de gideceksiniz!”

Üç gencin elleri kelepçelenir, mahkeme odasından çıkarılırlar. Kalabalığın içinde en küçük kardeşleri Werner askeri üniformasıyla kardeşlerine bakmaktadır. Kalabalığı yarıp iki kardeşinin ve Christoph’a yaklaşır, ellerini sıkar. Gözleri yaşla doludur. Hans, küçük kardeşine uzanır, omzuna dokundu:

“Güçlü ol ve prensiplerinden asla taviz verme!”

Tutuklular, cezaevi arabasına bindirilip infazların gerçekleştirildiği Stadelheim Cezaevine götürülürler. Her şey çok hızlı bir şekilde olup bitiyordu. Baba, Başsavcının bürosuna koşar adım gider, her üç genç için af diler. Ancak olumlu bir cevap alamaz. Bu sefer bütün aile fertleri hızlı bir şekilde çocuklarının götürüldüğü cezaevine doğru koşuştururlar.

Münih’i tanımadıkları için bazen çıkmaz sokaklara giriyorlar bu da zaman kaybetmelerine neden oluyordu. Baba, büyük bir kızgınlıkla doluydu. Sonunda cezaevine ulaşabildiler.

Stadelheim Cezaevinin temel bir kuralı vardı: Ziyaretçi kabul etmiyordu. İlk ve son kez bir istisna yaptılar. Bunun bir nedeni vardı. SS veya Gestapo üyesi olmayan hapishane müdürü ve yetkilileri, gençlerin mahkemede cani hakim Ronald Freisler ve Gestapo karşısında gösterdikleri cesarete hayran kalmışlardı. İlk kez “Beyaz Gül” hareketi onların kalbine hitap etmiş, duygularının tercümanı olmuştu.

Cezaevi yetkilileri kuralı bozdular. Anne ve babayı yanlarına alıp bekleme salonunda alıkoydular. Önce Hans’ı getirdiler. Hans’ın üzerinde çizgili infaz elbisesi vardı. Hans, ebeveynlerinin elini sıktı ve gurur dolu bir sesle konuştu:

“Bu dünyayı artık terk ediyorum. Kimseye nefret beslemiyorum.”

Babası oğluna sarıldı:

“Evlat, sen artık tarihe mal oldun! Unutma adalet her zaman inatla geri gelir.”

Vedalaşma zamanıydı. Arkadaşlarına selam gönderdi. Özellikle bir ismi telaffuz ederken gözleri yaşla doldu, ağlamamak için kendisini zorlukla kontrol etti. Babası arkasından bağırdı:

“Seninle gurur duyuyorum!”

Daha sonra Sophie’yi getirdiler. Sophie’nin üzerinde kendi elbiseleri vardı. Ebeveynlerine gülümsedi. Hans’ın aksine olarak annesinin uzattığı kurabiyelerden bir tanesini aldı. Aç olduğunu öğle yemeği yemediklerini söyledi.

Annesi hıçkırarak konuştu:

“Sophie! Sophie! Bir daha evimizin kapısından içeri giremeyeceksin.”

Sophie annesini teselli etti:

“Anneciğim, bir insanın hayatında birkaç yılın ne önemi var ki!”

“Sophie… Hz.İsa’yı unutma!”

“Elbette, ama sizler de unutmayınız!”

Gardiyanlar Sophie’yi de alıp götürdüler.

Doğduğundan beri vaftiz olmamış Christoph, bir rahip görmek istediğini söyledi. Rahip ve Christoph kısa bir sohbet yaptılar ve birlikte dua ettiler. Bir masanın önünde diz çöktüler. Böylece Christoph resmi olarak ilk kez Katolikliği benimsemiş oldu. O sırada Hans ve Sophie kardeşlerde Protestan rahiple dua ediyorlardı.

Aniden hücrenin kapısı açıldı. Elleri kelepçelendi ve dışarı çıkarıldılar. Üç tutuklu ilk kez yan yanaydı. Aralarında görevli falan yoktu. Üçü birlikte bir istekte bulundular:

“Sigara içmek istiyoruz.”

Mahkeme yetkilileri tekrar kuralı ilk kez bozdular. Tutuklulara sigara uzattılar. Christoph fısıldadı:

“Ölümün bu kadar kolay olabileceğini asla düşünmemiştim.”

Hans, Sophie ve Chirstoph

Cezaevi avlusunun kapısı açıldı. Uzaktaki giyotin gözlerine ilişti.

İlk önce Sophie’yi alıp götürdüler. Sophie, iki yanında cellatlarıyla dimdik yürüdü. Saat 17’yi gösteriyordu. Sophie, kafasını giyotine yerleştirdi. Uzaktan şiddetli bir ses işitildi. Sophie infaz edilmişti.

Şimdi sıra Hans’a gelmişti. Hans sanki acelesi varmış gibi hızlı adımlarla yürüdü. Kafasını giyotine yerleştirmeden önce var gücüyle bağırdı:

“YAŞASIN ÖZGÜRLÜK!”

24 Şubat, Nasyonal Parti’nin kuruluş yıldönümüydü. Hitler bir konuşma yaptı. Özellikle Münih’teki sabotajcıları bertaraf eden yetkilileri gönülden kutluyordu.

SONUÇ

Değerli Okuyucular!

“Beyaz Gül” direniş hareketi üyeleri peyderpey yakalandılar. Beş ayrı mahkemede yargılanıp infaz edildiler. İlk mahkemede giyotinle idam edilen Hans ve Sophie Scholl kardeşleri ve Christoph Probst’u saygıyla yad ediyoruz. Robert Scholl (1891-1973) gibi cesur ve onurlu bir babayı da Allah bütün uluslara nasip etsin. En küçük kardeş Werner, Rusya cephesinde ölür. Cesedi asla bulunamaz.

  1. Hans Scholl            Doğum yeri: Ingersheim  Doğum Tarihi: 22 Eylül 1918
  2. Sophie Scholl         Doğum yeri: Forchtenberg Doğum Tarihi: 9 Mayıs 1921
  3. Christoph Probst    Doğum yeri: Aldarns Doğum Tarihi: 6 Kasım 1919

 

Benzer Haberler

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir